Hasan Söylemez/Bisikletle Türkiye Fotoğrafları Turu Yazı ve Resim Serisi

cabir

Üye
Kayıt
4 Şubat 2008
Mesaj
19
Tepki
14
Şehir
ALMANYA/ Nürnberg
İsim
Oktay Genc
Yillarca anlatilacak anilar yasiyorsun ,ve bizlerle paylasiyorsun.Allah yolunu acik etsin.paylasim icin tesekkürler.
 
  • Beğen
Tepkiler: emre güven
Scudo

Cem Şentin

Forum Bağımlısı
Kayıt
28 Temmuz 2010
Mesaj
1.411
Tepki
1.268
Şehir
İstanbul
Çok anlamlı bir tur düzenliyorsunuz. Umarım bu tur amacına gerçekten ulaşır. Şu an nerede olduğunuzu bilmek ve Ardahan'dan sonra yaptığınız maceranızın fotoğraflarını acilen görmek istiyorum.
 

Delta

Forum Demirbaşı
Kayıt
12 Mayıs 2010
Mesaj
463
Tepki
611
Şehir
İstanbul
İsim
Delta
Bisiklet
Geotech
Yol hikayeleri 12. ve 13. hafta

‘’Burada hava sıcaklığı insanların sıcaklığıyla ters orantılıdır’’
Karadeniz bölgesini Sahara Dağı’nın diğer yarısıyla birlikte arkamda bırakıp tamamen farklı bir iklimi, kültürü ve yaşantısı olan Doğu Anadolu Bölgesine, Ardahan’a geçiyorum. Ardahan 1800 rakımıyla Doğu Anadolu Bölgesinin en yüksek rakımlı ve en soğuk illerinden biridir. Zaten Sahara Dağı’ndan aşağıya inmeniz çok da uzun sürmez. Bulutlar hemen tepenizin üzerindedir. Etrafta gözünüzün alabildiğince geniş olan otlaklarda otlayan atları, sığırları ve kazları görürsünüz. Kura nehri şehrin içinden yılan gibi kıvrılarak geçer. Bölgenin tek geçim kaynağının büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve meracılık olduğunu söyleyebiliriz. Ardahan bölge itibariyle soğuk, elverişsiz iklimi ve işsizliğin de olması nedeniyle dışarıya çok göç vermiştir. Tabelada kent merkezinin nüfusu 17.000’dir. Ardahan pek çok etnik yapıyı da bir arada barındırır. İl genelinin nüfusunu; Türkler, Kürtler, Terekemeler, Ahıskalılar, Türkmenler ve yerliler oluşturur. Burada hava sıcaklığı insanların sıcaklığıyla ters orantılıdır. Kime selam verirseniz bir bardak çay içirmeden sizi göndermez. Güler yüzlüler ve onlarla konuşurken gözlerinde parlayan ışık içinizi ısıtır…

Ardahan’da gençlik spor müdürlüğüne bağlı bir kapalı spor salonunda üç gün kalıyorum. Yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımı orada çalışan personeller karşılıyor. Onlar kendilerine ne pişiriyorlarsa beni de ortak ediyorlar aşlarına. Bazen melemen, bazen nohut, bazen de tavuk pişiriyorlar. Ama her şeyden önemlisi bu yemekleri yüreklerinin ateşinde ısıtıp servis ediyorlar sofraya. Bu yüzden daha lezzetli oluyor o yemekler…

İneklerin otladığı meralarda golf oynayan çocuklar
Bu spor salonunda kalırken sıra dışı ve ilginç bir olaya da şahit oluyorum. Bulunduğum odanın camından dışarıdaki meraları ve o meralarda otlayan inekleri izlerken gözüme bir grup çocuk ilişiyor. Bu çocuklar ellerindeki sopalarla bir çeşit oyun oynuyorlar. Biraz daha dikkatle izlediğim zaman oynadıkları oyunu golfe benzetiyorum. Aramızda uzak bir mesafe olduğu için nasıl oynadıklarını net göremiyorum. En iyisi fotoğraf makinamın zoom’unu kullanarak ne yaptıklarını daha iyi anlarım diyorum ve bu defa fotoğraf makinasından onları izlemeye başlıyorum. Çocukları 560 mm lensle yakınlaştırarak izlemeye başladığımda gözlerime inanamıyorum. Çünkü çocukların ellerindeki sopalar gerçek golf sopaları ve vurdukları top ise gerçek golf topları. İneklerin otladığı o alanda ise topları atacakları bayraklar var. Zengin sporu diye bildiğimiz golfün böyle bir yerde hem de çocuklar tarafından oynanması gözlerimi fal taşı gibi açıyor. Hemen kendimi dışarı atıp onlara doğru koşuyorum. Yanlarına vardığımda gördüklerim karşısında bir kez daha ters köşeye yatıyorum. Çünkü golf oynamak için gereken bütün ekipmanlara sahip olan bu çocuklar, ineklerin otladığı bu merayı golf sahasına çevirmişler. Bir taraftan inekler otlarken bir taraftan da onlar golf oynuyorlar. Bir süre şaşkınlıkla o çocukları seyrediyorum. Daha sonra onları çalıştıran antrenör Tarkan İli’nin yanına gidip işin aslının ne olduğunu öğreniyorum. Meğer bu çocuklar golfü profesyonel olarak oynuyorlarmış. Turnuvalarda Ardahan’a defalarca Türkiye şampiyonluğu ve dereceler kazandırmışlar. Golf oynamayı bu meralarda çok zor şartlar altında öğrenip elde ettikleri başarıları duyunca onlara hayran kalıyorum. En büyükleri 17 yaşında olan bu çocuklar her gün buraya gelip antrenman yapıyorlarmış. Bu sporun sadece parası olan zenginler tarafından oynanmadığına, paranın ne kadar değersiz olduğuna bir kez daha şahit oluyorum…

Sinekler ve böceklerle yarışa giriyorum
Sabah hazırlığımı yapıp Ardahan’dan Çıldıra gitmek için yola koyuluyorum. Şehir merkezinde birkaç kişiye hangi yolu kullanarak Çıldıra gideceğimi soruyorum. İnsanlara yol dışında her zaman ikinci bir soru daha soruyorum. Bu soru da ‘’Çok rampa var mı?’’ Evet, bu ikinci soru birinci soruyla artık bütünleşmiş bir durumda. Aldığım cevaplara göre yol rampasız olsa bile bilinçaltımı çok rampa varmış gibi hazırlıyorum. Bazen iki tane dik rampa var diyorlar ve ben yol boyunca karşıma çıkacak olan o iki dik rampayı bekliyorum. Kafamda o iki dik rampayı o kadar büyütüyorum ki, Allah Allah! Nerede kaldı bu iki dik rampa derken o rampaları çoktan geçtiğimi fark ediyorum. Kendi kendimle çoğu zaman zihinsel oyunlar oynuyorum, ıslık çalıp avazım çıktığı kadar bağırarak şarkılar söylüyorum. Bazen rampa çıkarken hızım düştüğü için peşimden gelen sinekler ve böceklerle yarışa giriyorum. Alnımdan akan terin gözüme girmemesi için arada bir eldivenlerimle alnımdaki teri siliyorum. Uzun zamandır sinek ve böcek yutmamıştım ancak bugün o kadar çok sinek ve böcek yutuyorum ki neredeyse öğle yemeğine ihtiyacım bile kalmayacak. Rampa tırmanırken bir anda başımın etrafına üşüşen yüzlerce böcek sürüsü ağzımdan burnumdan içeri giriyor. Terli ve ıslak olduğum için küçük olan sinekler ise kamikaze yaparken kollarıma ve yüzüme yapışıyorlar. Bu bölgede küçük ve siyah sineklerin fazla olması çevredeki tezeklerden kaynaklanıyor…

Çoban köpekleri beni kovalarsa!
Yuttuğum sinekleri sindirdikten sonra yiyecek bir şeyler bulma ümidiyle yolumun üzerindeki Çıldır’a bağlı Eski Beyrahatun köyüne giriyorum. Köyün girişindeki köy bakkalının önünde meraklı gözlerle beni izleyen köylülerin yanında durup Selamün Aleyküm diyorum. Selamün Aleyküm’ü duyan köylülerin yüzündeki şaşkın ifadeyi giderebilmek için Türkçe konuşmaya devam ediyorum. Benim turist olmadığıma emin olduktan sonra gülümsemeye başlıyorlar. Bisikletimi bakkalın duvarına yaslayıp köylülerle bir süre sohbet ediyoruz. Bana çay ikram ediyorlar ve ben karnımın aç olduğunu söylediğimde hemen kahvaltılık bir şeyler hazırlıyorlar. Kimsin, necisin, nerelisin, nerden geldin nereye gidersin gibi klasik sorularına cevap veriyorum ardından köyü gezmek için yanlarından ayrılıyorum. Köy içerisinde dolaşırken beni kovalayan çoban köpeklerinden kurtulmak için bir evin bahçesine girip bisikletimi yere atarak ev sahibinin arkasında saklanmak için hızla koşuyorum. Ev sahibi köpekleri püskürttükten sonra bir bardak su ve bir bardak çay getirerek korkumu gidermeye çalışıyor. Ama köpekler hala rahat durmuyor gördükleri yabancıyı kendi bölgelerinden çıkarmak için habire havlayıp duruyorlar. Neyse bir süre sonra benden umudu kesip oradan ayrılıyorlar. Köpeklerden kaçarken bahçesine girdiğim ev halkıyla tanışıp fotoğraflarını çekince de iyi ki de köpekler beni kovalamış diyorum…

Havaların bir anda bu kadar soğuması beni ürkütüyor
Eski Beyrahatun köyündeki hareketli dakikalardan sonra Çıldır’a doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Rakım 2.000’lerde olduğu için güneş sanki daha yakın ve daha kavurucu. Oysa hava çok soğuk sadece güneş ışınları yakıyor. Akşamları ise hava sıcaklığı daha da düşüyor. Eğer sıcaklar böyle devam ederse ve ben Karadeniz’deki gibi oyalanırsam kışa yakalanmadan bu bölgeden çıkmam biraz zor görünüyor. Bu nedenle kar yağmadan ve doğunun şiddetli kışına yakalanmadan var gücümle pedal çevirmem gerekiyor. Doğruyu söylemek gerekirse havaların bir anda bu kadar soğuması beni ürkütüyor. Çünkü Muş’ta doğup büyüdüm ve bu bölgenin kışının ne kadar şiddetli olduğunu, yolların aylarca kapalı kaldığını biliyorum…

