Scudo Sports

Hasan Söylemez/Bisikletle Türkiye Fotoğrafları Turu Yazı ve Resim Serisi

Hasan dilencilik yapmıyor. Çalışmak karşılığında para almak yerine yiyecek ve barınma ihtiyacını karşılamayı planlıyor. Bu şekilde dünyayı gezenler bile var, neresi sömürü anlamadım. "Türk halkının yardımseverliği" kısmından farklı şeyler anlıyoruz sanırım.

Selam
Hasan şimdiye kadar okuduğum kadarıyla hiç bir yerde çalışmadı ve bana kalırsa gezinin devamında da çalışmayacak çünkü gittiği hiçbir yerde çalışmasına müsaade edilmeyecek. Türk halkı böyledir, misafir perverdir. Burası Amerika değil ki... Öyleyse bu gezinin amacı nedir ? Türk halkının misafirperverliğini kanıtlamak mıdır ? Bunun kanıtlanmasına gerek varmı ? Bence yok... Çünkü bunu zaten herkes biliyor. Peki öyleyse amaç nedir ? Bu olay bir gazetecilik olayıdır. Bu gezinin sonunda bir kitap yazılacak, gidilen belli merkezlerde de fotoğraf sergileri açılacak. Öyle değil mi? Bir gazeteci Türk halkının misafirperverliğini belgelerle çok net olarak ortaya koymuş olacak. Bu geziye bu açıdan bakıldığında bazılarımız ne gerek vardı buna dese bile bazılarımız da bu geziyi taktir edecektir. Zaten bu gerçekleşiyor şu anda.

Parasız pulsuz olarak aynı geziyi içinden gazetecilik olayını çıkararak yapmaya kalkacak olursak zaten %95 imiz böyle bir geziye çıkmayı göze alamayız. Düşünsenize bir köye giriyorsunuz ve ''Açım, kalacak yerim yok'' diyorsunuz. Kaç kişi bunu gerçekten söyleyebilir... Gözünüzde canlandırmaya çalışın, gerçekten söyleyebilirmisiniz ? Şahsen ben söyleyemem.
 
Scudo
@metin çalışkan

Ben de söyleyemem. En azından yemek ve kalacak yeri bedava isteyemem. Param yok desem yalan olur. Varken neden yok diyeyim ki?
 
Yol hikayeleri 5. ve 6. hafta Perşembe, 26 Ağustos 2010 09:09
Yaşadığım mutluluğu dolar milyarderi Abramoviç bile yaşayamaz!İstanbul’da cebimde para olmadığı zaman evden kapının önüne bile çıkamazken şu an bisikletle beş parasız çıktığım Türkiye turunun altıncı haftasını geride bırakıyorum. Bu projeye başlayacağımı söylediğimde birçok kişi bana deli gözüyle bakıyordu. ‘’Parasız gezilir mi, sen manyak mısın, insanlara nasıl güvenebiliyorsun?’’ hatta gelen mailler arasında ‘’senin yaptığın resmen intihardır, bu şekilde yola çıkarsan açlıktan ve susuzluktan ölürsün’’ diyenler olduğu gibi, projemi sonuna kadar destekleyen binlerce insan da oldu. Elbette bisikletle beş parasız yola çıkmanın riski daha yüksektir. Ancak aldığım bu risk, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım muhteşem güzellikleri de beraberinde getiriyor. Benim şu an yaşadığım heyecanı ve mutluluğu dolar milyarderi Roman Abramoviç bile yaşayamaz. Onun mutluluğu parası kadarken benim mutluluğum ise ülkemin güzelliği ve insanların yüreğinin büyüklüğü kadardır…

Büyük kentlerde haklı bir güven sorunu var!
Köylerde ve küçük yerleşim birimlerinde yaşayan insanlar büyük kentlere göre daha sıcakkanlı ve daha misafirperverler. Bunun nedeni insanlara olan güvenlerini henüz kaybetmemeleridir. Büyük kentlerdeki keşmekeşliği ve yoğunluğu yaşamıyorlar, herkes birbirini tanır ve suç oranları neredeyse yok denecek kadar düşüktür. Oysa büyük kentlerde durum böyle değildir. Kimse kimseyi tanımaz, hırsızlık ve diğer adi suçlar almış başını gidiyor, hangi insandan nasıl bir kötülük geleceğini kimse kestiremez vs. İşte bundan dolayı büyük kentlerde bir güven sorunu var ve haklı olarak her yabancıya temkinli yaklaşılır…

Merhaba maceracı gazeteci arkadaşımızı takip eden sevgili bisiklet ve Hasanseverler
4. ve 5. hafta hikayelerini taze taze sunuyorum sizlere.Buyrun linke..
(link)

@orkun tulu

Merhaba Orkun ve Hasan Bey,
Hasanla ilk başlarda hemen hergün iletişim kuruyordum ve günün sorusu 'karnın doydu mu bakiim' nasılsın'dan önce yönelttiğim bir soruydu :) Hasan hergün karnının doyduğunu söylerken 2. hafta 'karnım doydu ama...' ile başlayan cümleler kurmaya başladı bana.Çünkü çalışmak istediğini söylediği herkesten 'iki lokma yemek için çalıştıracak değiliz ya seni' yanıtını duyuyor ve çalışmak istediği halde çalışamıyordu.Bugün tam 47 gün oldu ve Hasan Giresun'da.Daha dünki telefon konuşmamızda bana yine çalışmak istediğinden fakat ona bu fırsatı vermediklerinden bahsetti.Orkun Bey'in de söylediği gibi Hasan'ın amacı Türk misafirperverliğini kanıtlamak değil,bunu yaşamak,yakınlarından geçtiğimiz ama uzak kaldığımız yaşamlara ortak olmak,paylaşmak ve gazeteci kimliğiyle belgelemektir.Hasan'ın yolda olduğu süre boyunca çektiği fotoğraflar,yazdığı yazılar yaşadığı pek çok şeyi başka insanlara aktarmakta yardımcı ve yaşadığı heyecanı bir miktarda olsa duyumsamamıza sebep olan şeylerdir.Ki belgeselcilik de tam olarak budur zaten.Yaşadığını başkalarına aktarabilmek ve yaşadığın heyecana yüzlercesini ortak edebilmek. Aslında Hasan benim şu anda yazmış olduğum herbir satırı daha yola çıkmadan yazmış neden yola çıktığını,neler yapacağını anlatmıştı.Tekrar tekrar yazmamız gerekirse yazarız elbette ama benim ricam olumsuz eleştiri yapılmadan önce yazılan,söylenen kelimelerin düşünerek,tartıp biçerek karalanmasıdır.