Meğer bana küfür eden kişi?
Akşam saatlerinde Çıldır’a varmak üzereyken Ardahan Vali Yardımcısı Ahmet Karatepe arıyor. Benim Ardahan’daki Kapalı Spor Salonunda kaldığımı ve oradan ayrılıp Çıldıra doğru gittiğimi öğrenince Çıldır’da öğretmen evinde konaklayabileceğimi söylüyor. Son dakikalarda karşıma çıkan bu tarz sürprizleri seviyorum. Eğer o aramasaydı soğuk havada ve akşam karanlığında çadır kuracağım güvenli bir yer bulma sıkıntısı yaşayacaktım. İlçe merkezine vardığımda ilk olarak karnımı doyurabileceğim bir yer arayışına giriyorum. Çarşıda gezerken bir kahvehanenin ikinci katından 25-30 yaş arası uzun saçlı bir gencin bana el kol hareketleri yaparak küfürler savurduğunu işitiyorum. Durup bir süre ona bakıyorum ama o hala küfür etmeye devam ediyor. ‘’İlçenize gelen her yabancıyı küfür ederek mi karşılıyorsunuz?’’ diye sorduğum anda kafasını içeri sokup ortadan kayboluyor. Çevredeki vatandaşlar bana edilen küfürleri duyunca o gence tepkilerini gösterip onun adına gelip benden özür diliyorlar. Meğer bana küfür eden kişi Çıldır’ın delisiymiş. Sadece bana değil önüne gelen herkese küfür ediyormuş. Bu yüzden ben de az önce yaşadıklarımı unutmaya karar veriyorum. Orada tanıştığım Atalay abi ise beni kendi kafesi olan Ağacan Cafe’ye götürerek akşam yemeğini ısmarlıyor. Atalay abiyle biraz sohbet ediyoruz. O da yıllarca gemilerde çalışmış ve dünyanın birçok ülkesini görme fırsatı yakalamış. En sonunda bütün her şeyi bir tarafa bırakıp memleketine yerleşmeye karar vermiş. Atalay abi; ’’ Bu topraklarda yaşadığım huzuru dünyanın hiçbir ülkesinde yaşayamadım’’ diyor… Ertesi gün sabah kahvaltısını da Atalay abiyle birlikte yapıp Çıldır’dan Kars’ın Arpaçay ilçesine doğru yola çıkıyorum.

Çıldır Gölünü görünce deniz görmüş gibi seviniyorum
Aslında Ardahan’dan Kars’a Çıldır’a uğramadan Susuz ilçesi üzerinden daha rahat gidilebilir. Ancak o yolu kullandığım takdirde Çıldır Gölünü görme şansım olmuyor. Bu nedenle yolu uzatıp Çıldır ve Arpaçay üzerinden Kars’a gidiyorum. Çıldır ilçesinden çıktıktan 5 km sonra göl görünmeye başlıyor. Deniz seviyesinden 1959 metre yükseklikte olan Çıldır Gölü, Doğu Anadolu Bölgesinin en büyük ikinci gölüdür. Yılın dört mevsiminde yapılan balıkçılık yöre halkı için önemli bir geçim kaynağıdır. Kışın buz tutan gölün üzerinde kayak yapıldığı gibi buz kırılarak balıkçılık da yapılıyor. Karadeniz’de görmeye alışık olduğum yeşili maalesef burada göremiyorum. Sonbahar mevsiminde olduğumuz için her taraf sap sarı çöl gibi görünüyor. Duyduğum kadarıyla yaz aylarında bu sarılık yerini yemyeşil otlaklara ve çiçeklere bırakıyor. Bir de gölün çevresindeki dağlarda bile bir tane ağaç yok. Bunun nedeni de sanırım rakımın yüksek olmasından kaynaklanıyor. Artvin’den sonra hiç deniz görmediğim için Çıldır Gölünü görünce deniz görmüş gibi seviniyorum. Karadeniz Bölgesinde deniz hep sol tarafımda kalırken bu defa Çıldır Gölü sağ tarafımda kalıyor. Deniz kenarında olduğumu hayal ederek bisikletimin pedallarını çevirirken göl kenarında balık tutan balıkçılar ve gölden su içen sığır sürüleri hayallerimdeki görselliğe farklı bir renk katıyorlar…

Hayal kurmak karın doyurmuyor!
Öğlen vakti karnımın acıktığını hissediyorum. Çıldır’dan çıktığımdan beri ne bir köy ne de bir ev görüyorum. Çantamda da açlığımı yatıştıracak bir şey yok. O an keşke oltam olsaydı da göl kenarında ben de balık tutsaydım diyorum. Tabi hayal kurmak karın doyurmuyor en iyisi pedallara daha sert asılıp en yakın köye biraz daha yaklaşmak. Ne kadar fazla pedal çevirirsem o kadar fazla terliyorum, doğal olarak su tüketimi de artınca mataramdaki suyu idareli kullanmak zorundayım. Allah’tan biraz sonra karşıma davarlarını otlatan bir çoban çıkıyor. Çoban beni görür görmez iki eliyle çayı karıştırıyormuş gibi bir işaret yaparak beni çay içmeye davet ediyor. Bisikletimi yol kenarında yere yatırıp çobanın yanına gidiyorum. Bohçasından çıkardığı plastik bardağa termostan sıcak bir çay koyup bana ikram eden çobanla biraz oturup yorgunluğumu atıyorum. Bohçasında sadece kendisine yetecek kadar yiyeceği ve içecek suyu olan çoban Ali onu da benimle paylaşmak istiyor. Ancak ona yetmez düşüncesiyle aç olmadığımı söyleyip teşekkür ediyorum. Bu yakınlarda köy yok mu diye sorduğumda ise ‘’şu tepeyi aştıktan sonra Doğruyol köyüne ulaşırsın’’ diyor. Ali’ye ikram ettiği çay için bir kez daha teşekkür edip yanından ayrılıyorum. Ali’nin gösterdiği tepeyi aştıktan sonra Doğruyol köyünün girişindeki askeriyeye uğrayıp içecek su istiyorum. Nizamiyede nöbet tutan asker telsizle komutanına bilgi veriyor. Beş dakika sonra elinde bir poşet ve bir bidon suyla yanımıza komutan geliyor. Bana suyla birlikte poşetin içerisindeki konserveleri ve meyveleri vererek; ‘’bu yakınlarda yiyecek satılan yer bulamazsın. Al bunları da yolda yersin’’ diyor. Oysa telsizle sadece su istemiştik demek benim aç olduğum komutanın içine doğmuş…

‘’Manyak mısın Kars’a bisikletle gidilir mi?’’
Göl kenarındaki taşların üzerinde oturup komutanın verdiği konservelerle karnımı bir güzel doyurup yola devam ediyorum. Arpaçay’a 10 km kala bir çeşmenin başında tuttukları balıkları yıkayıp temizleyen asfalt dökme işçilerine rastlıyorum. Onlar da el sallayarak gel çay iç diyorlar. Yanlarında taşıdıkları piknik tüpünün üzerinde kaynattıkları çay içimi ısıtıyor. Nereye gidiyorsun sorusuna Kars’a gidiyorum diye cevap verdiğimde ‘’Manyak mısın Kars’a bisikletle gidilir mi?’’ diye tepki gösteriyorlar. Ama İstanbul’dan geliyorum dediğimde ise bir anda yüz ifadeleri değişiyor ve yerlerinden kalkarak bisikletimi incelemeye başlıyorlar. Büyük bir şaşkınlıkla bisikletimi inceledikten sonra, ‘’Vallaha helal olsun biz arabayla bile gitmeye üşeniyoruz sen taaa oradan bisikletle geliyorsun’’ diyorlar. ‘’Peki, bu akşam nerede kalacaksın?’’ diye sorduklarında ‘’Ben de bilmiyorum sadece Arpaçay’da kalacağımı biliyorum’’ deyince hemen içlerinden Murat abi atılarak ‘’o halde biz seni misafir edelim’’ diyor. Diğerleri de Evet, Evet biz seni misafir edelim diyerek Murat abiyi destekliyorlar. Onlar arabayla ben bisikletle Arpaçay’a varıyoruz. Ben Murat abinin evinde kalacağımı düşünürken benim rahat edebilmem için TEİAŞ’ın misafirhanesinde telefonla bana yer ayırttıklarını öğreniyorum. Akşam yemeğini birlikte yedikten sonra beni misafirhaneye bırakıyorlar. Ertesi sabah ise onlar erkenden işe gittikleri için onlarla vedalaşamadan Arpaçay’dan ayrılıp Kars Merkeze doğru yol alıyorum…

Annemi özlüyorum
Arpaçay ve Kars arasındaki 45 km’lik yol boyunca yine etrafta hiç ağaç göremiyorum. Bazı yerlerde ayçiçeği ve yulaf tarlaları olmasına rağmen bölge genel olarak çorak topraklar ve otlaklarla kaplı. Gökyüzünde uçuşan yırtıcı ve büyük kuşları görünce insan ister istemez ürperiyor. Bir de havanın soğuk ve yağmurlu olması benim işimi daha da zorlaştırıyor. Hele bir kendimi Kars’a atayım bir çaresine bakarız deyip pedal çevirmeye devam ediyorum. Tabelası olmayan bir köyden geçerken burnuma gelen taze tandır ekmeği kokusunu duyunca bisikletimi kokunun geldiği yöne doğru sürüyorum. Bir evin bahçesinde otları patosa vurup saman yapan baba ve oğlun yanında durarak taze ekmek kokusunun buralardan geldiğini ve nerede yapıldığını soruyorum. Onlar da kendi tandırlarını gösterip tandıra kadar bana eşlik ediyorlar. Evin hanımı tandırdan yeni çıkardığı taze ekmekten bana verirken evin kızı da ekmeğe katık yapmam için yoğurt getiriyor. Bana ikram edilen taze tandır ekmeği ve yoğurdu yerken bir kez daha annemi özlediğimi hissediyorum. Ben Muş’ta yaşarken annem de tandır ekmeği yapardı. Biz de babamla birlikte bir tas yoğurdu alır tandıra giderek annemin pişireceği ekmeğin çıkmasını beklerdik. Annem pişen ekmeği çıkarınca önce üfler üzerine yapışan közü ve külü temizler ardından ‘’alın bakayım elinizi yakmadan sıcak sıcak yiyin’’ derdi… Tandır ekmeğinin tadı bir başkadır. Ne kadar yerseniz rahatsız etmez. Bir de yanında yoğurt olunca en kral yemekten daha kraldır…

Sekreterlikten kovulurcasına dışarı çıkartılıyorum
Yolda yemem için bana verilen tandır ekmeklerini bir poşete koyup çantama yerleştirdikten sonra tekrar demir atıma atlayıp yola devam ediyorum. İnişler, çıkışlar, tepeler derken yırtılan gökyüzünden yağan yağmurlarla birlikte Kars’a giriyorum. Şehir merkezlerinde her önünüze çıkan evin kapısını çalıp da ben tanrı misafiriyim deme ihtimaliniz çok düşüktür. Çünkü asayiş olaylarından dolayı güven sorunu vardır. Dilencisi ve dolandırıcısı çoktur. Kimse kolay kolay tanımadığı bir insanı evine almaz. Yağmurlu ve soğuk havada dışarıda kalmak hem sağlık açısından hem de güvenlik açısından iyi olmayacağı için köylerde ağanın, ilçelerde kaymakamın, il merkezlerinde ise valiliklerin misafiri olursunuz. Çünkü onlar kucaklarını daha geniş açabilirler, söz sahibidirler ve onların misafirperverliği halkının misafirperverliğini yansıtır. Ülkemiz dahil her devlette yurtdışından kaçak yollarla giriş yapan mültecilere bile sıcak bir çorba ve yatacak yer imkanı sağlanır… Ben de bu yağmurlu ve soğuk havada sığınabileceğim bir yer bulmaları için Kars Valiliğine gidiyorum. Durumumu oradakilere anlatıp bana yardımcı olmalarını istiyorum. Kars Valisi izinde olduğu için beni onun yerine bakan Vali Yardımcısına yönlendiriyorlar. Sekreterliğe gidip durumumu açıklayan bir yazı yazıyorum onlar da vali vekiline yazdığım yazıyı iletiyorlar. Ancak Vali Vekili ‘’ben bir şey yapamam ne hali varsa görsün’’ tarzında bir emir verdiği için sekreterlikten kovulurcasına dışarı çıkartılıyorum. Ben de Basın Halkla İlişkiler Müdürü Seyit Müçteba Erdem’e gidip başımdan geçenleri anlatıyorum. Bu defa Seyit Bey, Vali Vekiliyle görüşüyor. O da olumsuz bir yanıt alınca çaresiz oradan ayrılmak için ayağa kalkıyorum. Bu sırada Seyit Bey, ‘’Dur bir dakika, ben kendim sana yardımcı olacağım’’ deyip DSİ’nin misafirhanesinde bir gecelik yer ayırtıyor. Fakat o saatten sonra beni sarayda bile yatırsalar kabul etmek istemiyorum. Ancak Seyit Beyin iyi niyeti ve ısrarından sonra o geceyi DSİ’nin misafirhanesinde geçiriyorum. Ertesi gün yağmur şiddetini arttırarak devam ettiği için yine gidecek yerim yok ve kalacak yer sorunu yaşıyorum. Ne yapacağım diye kara kara düşünürken aklıma Gençlik Spor Genel Müdürlüğü Gençlik Daire Başkanı Adnan Gül geliyor. Onların hemen hemen her ilde misafirhaneleri olduğu için bana daha önce defalarca; ‘’gideceğin yerlerde bir evin var, bize önceden söyle sen gitmeden yerini ayıralım’’ demişlerdi. Ama ben planlı, programlı, kalacak yerimin belli olduğu bir yolculuk yapmak istemediğimden dolayı bunu kabul etmemiştim.

Son çare Adnan Gül’ü arayarak Kars’ta yaşadıklarımı anlatıyorum. Bana kızarak neden önceden haber vermediğimi söylüyor. Daha sonra Kars Gençlik Spor İl Müdürü Gürsel Polat’a talimat verip beni Kars’’taki sporcu öğrencilerin kaldığı bir yurda yerleştiriyorlar… Kars’ta kaldığım üç gün boyunca yağmur bir dakika olsun durmuyor ve ben adamakıllı ne dışarı çıkıp çekim yapabiliyorum ne de yoluma devam edebiliyorum. Üçüncü gün hava biraz açınca eşyalarımı toplayıp şehir merkezine gidiyorum. Kars kalesi ve çevresinde biraz çekim yaptıktan sonra 135 km uzaklıkta olan Iğdır’a gitmek üzere yola çıkıyorum.

Rüzgar yüzümü bıçak gibi kesiyor, parmaklarımı hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum
İstanbul’dan yola çıktığım günden beri gün içerisinde en fazla 90 km yol gidiyordum. Ancak bugün 135 km yol gideceğim ve ilk 15 km. kesintisiz rampa tırmanmak zorundayım. Bu rampayı aştıktan sonra Iğdır’a kadar yokuş aşağı ineceğim söylenmişti. Eğer yollar anlatıldığı gibiyse 135 km’yi dinlenerek ve fotoğraf çekerek saatte 20 km ortalama hızla akşama kadar tamamlayabilirim. O halde haydi Bismillah deyip bisikletimin pedallarını çeviriyorum. Fakat daha 5 km gitmeden yağmur serpiştirmeye başlıyor. Bugün kar bile yağsa bu yolu bitirmeye kararlıyım ve yağmurluğumu giyinerek en zor kısım olan 15 km’lik rampayı tırmanıyorum. Yağmurluk su geçirmemesine rağmen sırılsıklam oluyorum. Çünkü yoğun bir efor sarf ettiğim için sürekli terliyorum ve bu ter dışarı çıkamayınca doğal olarak beni ıslatıyor. Neyse ki zirveye ulaştığımda yağmur diniyor. Yağmurluğumu çıkarıp ıslak elbiselerimi değiştirdikten sonra yokuş aşağı pedal çevirmeden inişe geçiyorum. Hava o kadar soğuk ki, rüzgar yüzümü bıçak gibi kesiyor. Bisiklet üzerindeyken üşüyen parmaklarımı ise ağzıma götürüp hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum. Bu şekilde yola devam ederken önümdeki sis bulutlarını ve yağmuru görünce tekrar yağmurluğumu giyiniyorum. Beş dakika sonra ise önümdeki sis bulutları ve yağmurun içinde buluyorum kendimi. Yağmur o kadar şiddetli yağıyor ki parmaklarımın üzerine sert inişler yapan yağmur damlaları canımı acıtmaya başlıyor. Bufflarımdan iki tanesini elime ve parmaklarıma sarıp korunmaya çalışıyorum. Yağan yağmur yetmezmiş gibi bir de sis olunca görüş alanı 10 metreye kadar düşüyor. Gözlüğü çıkarsam gözlerimi açamayacağım, gözlüğümde araba camlarındaki gibi silecek de yok yağmur damlalarını sileyim bu yüzden görüş alanım daha da daralıyor. Dağ başında sığınabilecek ne büyük bir kaya ne de bir köy var, olsa bile sisten hiçbir şey görünmüyor. Gözü kapalı aşağı inerken bir çukura sert bir giriş yapıp yalpalıyorum. Gidon hakimiyetini zar zor sağlayıp frenlere yavaşça basarak duruyorum. Bisikletten inip arka tekere baktığımda ise patladığını görüyorum. Bütün aksilikler üst üste gelince bir bu eksikti o da oldu. Yağmur altında patlağı bulmaya çalışmak, onu yamalamak vs uğraşmak en az yarım saatimi alır. Bu nedenle yeni bir iç lastik takıp yola devam ediyorum. Biraz sonra arkamdan gelen traktör beni sollayınca göremediğim yoldan çıkmamak için Kars’ın Digor ilçesine kadar traktörü takip ediyorum. İlçe merkezine vardığımda karşıma çıkan ilk kahvehaneye giriyorum. O halde içeri girince bütün herkes dönüp bana bakıyor. Hemen kahvehanenin ortasında yanan odun sobasının başına gidip herkesin gözü önünde üzerimdeki ıslak elbiseleri, ayakkabılarımı ve çoraplarımı değiştiriyorum. Kahvehanecinin getirdiği ilk çayla içimi ısıtıyorum ikinci çayla ise öğrenci yurdunda bana verilen ekmek arası sandviçi yiyorum. Etrafımda toplanan meraklı kalabalığın sorularına cevap verdikten sonra tekrar bisiklete binip yola çıkıyorum. Digor’u yaklaşık 10 km geçince yağmur şiddetini azaltıp sis çekiliyor. Sol tarafımda kalan Ermenistan dağlarını ve köylerini izleyerek Iğdır’ın Tuzluca ilçesini de geçip akşam ezanında Iğdır Merkez’e varıyorum.

Yedisinden yetmişine herkesin bisiklet kullandığı şehir
Iğdır il sınırlarına girdikten itibaren görmeye başladığım ağaçlar bana biraz huzur veriyor. Zaten Iğdır’ın bir diğer ismi de Yeşil Iğdır’dır. Halkın geçim kaynağı büyük ölçüde tarıma dayanıyor. Aras Nehrinin suladığı Iğdır Ovasında genel olarak kayısı, elma, şeker pancarı, pamuk, karpuz ve domates gibi çeşitli sebze ve meyveler yetiştiriliyor. Ermenistan, Nahçıvan ve İran’la sınır komşusu olan Iğdır, dünyada üç ülkeyle sınırı olan tek şehirdir. Hatta il nüfusunun çoğunluğu Türkler, Kürtler ve Azerilerden oluşuyor. Havanın açık olduğu günlerde Ağrı Dağı Iğdır’ın her yerinden rahatlıkla görülebilir. Ancak orada kaldığım sürece açık havaya denk gelmediğim için ben bunu göremiyorum. Türkiye’de Konya’dan sonra bisiklet kullanımının en yoğun olduğu şehir de Iğdır’dır. Halk bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanmanın bilincine yıllar öncesinden varmış. Sokaklarda yedisinden yetmişine herkesin altında bisiklet görebilirsiniz. Ancak bisiklet yollarının olmayışı şehrin en büyük eksikliklerinden biridir. Ayrıca Türkiye’deki en iyi bisiklet firması olan Delta Bisiklet de burada doğmuştur...

İbrahim amcanın bisiklet sevdası Türkiye’nin gurur duyduğu bir markayı doğuruyor
İki gün önce bana kışlık malzemeler göndermesi için Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar’la görüştüğümde, ailesinin hala Iğdır’da yaşadığını ve oraya gittiğimde mutlaka abisini ve babasını görmemi söylemişti. Ben de Iğdır’a varır varmaz Ulaş’ın abisi Selam Baydar’ı arıyorum. Selam abi önce yorgunluğumu atmam için bir bardak çay ısmarlıyor ardından bir lokantaya götürüp iki buçuk porsiyon döner yediriyor. Evet, yanlış duymadınız iki buçuk porsiyon döner yiyorum. Sabah kahvaltısından sonra öğle vakti sandviç yemiştim. Bunun üzerine 135 km çileli bir yolculuktan sonra iki buçuk porsiyon döner az bile geliyor. Akşam evde sıcak bir duş alıp dinleniyorum. Ertesi gün Selam abinin oğlu Murat’la bisikletlerimize binip Iğdır’ı geziyoruz. Murat henüz ilköğretim öğrencisi ve bisiklete nasıl binilmesi gerektiğini aileden öğrendiği için kaskını ve kıyafetlerini giyinmeden bisiklete binmiyor. Murat öğlene kadar beni Iğdır’da gezdirdikten sonra okula gidiyor. Ben de Delta Bisiklet’in doğduğu dükkana gidip orada Ulaş’ın babası İbrahim amcayla tanışıyorum. İbrahim amca yetmişli yaşlarında fakat hala bisikletle eve gidip geliyor. Ailenin bisiklet sevdası aslında ondan kaynaklanıyor. Bundan 50 yıl öncesine kadar bisiklet binen İbrahim amca, Iğdır’da bisiklet dükkanı açan ilk kişi. Ondaki bu sevda çocuklarına da bulaşınca ailenin neredeyse hepsi bisikletçi oluyor. Iğdır’dan sonra ilk şubeyi Ankara’da açıyorlar ardından İstanbul’da ve daha sonra Türkiye’nin birçok ilinde bayilikler vermeye başlıyorlar. Benim de şu an bindiğim, Avrupa standartlarında üretilen ve birçok dünya markası kalitesinde olan Geotech’i üretiyorlar. Bu markayı dünyanın en büyük bisiklet fuarlarından biri olan Euro Bike ve IFMA fuarlarında sergileyerek Türkiye’yi temsil eden tek firma oluyorlar. İbrahim amcanın bisiklet sevdasıyla başlayan bu hikaye Delta Bisikletin başarılarıyla Türkiye için bir gurur kaynağı oluyor...