Az önce 5. ve 6. hafta hikayelerini paylaştı Hasan taze taze :) Okumak isteyeler için..
(link)

Sevgi,barış ile...
Ebru
 
Hedefin %12'si katedilmiş. Olumsuz eleştriler dikkatimi çekiyor. Bir kişi de Cebinde 100lüklerle kredi kartıyla çıksın yola. Hasan Söylemez'in yüreğine sağlık.
Konuyu tam takip edemedim güzergah nedir acaba bilen biri beni de bilgilendirebilir mi?
 
Yol hikayeleri 5. ve 6. hafta Perşembe, 26 Ağustos 2010 09:09

Yaşadığım mutluluğu dolar milyarderi Abramoviç bile yaşayamaz!
İstanbul’da cebimde para olmadığı zaman evden kapının önüne bile çıkamazken şu an bisikletle beş parasız çıktığım Türkiye turunun altıncı haftasını geride bırakıyorum. Bu projeye başlayacağımı söylediğimde birçok kişi bana deli gözüyle bakıyordu. ‘’Parasız gezilir mi, sen manyak mısın, insanlara nasıl güvenebiliyorsun?’’ hatta gelen mailler arasında ‘’senin yaptığın resmen intihardır, bu şekilde yola çıkarsan açlıktan ve susuzluktan ölürsün’’ diyenler olduğu gibi, projemi sonuna kadar destekleyen binlerce insan da oldu. Elbette bisikletle beş parasız yola çıkmanın riski daha yüksektir. Ancak aldığım bu risk, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım muhteşem güzellikleri de beraberinde getiriyor. Benim şu an yaşadığım heyecanı ve mutluluğu dolar milyarderi Roman Abramoviç bile yaşayamaz. Onun mutluluğu parası kadarken benim mutluluğum ise ülkemin güzelliği ve insanların yüreğinin büyüklüğü kadardır...

Büyük kentlerde haklı bir güven sorunu var!
Köylerde ve küçük yerleşim birimlerinde yaşayan insanlar büyük kentlere göre daha sıcakkanlı ve daha misafirperverler. Bunun nedeni insanlara olan güvenlerini henüz kaybetmemeleridir. Büyük kentlerdeki keşmekeşliği ve yoğunluğu yaşamıyorlar, herkes birbirini tanır ve suç oranları neredeyse yok denecek kadar düşüktür. Oysa büyük kentlerde durum böyle değildir. Kimse kimseyi tanımaz, hırsızlık ve diğer adi suçlar almış başını gidiyor, hangi insandan nasıl bir kötülük geleceğini kimse kestiremez vs. İşte bundan dolayı büyük kentlerde bir güven sorunu var ve haklı olarak her yabancıya temkinli yaklaşılır...

Saim Baba...
Kastamonu’nun İnebolu ilçesinden çıktıktan sonra Abana ilçesine bağlı Gemiciler köyüne gidiyorum. Köy kahvehanelerinin birinin önünde durup hararetli bir şekilde sohbet eden yaşlı gençlere selam veriyorum. Onlar da beni masalarına davet edip çay ve soğuk su ısmarlayarak sohbetlerine dahil ediyorlar. Konuştukları konu ise gençlik yıllarında yaptıkları çapkınlıklar. Saim baba gençlik yıllarını öyle bir anlatıyor ki, bazen o anları yeniden yaşıyormuş gibi heyecanlanıyor bazen de geçen yılların bir daha gelemeyeceğini anlayıp hüzünleniyor. Arada bana dönerek gençliğimi doya doya yaşamam konusunda öğütler vermeyi de ihmal etmiyor. Bisikletle parasız Türkiye’yi gezdiğimi öğrendiklerinde bana daha da fazla ilgi gösteriyorlar. Bir ara Saim baba ‘’birazdan dönerim’’ diyerek yanımızdan ayrılıyor. On dakika sonra elinde kocaman bir poşetle döndüğünde ise poşeti bana uzatıp ‘’koy şunları çantana yolda acıktığında yersin’’ diyor. Saim baba bakkaldan benim için üçgen peynir, beyaz peynir, zeytin, hurma, domates ve ekmek almış. ‘’Baba çok şey almışsın. Yiyemem hepsini, bozulur çantamda’’ diyorum. O da; ‘’olsun, yine dursun çantanda. Eğer bozulur da sen yiyemezsen bir kuşa veya köpeğe verirsin onlar karınlarını doyurur.’’ diyor. Onun bu ince davranışı karşısında bir teşekkür dışında verebilecek cevap bulamıyorum ve kumanyamı çantama koyup yoluma devam ediyorum.

Kastamonu’nun Abana ilçesi ve diğer köylerinde de insanların sıcak ilgisiyle karşılaştıktan sonra Çatalzeytin ilçesinde mola veriyorum. Geceyi geçirebileceğim güvenli bir yer göstermeleri için emniyet müdürlüğüne gittiğimde bana en güvenli yerin kendi bahçeleri olduğunu söyleyip orada çadır kurmama izin veriyorlar. Ben de emniyet müdürlüğünün bahçesinde çadırımı kurup rahat bir uykuya dalıyorum. Ertesi gün Çatalzeytin’de gezerken oradaki yerel gazetecilerle karşılaşıyoruz. Önce benimle röportaj yapıyorlar ardından öğlen yemeği ısmarlayıp beni Sinop’un Ayancık ilçesine yolcu ediyorlar...