Iğdır’da kaldığım süre boyunca Baydar ailesi beni diğer çocuklarından ayırt etmiyor. Selam abi bisikletime bakım yapıp ihtiyacım olan bütün malzemeleri kışlıklarımla birlikte tamamlarken Selam abinin eşi ise börekler, pastalar ve sıcak ev yemekler yapıp karnımı doyuruyor. Iğdır’da öğretmenlik yapan lise arkadaşlarım Ajda ve Murat’la da görüşme fırsatı buluyorum. Onlarla da lise yıllarımızı anıp uzun sohbetler ediyoruz ve Iğdır’daki son geceyi de Murat’ın evinde geçirdikten sonra ertesi gün kışlıklarımı giyinip Ağrı’nın Doğu Bayazıt ilçesine doğru pedal çeviriyorum...
 

coşkun ayaz

Daimi Üye
Kayıt
27 Nisan 2007
Mesaj
252
Tepki
661
Şehir
kocaeli
Selamlar Hasan Kardeşim,
Bu belgesel nitelikli gezini bisikletle yapıyor olman zeten beni mest ediyor. Bir de şahane fotoğrafların yok mu , yeme de yanında yat cinsinden.
Yolun açık olsun...
 
  • Beğen
Tepkiler: gokhan erdogan
Kayıt
21 Mayıs 2010
Mesaj
2
Tepki
2
Şehir
Ankara
umarım bu yolculuğu güzel bir şekilde atlatıp dönersiniz. çok güzel bir anlatım olmuş. iyi pedallamalar...
 
Kayıt
29 Ağustos 2010
Mesaj
12
Tepki
10
Şehir
istanbul
yazilariniz ve ozellikle fotograflar cok basarili, tebrik ederim. Iyi yolculuklar
 

Cem Şentin

Forum Bağımlısı
Kayıt
28 Temmuz 2010
Mesaj
1.411
Tepki
1.268
Şehir
İstanbul
Sayenizde Iğdır'a kadar Türkiye'yi gezmiş gibi olduk. Artık Iğdır'dan sonraki yolculuğunuzu heyecanla bekliyoruz.
 

Delta

Forum Demirbaşı
Kayıt
12 Mayıs 2010
Mesaj
463
Tepki
611
Şehir
İstanbul
İsim
Delta
Bisiklet
Geotech
Haber Türk'den Hem projenin hemde serginin haberi. Pedallar hayali yarıladı! Bisikletle beş parasız 5 bin kilometre yol gitti. Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren gazeteci ve fotoğrafçı Hasan Söylemez, üzerine hiç para almadan bisikletle çıktığı Türkiye turunda 5 bin kilometreyi geride bıraktı. 11 Temmuz’da cebindeki banka kartlarını kırıp son parasını da çocuklara dağıtarak ‘‘Bisikletle Parasız 10 Bin Km. Türkiye Turu ve Türkiye Fotoğrafları’’ projesi için İstanbul’dan yola çıkan Hasan Söylemez, yolculuğunun 5 bininci kilometresini Gaziantep’te tamamladı.

HAYATI BELGELİYOR
Gazeteci Hasan söylemez, Anadolu insanının yaşam tarzını, kültürünü, çeşitliliği ve misafirperverliğini; hem gazeteci hem fotoğrafçı hem de o hayatı yaşayan sıradan bir insanın gözüyle yazılar ve fotoğraflarla belgeliyor. Yolculuk boyunca parayı hayatından çıkarmasının nedenini de insanları daha yakından tanıyıp anlayabilmek için onlara her anlamda ihtiyacının olması gerektiği şeklinde açıklıyor. Söylemez gittiği her bölgede çektiği fotoğraflarla sergiler düzenleyip bu sergilerin gelirlerini ise dernek, vakıf ve ihtiyaç sahiplerine bağışlıyor. Sadece Türkiye’nin sınır bölgelerinde pedal çeviren Hasan Söylemez, İstanbul’dan başlayarak önce Karadeniz ardından Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sınır illerini gezdi. "Mutluluk paylaştıkça gerçektir" sloganıyla yola çıkan Söylemez, Karadeniz bölgesinde çektiği fotoğraflarla geçtiğimiz ay Trabzon’da projenin ilk sergisini açtı.

KANSER HASTASINA UMUT
Çernobil Faciasından sonra Karadeniz bölgesinde artan kanser vakalarına dikkat çekmek ve kanser hastalarına destek vermek amacıyla bu serginin gelirlerini Kansere Umut Vakfı’na bağışladı. Hasan Söylemez’in sergi gelirlerinden elde edilen paralar bir kanser hastasına umut oldu ve hastanın ilk ameliyatı yapılarak tedavisine başlandı.

GELİRLER KÖY OKULLARINA
Söylemez, şimdi de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çektiği fotoğraflarla önce Gaziantep ardından Iğdır’da düzenleyeceği sergilerin gelirlerini ise köy okullarına bağışlıyor. Sergi, 26 Kasım Cuma günü saat: 17:00’da Gaziantep Sanko Park Alışveriş Merkezi’nde açılacak. Gaziantep’ten sonra 3 Aralık Cuma günü ise Iğdır İl Kültür Müdürlüğü binasında devam edecek.
 
Kayıt
19 Ekim 2010
Mesaj
1
Tepki
0
Şehir
istanbul
Muhteşem bir tur, sadece düşünülmesi, hayal edilmesi bile zor olan bir sürecin yaşanması ve bizlerle paylaşılabilmesi olağanüstü.
Bizlere ışık tutmanız, yorumlarınız ve görselleriniz mükemmel.
Yüreğinize, kaleminize sağlık.
 

Cem Şentin

Forum Bağımlısı
Kayıt
28 Temmuz 2010
Mesaj
1.411
Tepki
1.268
Şehir
İstanbul
Bugün Iğdır'daki sergi de bitmiş anlaşılan artık. Iğdır-Gaziantep arasındaki maceranızı heyecanla bekliyoruz Hasan Bey.
 

BF Okuru

Forum Bağımlısı
Kayıt
6 Eylül 2004
Mesaj
164.844
Tepki
789
Bu seferde ben ekleyeyim dedim :) Katkımız olsun

Yol hikayeleri 14. ve 15. hafta

İki kız kardeşin geçimsizliğinin sonu...

Bir zamanlar düz bir ovada yaşayan bir köylünün iki kızı varmış. Bu iki kız kardeş bir birleriyle hiç geçinemezlermiş. Bir gün ihtiyar baba çalışamayacak duruma gelince çaresiz kalıp kızlarını odun toplamaya göndermiş. İki kız kardeş gittikleri yerde yeterince sobada yakacak odunu toplamışlar. Sonra abla odunları küçük kardeşin sırtına yüklemiş ve eve doğru yola koyulmuşlar. Biraz yol gittikten sonra beli ağrıyan küçük kız ablasına;

- Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı!

Diye seslenmiş. Abla küçük kardeşin bu sesine kulak asmamış ve yoluna devam etmiş. Biraz daha gitmişler küçük kız yine ablasına seslenmiş ama ablası hiç oralı bile olmamış. Küçük kız sonunda dayanamamış ve ablasına;

- Abla abla, senin gibi ablam olacağına olmaz olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın, belimdeki ağrı adın, seller yağmurlar muradın olsun. Demiş.

Ablası durur mu? O da küçük kız kardeşine vermiş veriştirmiş.

- Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun. Saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı olsun.

Derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu kaplamış ortalığı. Biraz sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş... Biri Küçük Ağrı, diğeri Büyük Ağrı. Böylece iki geçimsiz kardeşin ikisi de birer dağ olmuş…

Doğu’da yaşayanlar bilirler. Uzun kış gecelerinde büyükler tarafından bu ve buna benzer efsaneler çok anlatılırdı. İki kız kardeşin geçimsizliğini, iki dağa dönüştüren sonları da Ağrı Dağı ile ilgili anlatılan efsanelerden biridir. Dört mevsim boyunca zirvesindeki karların erimediği, Ağrı Dağı’nı avucunun içi gibi bilen İskender Iğdır dâhil birçok dağcıyı yutan, hakkında şiirler, şarkılar yazılan bu dağın, aynı zamanda eteklerinde Nuh’un gemisini sakladığına da inanılır…

Ağrı Dağının eteklerini bisikletle tırmanmak
İsminden dolayı herkesin Ağrı ili sınırları içinde yer aldığını düşünmesine rağmen Ağrı Dağı’nın yüzde sekseni Iğdır sınırları içindedir. 5137 metre yüksekliğiyle; Türkiye, Nahçıvan, İran ve Ermenistan olmak üzere dört ülkeden izlenebiliyor. Ancak Iğdır’da kaldığım üç gün boyunca hava sisli olduğundan dolayı bu güzelliği tam anlamıyla göremiyorum. Iğdır’dan Doğubayazıt’a gitmek için öncelikle Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmanmam gerekiyor. Hafif eğimlerle başlayan yaklaşık 25 km’lik rampayı, Doğubayazıt’ta çekeceğim Ağrı Dağı fotoğraflarını hayal ederek pedallamaya başlıyorum. Puslu havada dağ eteklerinde tek sıra halinde ilerleyen koyun katarlarını izlerken ilk 10 km’yi arkamda bırakıp bir jandarma kontrol noktasına geliyorum. İşte burada yolculuğumun ilk kimlik kontrolü yapılıyor. Yolda çoban köpeklerine dikkat etmem konusunda uyarılarda bulunan nöbetçi askerler, mataramdaki suyu da değiştirdikten sonra kimliğimi verip beni gönderiyorlar. Askerler beni çoban köpekleri konusunda uyardıktan sonra bu bölgedeki çoban köpeklerinin ne kadar saldırgan olabildiklerini düşünüyorum. Daha önce de karşılaşmıştım bu köpeklerle. Uzaktan çok vahşi görünmelerine rağmen yanlarına gidip sevdiğin zaman kuzu gibi oluyorlar. Ancak hepsi aynı değildir. Bazıları o kadar saldırgan ki, sahibi bile zapt etmekte güçlük çekebiliyor. Peki ya rampa tırmanırken bu saldırgan olan köpeklerden biri gelse ve yakınlarda sahibi de görünmüyorsa o zaman ne yapacağım? O korkuyla saate 8-9 km’yle çıktığım rampayı 20 km’le çıkarım. Hayır, olmaz. Yine yetişir ve ben nefes nefeseyken ısırır beni. O halde bisikletimin yönünü aşağı doğru çevirir, güçlükle çıktığım bu rampayı saatte 50 km hızla aşağı inerim… İşte böyle kafamda senaryolar kurarak rampa yukarı pedal çevirirken, uzaktan havlayarak bana doğru koşan bir çoban köpeğinin gerçekliğiyle irkiliyorum.

İstediğimiz kadar acil durumlarda neler yapacağımızla ilgili çok ince planlar yapalım o anı yaşamadan nasıl hareket edeceğimize karar veremeyiz. O anı yaşadığınızda saliseler içinde aklınıza öyle bir fikir gelir ki, yaptığınız onca planın havada kaldığını görürsünüz. Ve aklınıza gelen o fikir en doğru fikirdir. Bazen de hiçbir şey düşünemezsiniz donup kalırsınız. Bazen de hiç beklemediğiniz bir olay gerçekleşerek sizin kurtuluş biletinizi keser… Peki, ben o anda ne mi yaptım? Sadece durdum ve neler olacağını beklemeye başladım. Benim durduğumu gören çoban köpeği de durdu ve bir süre durduğu yerden havlamaya devam etti. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip gitti ve ben de rahat bir nefes aldım…

‘’Oyun arkadaşları koyunlar ve köpekler, oyuncakları ise çamur ve taşlardır’’
Koçerleri bilir misiniz? Koçerler Yüzyıllardır Doğu ve Güneydoğu’daki yaylalarda hayvancılık yaparlar. Hayvancılıktan elde ettikleri; et, süt, yağ, yoğurt, yün vs. ile Türkiye ekonomisine de ciddi katkılar sağlıyorlar. Doğu’da yolculuk yaparken her an bir Koçer çadırı görmeniz mümkündür. Yerleşik bir hayatları olmadığı için çocuklar o çadırlarda doğar ve büyür. Birçoğu okula gidemez, yüzlerine baktığınız da masumiyeti ve o saf temizliği görürsünüz. Elbiseleri yırtıktır, ayaklarında ya bir terlik ya da bir lastik ayakkabı vardır. Oyun arkadaşları koyunları ve çoban köpekleridir. Oyuncakları ise çamur ve taşlardır. Hallerinden hiçbir zaman şikâyetçi değillerdir çünkü bizim yaşadığımız şatafatlı hayat onlara çok uzak ve çok yabancıdır. Gözlerinde mutluluğun sonsuz ışığını görürsünüz. Onlar Koçerlerdir, konup göçerler. Yaylaları, otları, soğuk suları onlara sorarsınız. Her koyuna bir isim vermişlerdir. Biz konuşarak bile anlaşamazken onlar dili olmayan bu hayvanlarla müthiş bir iletişim kurarlar…

İşte Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmanırken bir Koçer çadırı görüyorum. Bisikletimi yol kenarına bırakıp çadıra doğru gidiyorum. Çadırın erkekleri hayvanları otlatmaya götürdüğü için çadırda sadece iki küçük kız çocuğu ve anneleri var. Bir de çadırın az ilerisinde yere çakılı bir kazığa bağlı hasta bir köpek var. Ben hemen bu sevimli çocukların fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Yüzlerindeki tebessüm utangaçlıklarıyla karışıyor, en küçük çocuk elindeki haşlanmış patatesi kabuğuyla kemirerek annesinin arkasına saklanıyor. Büyük çocuk ise en masum gülücükleriyle mutluluğunu içime işliyor. Çocukların annesi de bizi izleyip gülümsüyor. Sonra bana hoş geldin deyip çadıra girerek bir tas ayran getiriyor. Ayran aslında bardaktan değil tastan içilir. Köylerde ve kırsal yerlerde kimse size bardakta ayran vermez. Çünkü bu bir gelenektir. Yüzyıllardır ayranı tastan içerler. Bardak sonradan onların hayatına girmiştir ve o da sadece çay içiminde kullanılır…

Ağrı Dağı’nı sol tarafıma alıp demir atımla Doğubayazıt’a doğru gitmeye devam ediyorum. Hava yine hafif sisli ve bulutlar bir peçe gibi gizliyor Ağrı Dağı’nın zirvesini. Koyun sürüleri otluyor dağın eteklerinde, çevredeki köylerin bacalarından yükselen dumanlar ise kardeşlerin birbiriyle iyi geçindiğini müjdeliyor…

Hava souğuk, dışarıdayım, cebimde para yok ama çok mutluyum
Doğubayazıt’ın girişinde bisikletimi yol kenarına çekerek, termosumdan çay içip kumanyamdaki ekmek arası domates ve peyniri yiyorum. Sonra Doğubayazıt’a girip İshakpaşa Sarayına çıkan taş parkeli yolu kullanarak tekrar rampa tırmanmaya başlıyorum. Bir saat 15 dakika pedal çevirmenin ardından İshakpaşa Sarayının 100 metre altında bulunan Murat Kampinge varıyorum. Beni kapıda işletme sahibi Murat Şahin ‘’Welcome’’ diyerek karşılıyor. Ben ise ‘’Hoşbulduk’’ diyerek cevap verince gülümsemeye başlıyor. Murat abiye burada çadır kurmak isteğimi ama paramın olmadığını söylüyorum. Elini sırtıma vurarak ‘’Paranın hiç önemi yok, istediğin yerde çadırını kurabilir ve istediğin kadar kalabilirsin. Ama önce gel bir çay iç ve dinlen.’’ Diyor. İçeri geçip çayımızı içtikten sonra birlikte dışarı çıkıyoruz ve bana rüzgarı daha az hissedeceğim bir yer göstererek çadır kurmama yardımcı oluyor. O akşam aç olan karnımı da Murat abi doyuruyor. Murat Şahin Doğubayazıt’lı. Ağrı Dağına tırmanmak isteyenlere; İngilizce, Almanca, Rusça ve Farsça rehberlik yapıyor. Bugüne kadar 300’ün üzerinde zirve yapan Murat Şahin 2010’da da Ağrı’ya 15 zirve yapmış… Hava bozup yağmur yağmaya başlayınca çadırıma giriyorum. Termosumda sabahtan kalan ılık çayı içerken yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Hava soğuk, dışarıdayım, cebimde para yok ama çok mutluyum...

‘’Zindanlarda çığlık atan tutuklulula ve kapıdaki muhafızlar!’’
Ertesi sabah uyandığımda çadırın tavanının neredeyse yüzüme yapışacak kadar aşağı çöktüğünü görüyorum. Gece yağan yağmur çadırın üzerinden baskı yapmış, toprak ıslanmış ve çiviler de gevşeyince gergin olan çadır büzüşerek o hale gelmiş. Hemen çadırı eski haline getirip Murat abinin ikramıyla kahvaltı yapıyorum. Hava açık ve güneşli, öğleden sonra da böyle devam ederse İshakpaşa Sarayı’nın kuzeyindeki yüksek dağa çıkıp yumuşak bir ışıkla Ağrı Dağını yüksek bir yerden fotoğraflayabileceğim. Ancak şansım burada da yaver gitmiyor. Güneşli hava bir anda yerini rüzgara ve yağmura bırakıyor. O gün akşama kadar hava bir açılıp bir kapanıyor. Ben de bu sırada İshakpaşa Sarayını gezme fırsatı buluyorum. İshak Paşa Sarayı, İstanbul Topkapı Sarayından sonra Osmanlı devletinin lale devrinde yapılan sarayların en ünlüsüdür. Bu saray 1685 yılında İshak Paşanın babası Çolak Abdi Paşa tarafından yapımına başlanmış, 1784 yılında ise oğlu İshak Paşa tarafından tamamlanmıştır. Som altından yapılan kapısı 1917 rus işgalinde sökülüp götürülmüş ve hala devam eden görüşmelerde kapının Türkiye’ye iadesi konusunda bir sonuç alınamamıştır. Lise yıllarında bize tarih derslerinde dünyanın ilk kalorifer sisteminin bu sarayda yapıldığı anlatılırdı. Hatta çeşmelerinden süt aktığının bile rivayet edildiği söyleniyordu. Ben de sarayın içini orada hala insanların yaşadığını hayal ederek geziyorum. Sarayın avlusunda bekleyen insanlar, selamlık dairesinde paşanın misafirlerini yolcu edişi, haremdeki kadınların aynalar karşısında süslenip birbirleriyle güzellik yarışına girmeleri, camide cemaat halinde namaz kılanlar, pencerelerden şehri izleyen saray sakinleri, mutfakta saray aşçılarının yemek pişirmeleri, erzak odalarını dolduran işçiler, hamamda yıkananlar, kütüphanede ders çalışan öğrenciler, zindanlarda çığlık atan tutuklular ve kapıdaki muhafızlar… İshak Paşa Sarayından dışarı çıktığımda saray önünden geçen insanları, seyyar satıcıları ve dilencileri görmeyi beklerken büyük bir sessiliğin içinde buluyorum kendimi…

‘’İnsanların gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyorum’’
Sonraki gün çadırımı toplayarak önce Tendürek dağını aşıp Van’ın Çaldıran ilçesi üzerinden Muradiye’ye geçmek üzere yola koyuluyorum. Rüzgar sakallarımı ve yüzümü okşarken İshak Paşa Sarayının yılan gibi kıvrılan taş parkeli yokuşundan, hiç pedal çevirmeden Doğubayazıt’a iniyorum. Bana el sallayan, selam veren ve gülümseyerek bakan insanların gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyorum. İlçe merkezinden uzaklaştıkça tarlalarda çalışan insan manzaralarını, toprak evleri ve yakacak olarak kullanılan tezek kümelerini izliyorum. Yol üzerindeki köylerden çay içmeye, yemek yemeye davet eden köylülerin samimiyetiyle bacak kaslarıma dolan enerjiden güç alarak Tendürek dağını tırmanıyorum. Yüzyıllar önce kusan bu dağın etrafa saçtığı lavlar tıpkı çöplere dökülen taş kömürü külü gibi duruyor. Bu öyle büyük bir kül çöpü ki, milyonlarca kamyon hiç aralıksız çalışarak kül taşısa yine bunu başaramaz. İşte Tendürekten geçerken yaratıcının o muazzam gücüne bir kez daha şahit oluyorum…