Kahve falıma bakan kadın kâhin çıkıyor!
Yol kenarlarındaki elma ve erik ağaçlarından göz hakkımı alıp dağları ve tepeleri aşıyorum, son olarak uzun bir vadiyi de geçip Ayancık’a varıyorum. Nedenini bilmiyorum ama Sinop il sınırlarına girdiğimden beri kendimi daha güvende hissediyorum. Ayancık’ta da emniyet müdürlüğüne giderek çadır kuracağım güvenli bir yer soruyorum bu defa beni Atatürkçü Düşünce Derneği’nin çay bahçesine yönlendiriyorlar. Çay bahçelerinde kurduğum çadırın zevki de bir başkadır doğrusu. Böyle yerlerde; çay, su, elektrik, yiyecek, insanlar… Duş alma haricinde ihtiyacım olan her şeyi rahatlıkla temin edebiliyorum. İşte derneğin bahçesi de böyle bir yer. Dernek başkanı Nihat Sarısoy, işletmeci Nail abi, çalışanlar ve oradaki müşteriler Ayancık’ta kaldığım iki gün boyunca benim her ihtiyacımı karşılıyorlar. Hatta Songül’ün ablası kahve falıma bile bakıyor. Kadın fal bakmakta o kadar iyi ki, anlattıklarını şaşkınlıkla dinliyorum. Hani gittiği falcıyı beğenen kadınlar arkadaşlarını arayarak; ‘’Ayol bir fal baktırdım, kadın bütün her şeyi bildi’’ derler ya, ben de aynen o durumdayım ve hemen Öznur’u arıyorum. Öznur da fal bakılsın kim bakarsa baksın modunda, bazen bana bile fal baktırıyor. Ben ne anlarım kahve falından. Fincanı açarım kahve telvelerini canavarlara, ejderhalara benzetirim. Ulan bir kere bile insan figürü göremedim bu fincanlarda. Hep hayvanlar alemi, uçan daireler, ufolar mufolar işte… Neyse Öznur’a anlatıyorum kadının ne kadar iyi fal baktığını. O da acaba uzakta olan birine de fal bakabilir mi diye sormamı istiyor. Kadına bunu sorduğumda, eğer uzakta olan kişinin niyetine kahve içip kendime doğru değil de dışa doğru fincanı ters çevirirsem bakabileceğini söylüyor. Ben de; ‘’niyet ettim fal rızası için öznur adına kahve içmeye’’ deyip bir kahve daha içiyorum ve tıpkı kadının dediği gibi dışa doğru çevirerek kapatıyorum fincanı. On dakika sonra Öznur’u arayıp telefonu falcıya veriyorum ve oradan uzaklaşıyorum… Televizyonlarda dalga geçerek izlediğimiz fal bakma seanslarını bire bir gerçekleştiriyoruz. Ama o kahve fincanının üzerine yemin ederim ki, kadın güzel fal bakıyordu. Hem Öznur da memnun kalmış. Gerçi biz bugüne kadar normal insanların yaptığı şeylerin hep tersini yaptık. Size Öznur’un köpeğiyle telefonda konuştuğunu anlatmayacağım gibi Zonguldak’ta maden ocaklarına ben beyaz tişörtle, Öznur’un da plaj terliğiyle girmeye çalıştığını anlatmayacağım...

Hoparlörlerden ‘’Hasan hoş geldin’’ sesleri
Ayancık’ta iki gün kaldıktan sonra artık Sinop merkeze doğru yola çıkıyorum. Öğleden sonra saat 16:00 gibi yola çıktığım için Sinop merkeze de akşam karanlığında ancak ulaşabiliyorum. Sinop’un çok ilginç bir coğrafi yapısı var. Şehre nereden girdiyseniz oradan çıkmak zorundasınız. Yok, ben bir ucundan girdim diğer ucundan çıkacağım diyorsanız kendinizi Rusya’ya doğru yüzerken bulursunuz. Burada da ilk işim yine emniyet müdürlüğüne gidip şehre girdiğimi bildirmek ve çadır kuracağım güvenli bir yer sormak oluyor. Bana; ‘’istediğin yerde çadır kurabilirsin. Sinop çok güvenli bir yer, çekinmene gerek yok.’’ diyorlar. Ben de kendimi rampadan aşağı salıp merkeze iniyorum ve sahildeki insan kalabalığına karışarak çay bahçesi arıyorum. Ayakta bisiklet sürerek sahilde dolaşırken ‘’Hoş geldin’’ diye bir ses işitiyorum. Sesin nereden geldiğini anlamak için sağıma soluma bakınırken aynı sesin bu defa ‘’Hasan hoş geldin’’ demesiyle biraz daha şaşırıyorum. Az sonra elinde mikrofonuyla bir kişi gülümseyerek bana doğru yaklaşıyor ve tekrar;

-Merhaba Hasan, Sinop’a hoş geldin.
-Merhaba, hoş bulduk.
-Ben Emin, seni gazetelerde görmüştüm. Bir şeye ihtiyacın var mı, sana nasıl yardımcı olabilirim?
-Teşekkür ederim Emin, şu an sadece çadır kurabilecek bir yer arıyorum.
-Hmm, bekle biraz daha iyi bir fikrim var.

Karadeniz’de yat keyfi
Diyerek akşam turu için denize açılmayı bekleyen yattaki arkadaşı İlhan’a seslenip yanımıza çağırıyor. Meğer İlhan yatın sahibiymiş. Emin önce bizi tanıştırıyor ardından eğer İlhan için de bir mahsuru yoksa benim yatta kalmamı teklif ediyor. Bunu duyar duymaz göz bebeklerimin heyecandan ne kadar büyüdüğünü artık siz tahmin edin. İlhan da o kadar iyi niyetli bir insan ki, Emin’in bu teklifini hiç tereddüt etmeden kabul ediyor. Ancak yat akşam turu için birazdan denize açılacak, döndüğünde bisikleti yerleştiririz diyor ve aç olan karnımı doyurmak için beni sinoPuzzle diye bir fast food cafeye götürüyor. Sinop küçük bir yer olduğu için herkes bir birini tanıyor. Gittiğimiz cafe de Emin ve İlhan’ın arkadaşı Ömür’e ait. Orada Ömür’ün ısmarladığı yengen ve kolayla bir güzel açlığımı gideriyorum ardından Ömür’ü de yanımıza alıp yata dönüyoruz. Biz dönene kadar Emin kıvrak dili sayesinde akşam sefası için yata bir sürü müşteri toplamış bile. O halde ne duruyoruz, haydi Karadenizin ve eğlencenin keyfini çıkaralım deyip yatla denize açılıyoruz. İlhan nişanlısı Şebnem’le dj kabinine geçip çaldıkları birbirinden güzel müziklerle hepimizi coşturuyorlar. Emin ve Ömür müziğin ritmine kendilerini kaptırmış çılgınlar gibi dans ederken ben ise dans etmesini bilmediğim için oturduğum yerde kafamı sallamakla yetiniyorum.

Sinop’ta 1000’inci kilometremi kutluyoruz
Daha ilk gün birbirimize o kadar ısınıyoruz ki, sanki onlarla yıllardır tanışıyormuşuz gibiyiz. Yat turumuz bittikten sonra beni yatta yatırmaktan vazgeçiyorlar. Emin yalnız yaşadığı için gelip bende kalabilirsin diyor. Bisikletimi emaneten bıraktığım çay bahçesinden alıp Eminlere gideceğiz ki, kilometre saatimde geldiğim yolun 999 km olduğunu görüyorum. Bu haberi sevinçle onlarla paylaşıyorum. Ömür bisikletime binip birkaç tur attıktan sonra artık ibre 1000 km’yi gösteriyor ve bunu kutlayalım diyerek nevalelerimizi alıp hep birlikte Emin’in evine gidiyoruz. Ben, Emin, İlhan, Şebnem ve Ömür sabaha kadar eğlenip benim 1000. kilometremi kutluyoruz.