Van Gölü’nde yüzen göz bebeklerim!
Artık Doğu Anadolu bölgesinin en büyük vilayeti olan Van’a gitmenin vakti geliyor. Daha önce Çıldır Gölüne yaklaşırken yaşadığım heyecana benzer bir heyecanı yaşıyorum pedal çevirirken. Ufak tefek rampaları aştıkça kalp atışlarımın ritmi de gittikçe artmaya başlıyor. Aslında denize olan özlemimi Van gölünün eşsiz güzelliğiyle gidermenin heyecanıdır bu. Önce Bend-i Mahi çayındaki sazlıklarda balık tutan balıkçıları görüyorum. Ardından mavinin en güzel tonlarıyla insana huzur veren Van gölü çıkıyor karşıma. Hemen bisikletimden inip bir kayanın üzerine çıkarak kollarımı açıyorum ve göz bebeklerimi o eşsiz maviliklerde yüzdürerek ruhen ve bedenen gevşiyorum… İçimde pır pır eden kuşu azat edip yükleniyorum pedallara ve karşıma çıkan rampaları nasıl geçtiğimin farkına bile varmadan kendimi Van’ın içinde buluyorum. İlk olarak iskeleye gidip bir çay bahçesinde oturarak göz bebeklerimi Van denizinde bir kez daha yüzdürüyorum. Sonra Anadolu Ajansının Van muhabirliğini yapan arkadaşım Ahmet İzgi’yle buluşuyoruz. Van’da kaldığım dört gün boyunca da Ahmet’in misafiri oluyorum…

Van
Van Urartulardan kalan bir şehirdir. Urartuların başkenti olan Van’ın o zamanki adı Tuşba imiş. Bölgedeki kazılarda bulunan kalıntılar; Van’ın tarihinin M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzandığını gösteriyor. Şehir, bu zaman dilimi içerisinde birçok medeniyete de ev sahipliği yapmış. Van Gölü ise Türkiye'nin ve dünyanın en büyük soda gölüdür. Gölün suyu çok tuzlu ve sodalıdır. Yani normal deniz suyundan 6 kere daha tuzludur. Gölün sodalı ve tuzlu suyunun cilt hastalıklarına iyi geldiği söylenmektedir. Hatta ben bunu bizzat yaşadım. 1999 yılında vücudumdaki kaşıntılara ilaçlar çare olamazken Van Gölü’ne girdikten sonra kaşıntıların bir hafta içerisinde geçtiğine şahit oldum. Van Gölü'nün deniz yüzeyinden yüksekliği, 1720 m, Yüzölçümü 3765 km2’dir. Yani Marmara Denizi'nin 3/1 i kadardır. Göl Nemrut Dağı'nın patlaması sonucu oluşan Set Gölü'dür. Eski sınırları Muş Ovası'na kadar uzanmaktaymış. Ancak bazı evreler sonucu bugünkü halini almış. Her mevsim, her saatte farklı bir renk alan, gündoğumu ve günbatımının muhteşem olduğu bu gölü herkesin görmesi gerekir. Van deyince akla kahvaltı gelir. Sadece Van’da değil, Türkiye’nin birçok ilinde Van kahvaltı salonlarına rastlamak mümkündür. İşte Van’ın yerel lezzetler sunan mutfağının önemli bir kısmını da bu kahvaltı salonları oluşturuyor. Kentin hemen hemen her sokağında bulunan kahvaltı salonlarında kendine özel masaları, kaymak, bal, otlu peynir ve tereyağı gibi doğal ürünler donatıyor...


Van kedileri sağır olurlar!
Türkiye’de kediden bahsederken ilk akla gelen türlerin başında Van Kedisi gelir. gözleri her ikisi mavi, her ikisi kehribar veya bir gözü mavi diğer gözü kehribar renkte olmak üzere üç çeşit olabiliyor. Ama son yıllarda nesli tükenmek üzere olduğundan dolayı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi onları koruma altına almak için üniversite kampüsünde bu kediler için özel bir ev yapmış. Van’a gelirken özellikle bu kedilerin fotoğraflarını çekmek istiyordum. Hani diğer kediler gibi değiller ki her sokak başında karşılaşmanız mümkün olsun. Kendi memleketlerinde bile kolay kolay rastlayamazsınız bu kedilere. Ben de üniversiteden özel izin alarak şu meşhur kedi evine giriyorum. Daha içeri girer girmez etrafımı onlarca kedi kuşatıp sırnaşıyorlar. O kadar nazlı ve özenliler ki, onlara dokunmak istediğiniz anda hemen uzaklaşıyorlar. Madem uzaklaşacaksın ne diye sırnaşıyorsun diye sormak istersiniz ama o zaman da şöyle bir gerçeğin farkına varırsınız. Van Kedileri genelde sağır olurlar. Yani ona bir isim verseniz ve o isimle kediyi çağırsanız sizi duymaz. Van kedilerini diğer kedilerden ayrılan ilginç bir özelliği daha vardır. Bu kediler suyu çok severler ve yüzerler. Eğer suya doğru gidiyorsa, bu zorunluluktan değil, sadece zevktendir… Kedi evinde çekim yaptıktan sonra bisikletimle tekrar şehir merkezine dönerken yolda lise arkadaşım Serdar’la karşılaşıyorum. Beni bisiklet üzerinde ve Van’da görünce önce şaşırıyor sonra sevinçle boynuma sarılıyor. Serdar, Van’ın bir köyünde öğretmenlik yapıyormuş. Onu gördüğüm sırada köy dolmuşunu bekliyordu. İkimizin de vakti olmadığı için sadece ayaküstü hasret giderip ayrılıyoruz…

‘’Lüks restaurantlarda havyar ve suşi yiyenler asla bunun zevkine varamazlar!’’
Van’ı çevreleyen yüksek dağların zirvesindeki karlar, doğunun sert kışına yakalanacağımın habercisi gibi görünüyor. Fazla vakit kaybetmeden kendimi önce Hakkari’ye oradan Şırnak’ın Cizre ilçesine atmam gerekiyor. Ancak Cizre’ye ulaştığımda hava sıcaklığındaki değişikliği hissedebilirim. Aksi takdirde yüksek rakımlı bu bölgede geçirdiğim her dakika benim aleyhime işliyor. Bir sabah uyandığımda şiddetli kar ve tipiden dolayı bu bölgede mahsur kalma ihtimalim çok yüksek. Beni kışa yakalanmaktan başka ne yolların zorluğu ne de ıssız dağlar endişelendiriyor. Bir an önce yola çıkmak için hazırlıklarımı yapıyorum ve Van’ın en yüksek ilçesi olan Başkale’ye doğru pedallara asılıyorum. Van’dan çıkabilmek öyle kolay değil, öncelikle 2225 rakımlı Kurubaş Geçidini aşmam gerekiyor. Ardından 2730 rakımlı Güzeldere Geçidini de aşınca ancak 2460 rakımlı Başkale ilçesine varabilirim. Kışa yakalanma korkusu bana bu yüksek rampaları öyle bir tırmandırıyor ki, sanki peşimden beni kovalayan bir sürü çoban köpeği var gibi. İlk rampayı tırmandıktan sonra yol kenarındaki büyük bir kayanın üzerine çıkıyorum. Termosumdan bir bardak sıcak çay içerek, ayaklarımın altında kalan Gürpınar’ı ve etraftaki yüksek dağları izliyorum. Sonra kendimi ödüllendirmek için bisikletime binip kendimi aşağı doğru salıyorum. Evet, saatlerce süren tırmanışların ödülü hep 10 dakikalık inişler oluyor. Daha önce anlatmıştım; bu öyle bir haz ki, 10 dakika içinde kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz… Gürpınar – Başkale yol ayrımına geldiğimde yol kenarında öğle yemeği yiyen çobanlara rastlıyorum. Beni sofralarına davet eden bu çobanlarla otlu peynir, zeytin ve tandır ekmeği yiyoruz. Lüks restaurantlarda havyar ve suşi yiyenler asla bunun tadı ve zevkinin verdiği mutluluğu yakalayamazlar...

Hayat sürprizlerle doludur
Akşam karanlığına kalmadan Başkale’ye yetişmem gerekiyor deyip tekrar yola devam ediyorum. Dağlarda sarının her tonuna rastlamak mümkün. Dağ eteklerinde ise bahardan kalan son yeşillikleri büyük bir iştahla biçen koyunlar var. Güzelsu beldesine yakın bir yerde arka tekerimin patlaması beni biraz oyalıyor ama hala Başkale’ye varma ümidimi yitirmiyorum. Ta ki, Güzeldere geçidine çıkan 33 virajda arka tekerin iki defa daha patlamasına kadar. Burada en az bir saat vakit harcıyorum. Çevrede hiç yerleşim yeri yok, ve karanlık birazdan çökmek üzere. Bu rampayı tırmanmak ise en az iki saatimi alır. Bu saatten sonra bisikletle Başkale’ye varmamın imkanı yok. O halde ne yapabilirim? Yoldan geçen araçlardan yardım isteyebilirim. Yalnız bir sorun daha var. Akşam olduğu için yoldan 10 dakikada bir araç geçiyor, tek tük geçen kamyonlar ise hınca hınç dolu ve rampada durmak onlar açısından büyük bir risk oluşturuyor. Bir taşın üzerinde oturup çaresiz beklemeye başlıyorum. Yaklaşan araba ışıklarını görünce ayağa kalkıp el sallıyorum ama duran yok. Duranlar ise küçük otomobiller, onlara da bisikleti bindiremiyoruz. Yaklaşık bir saatlik beklemeden sonra nihayet bir kamyon biriket yüklü olmasına rağmen duruyor. Bisikletimi arkaya iple bağlıyoruz ve geri kalan 20 km’lik yolu kamyonla giderek Başkale’ye varıyorum.

Ben yolda kalınca Van’daki arkadaşım Ahmet’i aramış karanlıkta Başkale’ye varacağımı söylemiştim. O da sağ olsun oradaki öğretmen evinde bana yer ayırttırmıştı. Öğretmen evine gittiğimde öyle bir sürprizle karşılaşıyorum ki resmen afallıyorum. En son 13 yıl önce Muş Anadolu Lisesi’nde resim derslerime giren öğretmenim İsmet Samsa’yla karşılaşıyorum. İsmet hocam bu öğretmen evinin müdürlüğünü yapıyormuş. Burada sürprizlerle karşılaşmaya devam ediyorum. Lise arkadaşlarımdan Senem’in de burada öğretmen olduğunu öğreniyorum. Uzun bir aradan sonra eski bir arkadaş ve öğretmenle karşılaşmak müthiş bir duygu. Başkale’de onlarla üç gün geçiriyorum. Daha sonra tekrar demir atıma binerek Zap suyunu akışına doğru takip edip Hakkari’ye geçiyorum.
 

memre

Üye
Kayıt
11 Temmuz 2006
Mesaj
91
Tepki
112
Şehir
İstanbul-Kadıköy
insanımızı çok seviyorum...fotoğraflar ve paylaşım için şok teşekkürler,
hepimizin boyle turlar yapabilmesi dilegiyle...
 

Ahmet Salih Özenir

Forum Bağımlısı
Kayıt
8 Nisan 2010
Mesaj
2.105
Tepki
3.691
Şehir
Mersin
Bisiklet
Merida
Hasan Söylemez; altı aydır Türkiye'yi pedallayan, fotoğraflayan, anlatan... Çok memnunum bugün sizinle tanışmış olduğum için... Yarın birlikte Erdemli'ye kadar pedallayıp, sizi tekrar serüveninizle başbaşa bırakacağız...

Yolunuz ve bahtınız açık, pedalınız güçlü olsun... :in:

Mersin'den saygı ve sevgilerimle...
 

bisikletseven

Forum Bağımlısı
Kayıt
6 Eylül 2008
Mesaj
1.038
Tepki
1.577
Şehir
Ordu----Artvin
Bisiklet
Trek
Saatlerdir okuyorum çok güzel şeyler yaşamışsınız. Ünye'deki kamp alanındaki güvenlik görevlileri ile diyaloğunuz okuyunca ben olsam çadırımı toplar giderdim dedim ama siz maneviyatta çok derinlere inmiş zor olanı yapmışsınız. Zaten yaptığınız yolculuk da zorluklara göğüs görmeyi gerekli kılıyor. Size yaşamanızı diliyorum ve her pedala basışınızda yaşadığınızdan ve yaptığınızdan mutlu olmanızı.
 

Cem Şentin

Forum Bağımlısı
Kayıt
28 Temmuz 2010
Mesaj
1.411
Tepki
1.268
Şehir
İstanbul
Hasan Bey, çok güzel bir tura imza atıyorsunuz. Ancak nerede olduğunuzu bilmiyorum. En azından turunuzun Van-Gaziantep bölümündeki maceralarınızı anlatırsanız sevinirim.
 

Yunus YILMAZ

Forum Bağımlısı
Kayıt
30 Ekim 2010
Mesaj
639
Tepki
604
çok güzel görüntüler yer alıyor resimlerde.
hayırlısı ile bir bitirse
hep beraber sevinecez
 

BF Okuru

Forum Bağımlısı
Kayıt
6 Eylül 2004
Mesaj
164.844
Tepki
789
Yol hikayeleri 16. ve 17. hafta Gitme Hasan, öldürürler seni!
‘’Gitme Hasan, öldürüler seni, aç kalırsın, bir daha çıkamazsın o bölgeden!’’ Gözlerinde inanılmaz bir korku vardı. Acıyarak bakıyordu bana. Gideceğim yerleri düşündükçe bu sözler nefretle çıkıyordu onun ağzından. Sık sık ölüme gittiğimi tekrarlıyordu. Sonra sesi kısılmaya başladı ve bir süre sonra benden umudunu kesip sessizce ölüm haberimi beklemeye başladı… O susmuştu ama sesi hala kulaklarımda çınlıyordu. ‘’Gitme Hasan, öldürürler seni’’ İnsan eti yiyen, yamyamların yaşadığı, kendilerine benzemeyen herkesi parçalayıp yedikleri bir bölgeye gideceğimi düşünüyordu. Korkuyordu, çünkü orayı hiç görmemişti, acıyordu çünkü korkularının esiriydi, nefret ediyordu çünkü başka bir dünyada yaşıyordu... Bu ses, bana gelen bazı maillerin kafamda vücut bulmuş haliydi. Van il sınırlarına girdiğimden beri sürekli kulaklarımda çınlıyordu. Başkale’den çıkıp Hakkari yoluna girdiğimde ise bu sesin şiddeti kulaklarımı sağır ediyordu. Duymak istemiyordum onu, gerçek değildi söyledikleri. Gerçek olan tek şey vardı o da; Türkiye’nin Türkiye’ye en uzak olan noktasına gittiğimdi…

Fotoğraflarını çekmek istediğimde birden tedirgin oluyorlar!
Gökyüzündeki bulut kümeleri hemen tepemin üzerindeler. Elimi uzatsam dokunacak gibiyim. Etrafımdaki yüksek dağların arasından Zap vadisine doğru ilerliyorum. Sol tarafımda sessizce akan Zap suyu Hakkari’ye kadar bana eşlik edeceğini fısıldıyor. Birkaç km ilerde İran köyleri görünüyor. Yollar çok sakin 10 dakikada bir tek tük geçen araçlar dışında kimseler yok. Zap suyunun çevresinde uzak mesafelerde tabelası bile olmayan köylerle karşılaşıyorum bazen. Hava soğuk, ellerim üşüyor. Giyindiğim kışlık kıyafetler beni soğuktan korumaya çalışıyor. Rakım yüksek ondandır diyorum. Fakat dağların zirveleri beyaza bürünmüş bile. Kış erken geliyor yüksek kesimlere...

15 Km sonra karşıma bir köy çıkıyor, yol kenarında beni meraklı gözlerle izleyen iki genç karşılıyor. Onlara yaklaştığımda el işaretleriyle durmamı istiyorlar. Yanlarında durup ‘’Selamün Aleyküm’’ diyorum. Çok da fazla şaşırmıyorlar. ‘’Nereye gidiyorsun? Gel otur bir çay içelim’’ diyorlar. Memnuniyetle kabul ediyorum. İçlerinde evi en yakın olan Murat’ın evine gidiyoruz. Biz Burhan’la kapıda beklerken Murat oturmamız için içerden iskemleler getiriyor. Beş dakika sonra çaylar da geliyor. Sanki her an misafir gelecekmiş gibi hazırdır çayları… Gözlerinde bir yabancıyla oturup sohbet etmenin sevincini görüyorum. Heyecanlılar, hem dinlemek hem de anlatmak istiyorlar. İkisi de liseyi yeni bitirmiş. Şu an köylerinde gündelik işlerde çalışıyorlar. Benim bisikletle neden gezdiğime hala bir anlam veremiyorlar. Fotoğraflarını çekmek istediğimde ise birden tedirgin oluyorlar. Gözlerindeki o ışık sönüp yerini şüpheye bırakıyor. Çünkü alışık değiller, hiç tanımadıkları birisi neden fotoğraflarını çeksin? Onların bu isteksizliğini görünce fotoğraf çekmekten vazgeçiyorum. Çayımdan son bir yudum aldıktan sonra eldivenlerimi takıp bisikletime binerek rehberimi (Zap suyu) takip ediyorum.

Çıkılmayı bekleyen bir labirentin tam ortasındayım!
Su, eğim olmayan yerlerde durağandır, eğer bir akıntı varsa orada eğim vardır. Ben de Zap suyunu akış yönüne doğru takip ettiğimden dolayı pedal çevirmek çok kolay ve saatteki hızım 25 km nin altına düşmüyor. Hakkari İl Sınırı tabelasının önüne geldiğimde içimde garip bir heyecan hissetmeye başlıyorum. Etrafımda sanki özenle yontulup duvar gibi dümdüz hale getirilmiş yüksek kayalar var. Çıkılmayı bekleyen bir labirentin tam ortasındayım, sadece gökyüzünü görebiliyorum. Yapa yalnızım hiç kimseler yok. Telefonuma baktığımda şebekenin çekmediğini görüyorum. Biraz tedirgin oluyorum ancak içimde zerre kadar korku yok. Aksine bu durum daha çok hoşuma gidiyor ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum; ‘’Öözgürlüüüüükk’’ sesim sert kayalara çarparak yankı yapıyor. Sonra boş yolda ellerimi yana doğru açıp başımı gökyüzüne doğru çeviriyorum. Birkaç saniye gözlerimi kapadıktan sonra derin bir nefes alıp tekrar bisikletimin gidonunu tutarak pedal çevirmeye devam ediyorum. Önüme yine tabelası olmayan isimsiz köyler çıkıyor. Karadeniz’deki gibi bu köylerde kahvehaneye yok, arkamdan beni kovalayan köpekler de yok. Evlerinin önünde oturan kadınlar ve çocuklar şaşkınlıkla beni izlemekle yetiniyorlar. Bir evin önünde durduğumda yanıma on yaşlarında bir çocuk yaklaşarak ‘’bisikletin çok güzel’’ diyor. ‘’Eğer büyük ve ağır olmasaydı sana verirdim bir tur atardın’’ diyorum, çocuk gülümsüyor. Mataralarımı verip bana su doldurmasını istiyorum. Çocuk bir çırpıda eve koşup mataralarımı annesine veriyor. Biraz sonra su dolu mataralarla geri dönüyor. Adın ne diye sorduğumda bana ‘’Egit’’ diyor. Buralarda ‘’A’’ ‘’E’’ diye okunur…

"Anam dedi ki git bu ekmeği o adama ver dedi"
10 km sonra bir başka isimsiz köyden daha geçiyorum. Bu köy de Zap suyunun diğer tarafında. Asma köprülerle karşıdan karşıya geçiliyor. Top oynayan çocuklar beni gördüklerinde oyunlarını bırakıp uzaktan el sallıyorlar, ben de bisikletimden inmeden onlara el sallıyorum. İçine girdiğim labirent bazen daralıp bazen genişliyor. Yollar hep aşağı doğru eğimli ve ben yüksek dağların ihtişamını izleyerek pedal çeviriyorum. Karşıma önceki köylere oranla biraz daha büyük bir köy çıkıyor. Yol da köyün tam ortasından geçiyor. Bu köyü diğerlerinden farklı kılan bir özellik daha var. O da; bir evin odasının küçük bir bakkala dönüştürülmesi. Bakkalın önünde küçük çocuklar top oynarken büyükleri de onları izliyor. Evin bahçesinde de dumanı tüten bir tandır var. O anda canım tandır ekmeği çekiyor. Hemen yanlarına gidip selam veriyorum. Oradaki çocuklar dahil herkes elimi tek tek sıkıp hoş geldin diyorlar. Ben bisikletimden inip büyüklerle birlikte bakkalın önünde otururken, çocuklar ise top oynamayı bırakıp bisikletimi incelemeye başlıyorlar… Bakkal Serhat, köy koruculuğu yaparken evinin bir odasını da bakkal yaptığını anlatmaya başlıyor. Hakkari merkezden ufak tefek mutfak malzemeleri, çocuklar için de bisküvi ve gofret getirip sattığını söylüyor. Beş dakika sonra bir çocuk elinde kocaman bir tandır ekmeğiyle yanımıza yaklaşarak; ‘’Anam dedi ki git bu ekmeği o adama ver dedi’’ diyerek minik elleriyle uzatıyor mis gibi kokan sıcak ekmeği. Sonra arkasını dönüp koşarak uzaklaşıyor… Tandırda ekmek pişirilirken fotoğraf çekmenin iyi bir fikir olduğunu düşünerek Serhat’tan fotoğraf çekmek için izin istiyorum. Ancak fotoğraf deyince onun da bir anda yüz ifadesi değişiyor ve ‘’Boş ver, fotoğraf çekip ne yapacaksın?’’ diyor. Neyse çekmeyelim o halde deyip bana verilen sıcak tandır ekmeğinin yarısını yiyip, yarısını da çantama koyduktan sonra Serhat’a teşekkür ederek yola devam ediyorum.