Cennetin orta yerinde bir cehennem!
Sinop; deniziyle, kumsallarıyla, tarihiyle, yeşiliyle, insanlarıyla Batı Karadeniz’in en güzel kentlerinden biridir. Şehrin hangi sokağına gitseniz rahatlıkla denizi görebilirsiniz. Ayrıca güneşin denizde doğduğu ve battığı nadide yerlerden biridir. Sinop’ta İstanbul’u yaşarsınız. Hatta ben sahilde gezerken bir anda gözlerimin boğaz köprüsünü aradığını fark ettim. Aşıklar Caddesinde sıra sıra dizilen palmiye ağaçları size Antalya’yı anımsatır. Bazen kendinizi İzmir’de bazen de Çanakkale’de sanırsınız. Fiyort görmek için Norveç’e gitmenize gerek yoktur. Hamsilos’ta doğanın en güzel mucizesine şahit olabilirsiniz. Bir de Sinop denince akla Tarihi Sinop Cezaevi gelir. Dünya’da cezaevinin ünüyle anılan şehirlerin sayısı çok azdır. Sinop Kalesi içerisinde uzun süre tersane ve zindan olarak kullanılan bu yapı 1887 yılında cezaevine dönüştürülüyor. Tarihi Sinop Cezaevi'nin "konuk" listesi, her dönemde kabarık olmuştur. Konuklar arasında, 1713'te Kırım Hanı Devlet Giray'dan başlayıp, 1932'de Sabahattin Ali'ye kadar, bir çok ünlüyü sayabiliriz. Farklı milliyet ve bölgeden gelen mahkumlar nedeniyle cezaevi, deyim yerindeyse "Nuh'un Gemisi"ni andırıyormuş. Buna, Sinop'ta zorunlu ikamete tabi tutulanlar dahil değildir. Bu cezaevine ilk girdiğiniz anda nemden ve rutubetten dolayı duvarlarında otların yetiştiğini görürsünüz. Zindanlarda ve hücrelerde işkencenin kokusunu hissedersiniz. Kaçma ihtimalinin sıfır olduğu bu iç karartıcı yerde mahkumların çoğu rutubetten ve nemden kaynaklanan hastalıklardan dolayı hayatını kaybedermiş.

Çeşitli tarihlerde Sinop'a uğrayan gezginler, Kale'ye değinmeden geçmemişlerdir. Örneğin Evliya Çelebi, bu kenti 1640 yılında anlatırken şu gözlemlerde bulunur: "Kale düz bir yerde kurulmuş olup, iki taraftan dalgalar döver. Dikdörtgen biçimindedir. Hapishaneyi oluşturan İç Kale, 11 adet burç ile desteklenmiştir. Burçların yüksekliği 22, duvarlarınki 18 metredir. İç Kale'yi çepeçevre kuşatan duvarlar 3 metre kalınlığında olup, muhafızlar için devriye yolu özelliğindedir." Yine Evliya Çelebi, çok renkli ama biraz abartılı üslubuyla, Sinop Cezaevi'ni şöyle anlatır: "Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar." Evliya Çelebi'nin anlattıklarında gerçek payı çoktur. Deniz kenarında olduğu halde, denizi göremeyen mahkumlara Sabahattin Ali, 1933'te Aldırma Gönül şiirinde şöyle seslenecektir: "Görmesen bile denizi / Yukarıya çevir yüzü." Öyle ya, burada mahkumların dünyasına dışarıdan katılan yalnızca iki şey vardı: Özgürlükten uçarak gelen martılar ve bahçe duvarında kendiliğinden açan kır çiçekleri. Çünkü o dönemde, Sinop Cezaevine "girilir, ama çıkılmaz"dı. Nemden kibritin bile yanmadığı bu mekanda, mahkumlar çürümek ve ceza sürelerini tamamlayamadan ölmekle karşı karşıya kalırlardı. Suç oranının en düşük olduğu illerden biri olan Sinop’ta böyle bir cezaevinin 1997 yılına kadar kullanılmış olması, Sinop veya Türkiye için değil, insanlık için utanç vericidir. Şimdi müzeye dönüştürülen cezaevini gezerken duvarlarda ‘’Sinop Cezaevinde yatan ünlüler’’ diye bir tabela gözünüze çarpar. Bu tabelayı neden astıklarına bir anlam veremiyorum. Acaba bir gurur tabelası mı yoksa bir utanç tabelası mı?...

Evlerinin ve yüreklerinin kapısını ardına kadar açan insanlar
Sinop’ta iki gün kalıp yoluma devam etmeyi düşünüyordum. Ama insanların sıcak ilgisi ve Sinop’un olağanüstü güzelliği karşısında büyülenince tam bir hafta kalıyorum. İlk üç gün orada yerel yayın yapan Barış Fm’in dj’i Emin Özmen beni evinde misafir ediyor. Geriye kalan dört günde ise Ömür ve annesi Tuba teyze beni evlerinde ağırlıyorlar. Bu kişiler evlerinin kapısını bana ardına kadar açarken tanıştığım diğer insanlar da yüreklerinin kapısını ardına kadar açıyor. Gün içinde İlhan kendi arabasıyla, nişanlısı Şebnem’i, Emin’i ve beni alıp Sinop’u gezdiriyor, gece aynı ekibe Ömür ve başkaları da dahil oluyor bu defa farklı etkinlikler yapıyoruz… Teneke üzerinde midye pişirip yiyeniniz oldu mu bilmiyorum ama ben ilk defa bunu da Sinop’ta deniyorum. Tadı her ne kadar midye dolmaya benzemese de taze taze pişirilip yendiği için midyenin asıl tadını alabiliyorsunuz...

Sinop esnafı da hoşgörüsü, güler yüzü ve içtenliğiyle bana yaklaşıyor. Kimisi çay, kimisi yemek ısmarlıyor, kimisi bilgisayarım için program veriyor, berberi de sakallarımı ve bıyıklarımı düzeltiyor. Ömür’ün annesi Tuba teyze ise, çamaşırlarımı yıkayıp bana cevizli mantı pişirerek resmen annelik yapıyor. Oradaki herkesle o kadar iyi anlaşıyoruz ki, artık onlardan biri oluyorum. Mutluluğumuzu, hüznümüzü, sırlarımızı, dertlerimizi, ekmeğimizi, suyumuzu, paylaşılacak neyimiz varsa karşılık beklemeden bütün samimiyetimizle her şeyimizi paylaşıyoruz. Sinop’ta asla unutamayacağım dostlar ve arkadaşlar ediniyorum. Ayrılacağım gün bile beni bırakmak istemiyorlar ama gitmem gerektiğinin de farkındalar ve beni Sinop çıkışına kadar arabalarıyla takip edip, ardımdan su dökerek uğurluyorlar… Buradan bir kez daha İlhan, Şebnem, Emin, Ömür, Tuba teyze, İlsu, Ersan, Gizem, Duygu, Ayça, Tuğçe, Mustafa, Elif, Emel, emekli öğretmenler Nuran ve Erkan Turan, Mantıcı Semine Dik ve kızı Pelin, Kain Cafe Murat Çilingir, Klas Erkek Kuaförü Ergün Yaşar, Bilgisayarcı Erdoğan Altay, Şaduman Öztekin, Doğaner Bozoğlu ve Sinop halkına teşekkür ediyorum. İyi ki sizleri tanımışım...

Gerze’de karşılaştığım büyük sürpriz
Sinop’tan içim buruk ayrılıyorum. Yollar biraz bozuk ama Gerze’ye gidene kadar sadece birkaç petrol istasyonunda su ihtiyacımı karşılamak için duruyorum. Onun dışında durmadan pedal çeviriyorum ve kısa bir süre sonra ilçeye varıyorum. Akşamüzeri iftara yakın bir zamanda ilçeye girdiğim için sokakların ve sahilin boş olduğunu görüyorum. Önce küçük ve şirin Gerze’yi bir uçtan diğer uca bisikletimle gezip tanımaya çalışıyorum. Ardından gözüme kestirdiğim uygun bir yere çadırımı kuruyorum. Çadır kurduğum yerin hemen üst tarafında sıra sıra dizilen cafeler var. Ben de işlerimi bitirdikten sonra Lila Cafe’ye gidip telefonumu ve bilgisayarımı şarja takıyorum. Cafe sahibi Mahmut abi ve çalışanları da beni çok sıcak ve güler yüzle karşılayıp karnımı doyuruyorlar. Bir ara benden uzakta olan çadırımın etrafında birkaç kişinin dolaştığını görüyorum. Muhtemelen gördükleri bu ilginç çadırın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan meraklı insanlardır diye düşünürken içlerinden biri Hasan! Hasan! Diye seslenince şok oluyorum. Şok oluyorum, çünkü çadırımın etrafında dolaşan kişiler, Sinop’ta beni bir hafta misafir eden İlhan, Emin, Şebnem ve Ömür’den başkası değil. Sevinçle yerimden kalkıp onlara doğru koşuyorum. Sanki birbirlerini uzun zamandır görmeyen dostlar gibi sarılıp hasret gideriyoruz. Onların yaptığı bu sürpriz karşısında çok duygulanıyorum. Düşünsenize daha bugün sizi yolcu ediyorlar ama arkanızdan sizi takip edip gittiğiniz yere gelerek size sürpriz yapıyorlar. O an neler hissettiğimi kelimelerle ifade edemiyorum... Gece geç saatlere kadar oturup sohbet ediyoruz, sonra ben onları yolcu ediyorum...

Orgazmdan daha zevkli bir şey daha var!
Sinop il sınırları içerisinde bir kez bile olsun olumsuz bir durumla karşılaşmadan Samsun’un Yakakent ilçesine doğru yol alıyorum. Doğu Karadeniz’in son zorlu rampası olan Kaymakam kayalıklarını heyecanla tırmanıp zirveye ulaşıyorum. Bundan sonra Artvin’e kadar ip gibi yollarda gideceğim. İstanbul’dan çıktığım günden beri bazen bisikletim beni taşıdı bazen de ben bisikletimi taşıdım. Rampaları çıkmakta, aşağı inmekte çok zevkliydi. Sanırım Artvin’e kadar bu zevkten biraz mahrum kalacağım ama düz yolda pedal çevirmeyi de özlemedim dersem yalan söylemiş olurum. Son defa Kaymakam Kayalıkları zirvesinden mavinin ve yeşilin o eşsiz güzelliğine bakıp salıyorum kendimi aşağılara. Rüzgar bütün şefkatiyle yüzümü ve sakallarımı okşayarak bana uçtuğumu hissettiriyor. Hani sırtınızda elinizin ulaşamadığı bir noktayı, zor da olsa orta parmağınızla ulaşıp kaşırsınız ya, işte ona benziyor bisikletle rampadan aşağı inmek. Hatta orgazmdan bile daha zevkli diyebilirim… Çünkü doğayla, rüzgârla, özgürlükle sevişiyorsunuz. Hiçbir şey size bundan daha fazla zevk veremez...

Yakakent’te fahri hemşeri ilan ediliyorum
Karadeniz sahil yoluna girmeden önce bir köy çeşmesinde mataramda ısınan suyu değiştiriyorum. Ayaküstü çeşme başında bidonlarla su dolduran kişilerle biraz sohbet ediyoruz. Benim geceyi Samsun’un Yakakent ilçesinde geçireceğimi duyduklarında, belediyenin vereceği iftar yemeğine gidip karnımı doyurabileceğimi söylüyorlar. Bu fikir bana çok cazip geliyor ve düz yolda emniyet şeridinde bisiklet sürmenin keyfini çıkarta çıkarta pedal çevirip Yakakent’e varıyorum. Oradaki vatandaşlara sorarak belediyenin iftar vereceği yere gidiyorum. Ben iftar çadırı beklerken bir otelin bahçesinde yemek dağıtıldığını görüyorum. Bahçeden içeri girdiğimde meraklı bütün gözler bana çevriliyor. Yanıma birisi yaklaşarak, ‘’Hoş geldin, ben belediye başkanı Burhan Bayrakdar’’ diyor ve bisikletimi bırakacağım yeri gösteriyor. Belediye başkanı sadece beni değil, iftara gelen herkesi kapıda karşılıyor… Ben de herkes gibi sıraya girip yemeğimi aldıktan sonra boş olan bir masaya oturuyorum. Yemekten sonra belediye başkanı bana el sallayarak masasına davet ediyor. Masada ilçe kaymakamı Ali Arıkan ve TRT muhabiri Mustafa Kahya’da var. Birlikte çay içip sohbet ediyoruz. Ben onlara projemi ve amacımı anlattıkça bana daha fazla ilgi gösteriyorlar. Belediye başkanı, saygı duyulacak bir iş yaptığımı ve böyle bir gaye ile yollara düştüğüm için beni fahri hemşerileri yapmaktan gurur duyacağını söylüyor. Başkanın bu teklifi karşısında neye uğradığımı şaşırıyorum. Şaşkınlığımı üzerimden attıktan sonra ben de Yakakentli olmayı kabul ediyorum. O gece başkan Bayrakdar’ın misafiri oluyorum. Ertesi gün Mustafa Kahya’nın eşliğinde yeni memleketim Yakakent’i gezip fotoğraflar çekiyorum. Yakakent’in eski adı Gumenos’tur. 1967 yılında belediyeye kavuşurken 1991'e kadar kasaba, sonrasında ilçe olmuş. Aynı tarihte Gümenos adı Yakakent haline dönüşmüş. Balıkçılık ve tütün ön plandaki ekonomi unsurları olsa da yaz mevsimlerinde binlerce turist ilçeye önemli para bırakmaktadır. Aynı zamanda bir Japon şehri olan Kushimato’nun da kardeş kentidir... Yeni memleketimde gördüğüm sıcak ilgi beni gayet memnun ediyor. Başkan Bayrakdar’a ve hemşerilerime veda edip önce Bafra’ya ardından 19 Mayıs ve Samsun’a geçiyorum...

En sevdiğim soru: ‘’Karnın aç mı?’’
Samsun’a gitmeden iki gün önce Lise öğretmenim Kurtuluş Çelikcan beni aramış, eğer Samsun’a yolum düşerse onu mutlaka aramamı söylemişti. Ben de Samsun’a girer girmez Kurtuluş hocamı arıyorum. Kurtuluş hoca, Atakum’da beklersem bir saate kadar gelip beni alacağını söylüyor. O gelene kadar Atakum’u gezeyim diyorum ama hem karanlığa kalmışım hem de iftar vakti olduğu için sokaklar bomboş. Bisikletimi Tansaş’ın önüne çekip kaldırımda oturarak beklemeye karar veriyorum. Biraz sonra yanıma bir kişi gelerek en sevdiğim soruyu soruyor; ‘’karnın aç mı?’’ Ne güzel bir sorudur bu, kulağıma tıpkı şiir gibi, şarkı gibi geliyor. Evet evet evet on kere evet yirmi kere evet diyesim var ama ayıp olmasın diye sadece ‘’Evet abi, açım’’ diyorum ve Hızır gibi yetişen abi, beni Tansaş’ın yemekhanesine götürüp bir güzel karnımı doyuruyor...

Bisikletimin bakımını tornacıda, temizliğini oto yıkamacıda yaptırıyorum
Kurtuluş hoca ve eniştesi bir saat sonra gelip beni alıyorlar. Onlar da aç olup olmadığımı soruyor ama bu defa üzülerek hayır demek zorunda kalıyorum. Keşke tıka basa doldurduğum midemi biraz boş bıraksaydım ve onlara da evet deseydim! Ama yemekten sonra çay içip uzun uzun sohbet ederek hasret gideriyoruz. Geç gelmelerinin nedenini beni otele götürdüklerinde anlıyorum. Rahat edebilmem için yanıma gelmeden önce otele gidip bana yer ayırmışlar. Odama geçip duşumu aldıktan sonra deliksiz bir uykuya dalıyorum... Sabah telefonun sesiyle uyanıyorum. Ulaş Baydar’dan Samsun’da olduğumu öğrenen bisiklet forumun kurucusu Murat Kılıç arıyor. Nerede olduğumu ve bir şeye ihtiyacım var mı diye soruyor. Ben de otelde kaldığımı ama bisikletimin bakıma ihtiyacı olduğunu söylüyorum. Murat’la randevulaşıp öğleden sonra onun dükkanında buluşuyoruz. Murat ve abisi Mustafa beni çok sıcak karşılıyorlar. Önce tek teker Vahdet lakaplı tornacı Vahdet’in yanına gidip bisikletimin bakımını yaptırıyoruz ardından bir araba yıkamacıya gidip köpüklü suyla bir güzel yıkatıyoruz. Bisikletim Kurtik, üzerindeki kiri, pası ve yorgunluğu attıktan sonra temiz bir nefes alıyor. Unutmadan söyleyeyim, Vahdet’e tek teker demelerinin sebebi motosikleti tek teker üzerinde kullanmasıymış. Bunu o kadar iyi yapıyormuş ki, onlarca kilometreyi motosikletin önünü kaldırarak gidebiliyormuş! Bisikletimin bakım işleri bittikten sonra Murat’la dükkana dönüp yemek yiyoruz ve sonra onlarla vedalaşıp Kurtuluş hocamla görüşüyoruz. Canım örtmenimle sahile gidip gece saat ikiye kadar kumların üzerinde oturup sohbet ediyoruz... Ertesi gün hazırlıklarımı ve eksiklerimi tamamlayıp Samsun’un terme ilçesine doğru pedal basmaya devam ediyorum...

Beşinci ve altıncı haftanın sonunda toplamda yaptığım yol: 1200 km ve 74 olan kilom 74’te kalmaya devam ediyor.
 
Ben Hasan' ın yaptığı işe saygı duyuyorum. Sonuçta bir karar almış şimdi de uyguluyor. Yazılarını okurken gittiği yerlere sanki bende gittiğimi hissediyorum. Ben imkanı olduğu halde yanına para almadığı için insanlardan bedava yemek istemesinin (belkide kendim böyle birşey yapamayacağım için) yanlış olacağını düşünüyorum. Yani kısaca ben yapmam ama yapana saygı duyarım hatta yardımcı da olurum diyorum. Hatta bir lokanta sahibi olarak yemeğede beklerim. Kendisiyle görüşürseniz iletin lütfen.
 
Arkadaşla tanıştım çok iyi birisi yolu da izide acık olsun ' Şuanda Sis dağı keyfi yapıyor bizim takımla

Giresun/Görele.
 
Harika bir yazı olmuş elinize sağlık =) Anladığım kadarıyla laptonuzda yanında oldugundan eş zamanlı yazıp bizi harikalar diyarına götürmüşsünüz...
 
fatsaya geldiğinde onu aradım sonra buluştuk dolunay otelin çay bahçesinde çay içip sohbet etme imkanım oldu onunla hatta resim bile çekindik

yolun açık olsun hasan söylemez
pedalına kuvvet
 
Teşekkürler, Harika bir macera, devamını heyacanla bekliyoruz.
 
Proje ile ilgili bazı olumsuz yorumlar ortaya atılmış. Tabi herkesin kendi fikridir ama projeyi iyi analiz etmeden yorum yapmak yanlış olur düşüncesindeyim. Türk misafirperverliğini tabi bilmeyen yok ama ben haftalık yazıları okuduğumda bende kalan his Türk insanının misafirperverliği değildi. Sadece ve sadece "arınmaktı". Bir çoğumuz o yollara düşemeyiz, bir çoğumuz cebimizde para olmadığını söyleyemeyiz, bir çoğumuz açlığımızı dile getiremeyiz. Gurur/onur buna engeldir. Zaten olumsuz yorumlarda onur üzerinden yapılmış. Ama Hasan'ın yaptığı insanlara karşı dilenmek değil. Hasan'ın asıl amacı insanoğlunun arınmış yüzünü göstermek. Hasan yol boyunca yolda karşısına güvenebileceği ve muhabbet edebileceği bir insan çıkmasını, karnın doymasını ve yatabileceği bir yer olmasını bekliyor. Burda bizim anlamamız gereken onursuzluk değil, bir insanoğlunun en saf halinde neler yaşadığı, neler hissettiğidir.

Ayrıca sergilerdeki gelirlerin bağışlanacağını yazmış sitesinde. Bir de kitap mevzusu var. Kimse kusura bakmasın! Hasan'ın yaptığı işi kimse kolay kolay yapamaz. Eğer başarıyla tamamlarsa ve kitap çıkarırsa çok da güzel bir kitap olacağını düşünüyorum. Hasan kimseye ben bu işten para kazanmıycam demedi ki! Sadece 3-5 ay parasız bir yolculuğa çıkıcam dedi.

Sonuç olarak ortada güzel bir proje ve bir insanın yoğun bir emeği var. Bunu olumsuz yorumlayıp bu kişinin moralini bozmanın hiçbir manası yoktur.
 
@metin çalışkan

Aynen katılıyorum. Ama;

Sonuçta dikkat çekilmesi ve etkili bir reklam olması bakımından düşünüldüğünde oldukça iyi planlanmış bir gezi, aksiyon var, aç ve açıkta kalma ihtimali var. Yoksa forumda bu tarz geziler yapan oldu ama bu kadar ses getirmedi.
 
  • Beğen
Tepkiler: Recep TOPAL
Yol hikayeleri (özel bölüm)
Ah! Şu yollar. Değişen sadece şehir tabelaları değildir, bir hayattan başka bir hayata gidilmektedir aslında. Bir umutla yollardasınızdır. Uçuşup giden düşünceler kısa metraj film gibidir, her sahnede uzun bir hikaye vardır bilirsiniz. Başrolde siz varsınız ama doğadaki her şey ortaktır sizin bu yolculuğunuza. Dağlara, ağaçlara, denize, çiçeklere, böceklere, kentlere, insanlara vereceğiniz anılarınız vardır. Dokunursunuz hepsinin hayatına ve siz de onların bir parçası olursunuz artık. sonra bir arı gibi o polenleri toplar biriktirirsiniz kursağınızda. Bedeninizi ve emeğinizi bekleyen insanlar vardır. Uzaktan da olsa paylaşırsınız emeğinizi onlarla, peki ya bedeniniz? İşte ona da doğa karar verir, hükmünüz yoktur onun üzerinde…

Mutluluğunuzun doğadan ve insanlardan doğduğunu bilerek çıkarsınız engebeli yollara. Bazen rüzgar arkanızdan eser, hızla ilerlersiniz yolunuzda. Bazen de ters yönden eser zorlanırsınız ilerlerken. Gördüğünüz renklerin her tonunda ferahlar yüreğiniz, asfaltta ezilen canlıları gördükçe de kan ağlar içiniz. Ama ne olursa olsun, bilinmezlik, macera ve umut içeren o dev kapıyı bir kez araladıktan sonra bir daha asla kopamazsınız yollardan. ‘’Varacağınız yerden çok yolculuğun kendisidir anlamlı olan. Yollardan korkmayanlara ise yolculuk aşktır çoğu zaman.’’

Bisikletimle bir arabayı sağladığımda kendimle gereksiz bir gurur duyuyorum
Ramazan ayı olduğu için iftar çadırları benim için karnımı doyurabileceğim şenlik yerleridir. Terme’ye 10 km kala bir benzin istasyonuna girip Terme’de iftar çadırı var mı diye soruyorum. O sırada otomobiline benzin alan bir amca, ‘’beni takip et, ben de o taraftan geçiyorum sana gösteririm’’ diyor. Amca önde ben arkada iftar çadırına doğru yavaş yavaş gidiyoruz. Aslında yavaş giden kişi amcadır ben ise hızlı gidiyorum. Kilometre saatine baktığımda saatteki hızım 34 km’yi buluyor. Bazen pedallara daha sert basıp amcayı sağladığımda kendimle gereksiz bir gurur duyuyorum. Sanki yarışa girmişiz de ben onu geçiyorum gibi bir hisse kapılıyorum. Oysa istediği zaman egzoz dumanını yüzüme üfleyip ortadan kaybolabilir ama yapmıyor. Yine de bir arabayı bisikletle geçmek gerçekten çok güzel bir duygu... Akşam ezanının okunmasına bir saat varken iftar çadırına varıyoruz. Amca çadırı bana gösterip yoluna devam ederken ben de çadırın önünde meraklı gözlerle beni izleyenlerin yanına yaklaşıyorum.

-Selamün Aleyküm
-Aleyküm Selam, hoş geldin.
-Hoş bulduk, iftara çok var sanırım
-Fazla değil bir saat kaldı. Yolculuk nerden böyle?
-İstanbul’dan geliyorum.
-Bisikletle mi geliyorsun?
-Evet,
-Peki, nereye gidiyorsun?
-Türkiye’yi geziyorum. Ama bu akşam sahildeki kamp yerlerinde çadır kurmayı düşünüyorum.
-O halde sen seferisin, değil mi?
-Evet, seferiyim.
-Gel sana içerde yemek verelim de karnını doyur öyle git.

Diyerek, iftar öncesi karnımı bir güzel doyurup beni yolcu ediyorlar.

‘’Keşke bir bardak çay verseler diye içimden dualar ediyorum ama’’

Bisikletimi Terme’den Ünye’ye giderken 8 km uzakta olan çadır kampına doğru sürüyorum. Kampa vardığımda mangallarda yanan buram buram et kokusu aklımı başımdan alıyor. Kamp sorumlusunun yanına giderek çadır kurmak istediğimi söylüyorum. O da ücretini verdikten sonra istediğin yerde çadırını kurabilirsin diyor. Ama abi param yok deyince de beni gözleriyle aşağıladıktan sonra uzak bir köşeyi gösterip, orada çadırını kurabilirsin diyor. Sessizce onun gösterdiği o uzak yere gidip çadırımı kurduktan sonra bilgisayarımı ve telefonumu şarja takmak için kampın çay ocağına gidiyorum. Kamp sorumlusu ve arkadaşları iftarlarını açarken onlardan prizi kullanabilmek için izin istiyorum. Prizi işaret edip kullanabilirsin diyorlar ancak tuhaf bakışlarıyla beni taciz etmeye de devam ediyorlar. Gergin ortamı yumuşatmak için onlar iftarlarını yaptıktan sonra sofrayı toparlayıp etrafı süpürmek için yardım etmek istiyorum izin vermiyorlar, sohbet etmeye çalışıyorum soğuk davranıyorlar, ne yapıyorsam fayda etmiyor ve en sonunda bilgisayarımı açıp haftalık yazılarımı yazmaya başlıyorum. Onlar ise yemeklerini yedikten sonra çay üstüne çay içiyorlar. Canım o kadar çay istiyor ki, keşke bana da bir bardak çay verseler diye içimden dualar ediyorum ama nafile, adamların umurlarında bile değilim. Bakıyorum onlar çay verecek gibi değiller en sonunda kendim gidip çay istiyorum. Kamp sorumlusu ‘’niye paran yok?’’ dedikten sonra hışımla yerinden kalkıp, söylene söylene bir bardak çay veriyor. O bir bardak çayla gece geç saatlere kadar idare ediyorum. Sahura doğru kamp sorumlusu yanıma gelerek, ‘’sen zaten oruç tutmuyorsun. Biz sahur yapacağız haberin olsun.’’ Diyor. Adam gıcıklık olsun diye elinden ne geliyorsa yapıyor. Sabah erkenden uyanıp çadırımı toplayarak hızla oradan uzaklaşıyorum.

Benim yolculuğum ‘’Into The Wild’’ değil, Into The Life’dır.
Ben mazoşist miyim? Hayır, değilim. Peki, cebimde üç beş lira para olsaydı bu adam bana böyle davranabilecek miydi? Kesinlikle hayır. Gazeteci olduğumu söyleseydim sonuç değişir miydi? Elbette değişirdi. Karnım tok, sırtım pek o adamın yapmacık tavırlarıyla gülüp eğlenmeye çalışacaktık. Ben orada sabrımı ve gururumu sınıyordum. O adamın ne kadar doğal davrandığını bütün çıplaklığıyla görmeye çalışıyordum. Gururumun üzerindeki perdeyi sıyırarak, gerçeklerle yüzleşip biraz hırpalanmasını sağladım. Ben hem kendimi hem de insanları tanımaya çalışıyorum. Yolda karşılaştığım ve yardımını istediğim insanlara ben gazeteciyim bana yardım edin demiyorum. Önce aç, susuz, yardıma muhtaç bir insan olduğum için bana nasıl bir tepki göstereceklerini gözlemliyorum. Ardından söylemem gerekiyorsa eğer, gazeteci olduğumu söylüyorum. Burası Alaska veya Afrika değil. Ve ben vahşi bir hayatın içinde tek başına yaşam mücadelesi veren maceracı bir insan hiç değilim. Tamam yaptığım şeyin içerisinde macera var ama vahşi bir yaşam yok. Ben Christopher Mccandles gibi mutluluğu tek başıma dağlarda, insanlardan uzak kalarak aramıyorum. Aksine insanların içine karışıp onlarla birlikte yaşamayı, onların sevincini, hüznünü paylaşıp, onlarla mutlu olmanın peşindeyim. Benim yolculuğum ‘’Into The Wild’’ değil, Into The Life’dır. Ve ben Alexander Supertramp değil Hasan Söylemez’im.

Bu proje, parasız pedal çevirmekten ibaret değil!
Gerçekten göründüğü kadar kolay değil bu proje. Bir taraftan Anadolu insanının belgeselini çekerken bir taraftan toplumun duyarlı olması gereken konularla ilgili gezi ve yol hikayeleri yazıyorum. Bisikletin sağlıklı ve doğaya saygılı bir ulaşım aracı olarak kullanılabileceğine dikkat çekmek için sürekli pedal çeviriyorum. Her bölgede çektiğim fotoğraflarla sergiler düzenleyip bu sergilerde fotoğraf satışlarından elde edilen gelirlerin tamamını ise dernek, vakıf ve ihtiyaç sahiplerine bağışlıyorum. Karadeniz bölgesinde düzenleyeceğim fotoğraf sergisinin tarihi, yeri ve saati de belli oldu. 25 Eylül 2010 Cumartesi günü saat 13:30’da Trabzon’da Trabzon Sanat Evi’nde bu projenin ilk sergisi açılacak. Ardından bu sergi Trabzon Forum Alışveriş Merkezi’nde devam edecek. Çernobil faciasından sonra Türkiye’de kanser hastalığının en yaygın görüldüğü bölge Karadeniz bölgesidir. Bu bölgede yüzlerce insanımız kanser hastalığından dolayı hayatını kaybederken binlerce insanımızda bu hastalıktan kurtulmak için kısıtlı imkanlarla yaşam mücadelesi veriyor. Ben de Karadeniz sergimde kanser hastalarının tedavisine bir umut olabilmesi için fotoğraf satışlarından elde edilecek olan gelirlerin tamamını Kansere Umut Vakfı’na bağışlıyorum. Projemin temel amaçlarından biri zaten mutluluk ve paylaşımdır. Eğer birilerini paylaşımlarımla mutlu edebiliyorsam, amacıma adım adım ulaşıyorum demektir. Bu projede elbette kurum amirlerinden, tanıdıklarımdan ve meslektaşlarımdan manevi destek alacağım. Hakikaten büyük bir emek ve çaba sarfediyorum ve istediğim tek şey bu yolculukta insanların beni anlayışla karşılamalarıdır. Bu projede sadece yolculuk yoktur. Görmek isteyenler bu projenin sadece parasız pedal çevirmekten ibaret olmadığını anlayacaklardır...

Not: Doğu Karadeniz’de aşırı yağışlar nedeniyle aşırı ıslanıp soğuk aldım. Yol hikayelerimde aksamalar olabilir. Şimdiden özür dilerim...
 
Projemin temel amaçlarından biri zaten mutluluk ve paylaşımdır. Eğer birilerini paylaşımlarımla mutlu edebiliyorsam, amacıma adım adım ulaşıyorum demektir. Bu projede elbette kurum amirlerinden, tanıdıklarımdan ve meslektaşlarımdan manevi destek alacağım. Hakikaten büyük bir emek ve çaba sarfediyorum ve istediğim tek şey bu yolculukta insanların beni anlayışla karşılamalarıdır. Bu projede sadece yolculuk yoktur. Görmek isteyenler bu projenin sadece parasız pedal çevirmekten ibaret olmadığını anlayacaklardır…

HASAN SÖYLEMEZ
(link)
 
fotoğraf karelerin için ayrı bir teşekkür
anlatımın süper sanki bizde seninle beraber pedal çevirdik
ve kamp çadırının iplerini beraber çektik.
yüreğine emeğine ayaklarına ve ruhuna sağlık...
 
Geri