Devrimci Gençlik Köprüsü
Artık Hakkari’ye varmak üzereyim. Yolda usulca bisikletimin üzerinde ilerlerken Zap suyunun üzerinde yeni kurulduğu belli olan bir köprü dikkatimi çekiyor. Biraz daha yaklaştığımda köprünün isminin Devrimci Gençlik Köprüsü olduğunu görüyorum. Normal sıradan bir köprü olduğunu düşünüyorum ancak hikayesini sonradan öğrendiğimde hiçte öyle olmadığını anlıyorum. Yıl 1969 Hakkari’de geçit vermez Zap suyu canlar almaya devam ederken, İstanbul Boğazı’na ilk köprüyü yapma çalışmaları başlamıştır. 68 gençliği içinden bir grup üniversite öğrencisi, ülkenin doğusu ile batısına eşit yatırım yapılması yaklaşımıyla İstanbul Boğaz Köprüsü’nün yapımına karsı çıkarlar ve Zap suyunun üzerine bir köprü yapmak için Hakkari’ye giderler. Orada 70 genç 22 günde çelik halatlar üzerinde tahta bir köprü yaparlar. Aradan 30 yıl geçer kimliği belirsiz kişilerce bu köprü yıkılır ve bölge halkı mağdur bırakılır. 2010 yılında ise yazar Cezmi Ersöz ve bazı sanatçıların girişimleri sonucu Barışa Köprü olması amacıyla yeniden yapılıp halkın hizmetine sunulmuş...

Kartal yuvasında şıklık ve zarafet!
Hakkari girişindeki polis kontrol noktasında kimlik kontrolüm yapılıyor. Sonra yüksek dağların arasındaki kartal yuvasını andıran şehir merkezine doğru tırmanışa başlıyorum. Yaklaşık sekiz kilometrelik bir tırmanışın ardından hava kararmak üzereyken kartal yuvasına varıyorum. Burada gazeteci arkadaşım Yılmaz Kazandıoğlu beni karşılıyor. Onunla birlikte akşam yemeğini yiyip Hakkari’de nasıl bir program yapacağımızı konuşuyoruz. İlk iki gün Yılmaz’ın misafiri oluyorum bir gece de lise arkadaşlarım Ali Ümit ve Nazlı’da kalıyorum. Hakkari’de özellikle düğün çekimi yapmak istiyorum. Bunu Yılmazla konuştuğumda bu hafta bir arkadaşının düğünü olacağını ve ondan çekim yapmak için izin isteyeceğini söylüyor. Sabırsızlıkla düğün sahibinden gelecek olan izini bekliyorum. Nihayet Yılmaz’dan müjdeli haber gelince düğün evine gidip çekimler yapmaya başlıyorum. Hakkari’de düğünler düğün salonunda başlayıp düğün salonunda bitmez. Düğünler iki gün hem damat evinde hem de gelin evinde düzenlenen değişik eğlence programlarıyla yapılır. Bu günün önemine binaen davetliler en güzel elbiselerini giyerler, genç kızlar ve kadınlar şıklığı ve estetik görünüşüyle dikkat çekici yöresel kıyafetleri giyerler. Başa takılan rengarenk püsküllerle süslenmiş kesrevanlar, ayak bileklerine kadar uzanan kıras ve fistanlar, kollara dolanan levendiler, ince bellere takılan gümüş kemerler ve diğer aksesuarlarla yöre kültürünün ve yaşamının en renkli örnekleri sergilenir. Düğünler renkli, hareketli ve geniş katılımlı olur. Gelen davetlilere yer sofraları serilir ve yöresel yemekler ikram edilir. Misafirperverliğin en güzel örnekleri gösterilir...

Hakkari’den ayrılıp Şırnak’a geçme vakti geldiğinde arkadaşlarımla vedalaşıp kendimi kartal yuvasından aşağı doğru salıyorum. Bir saatte çıktığım sekiz kilometrelik yokuşu 10 dakikada iniyorum. Polis kontrol noktasında görev yapan polisler bana çay ısmarlamak istiyorlar, onlarla birlikte oturup bir süre sohbet edip çaylarımızı içtikten sonra bisikletime binerek yine Zap suyunu takip etmeye başlıyorum.

Askerler benden kimlik sormuyorlar ama ismimle hitap ediyorlar!
Haritama baktığımda eğer Üzümcü beldesinden Şırnak’a geçersem yolu 20 km kısaltacağımı görüyorum. Bu yolu kullanarak gitmeye karar veriyorum ancak Üzümcü beldesine vardığımda verdiğim kararın yanlış olduğunu anlıyorum. Çünkü haritada görünen bu yol devlet yolu değil, stabilize toprak bir yol. Şayet bu yolu kullanırsam 20 km kısaldığı için erken gitmem, aksine yolu en az 80 km kadar uzatmış olurum. Hemen karar değiştirip Köprülü’den gitmek üzere pedallara asılıyorum. Köprülüye vardığımda Jandarma kontrol noktasında beni askerler karşılıyor. Önceki kontrollerden çok farklı bir durumla karşılaşıyorum. Askerler benden kimlik sormuyorlar ama bana ismimle hitap ediyorlar. Yolların güvenli olduğunu, gönül rahatlığıyla yoluma devam edebileceğimi söyleyip beni yolcu ediyorlar. Askerlerle ve Zap suyuyla vedalaşıp 2470 metre rakımlı Çığlı geçidini tırmanışa başlıyorum. Başkale’den beri sol tarafımda bana eşlik eden Zap suyu artık yok. Bu defa solumda Irak sınırı ve Irak dağları var. Kısa molalarla tırmanışıma devam ederken etrafımdaki muazzam dağların büyüsüne kapılıyorum... Biraz sonra önümde bir otomobil duruyor ve içinden bir adam inerek; ‘’Hadi bisikleti arabanın bagajına bindirelim seni gideceğin yere kadar götüreyim’’ diyor. ‘’Hayır abi, ben böyle devam edeceğim’’ diyorum ama ısrarla beni arabasıyla götürmek istiyor. Benim inadım onun inadını yenince ısrar etmekten vazgeçiyor. ‘’O halde Çığlı’dan aşağı indiğinde Ortaköy var. Seni orada bekleyeceğim bu akşam benim misafirim olacaksın’’ diyor. Adamın iyi niyetli olduğu yüzündeki ifadeden anlaşılabiliyor. Zaten Çığlı’yı geçene kadar karanlığa kalmış olacağım. Bu adamın misafiri olmaktan başka bir alternatifim olmadığı için teklifini kabul ediyorum...

Var gücümle bisikletimin pedallarını çeviriyorum, bugüne kadar kaç dağ, kaç rampa tırmandım hatırlamıyorum bile. Sanırım alıştım artık tırmanışlara… Çığlı’ya varana kadar iki tane Jandarma kontrol noktasından daha geçiyorum. Buralarda da bana ismimle hitap ediliyor. Bölgede kuş uçsa haberleri oluyor… Zirvedeki Jandarmaya Ortaköy’de falanca kişinin evinde kalacağımı söylüyorum. Onlar da Ortaköy’deki jandarmayı arayıp benim köyde kimin evinde kalacağımın bilgisini veriyorlar…

Benim için tavuklarını kesiyorlar!
Hava kararmaya başladığında ben hala Çığlı geçidinden aşağı iniyordum. Yolda arka tekerim patladığı için biraz oyalanmıştım. Neyse köye vardığımda yol kenarında beni Sadık abi karşılıyor. Birlikte onun evine gidiyoruz. Önce bisikletimi ahıra götürüp oradaki küçük bir odaya bırakıyoruz ardından evin önündeki çeşmede elimi, yüzümü ve ayaklarımı yıkayıp içeri geçiyoruz. Eve girişimizde büyük ve yerde halı olmayan bir holden geçiyoruz, holün sonundaki sağ kapıda ayakkabılarımızı çıkarıp odaya giriyoruz. Odada yerdeki mindere bağdaş kurarak oturan yetmiş yaşlarında bir amca var. İçeri girdiğimizde yaşlı amca başından sarkan sarığı bir eliyle omuzlarından arkasına atıyor sonra diğer eliyle yerden güç alıp ayağa kalkmaya çalışıyor. Onun ayağa kalmasını önlemek için hızla yanına gidip önce elini sıkıyorum sonra yerinden kalkmaması için diğer elimle kolunu tutup aşağı doğru baskı yapıyorum.

-Hoş geldin, başımın üzerine geldin.
-Hoş bulduk amca, Allah razı olsun.
-Nasılsın, iyi misin?
-Şükürler olsun, sizin gibi insanlarla tanıştıkça daha da iyi oluyorum.
-Sen şimdi burada bizim misafirimizsin. Düşmanın bile gelse bizi ezmeden sana dokunamaz haberin ola.
-Eyvallah amca...

Biz otururken evin diğer sakinleri de sofrayı hazırlıyorlar. Yere serilen sofrada tavuk yahnisi, bulgur pilavı, yoğurt ve bal var. Sadık abi tavuk yahnisini işaret ederek; ‘’Et tazedir, senin için kestik’’ diyor. Onların bu ilgisi utandırıyor beni… Yemekten sonra çay ve meyveler geliyor akşam ona kadar sohbet ediyoruz. Yatma vakti geldiğinde ise beni misafir odasına götürüyorlar. Yere serilen döşek ve üzerine bırakılan simli, kalın yorganı göstererek burada uyuyabilirsin diyerek odadan çıkıyorlar…

Kimse fotoğraf çekilmek istemiyor!
Sabah saat 07:00’da uyanıp kahvaltımızı yapıyoruz. Birlikte fotoğraf çekilelim dediğimde onlar da diğerleri gibi ‘’gerek yok’’ diyerek kabul etmiyorlar. Aslında buradaki insanların fotoğraf çektirmemelerinin haklı nedenleri var. Tamam misafir kim olursa olsun en iyi şekilde ağırlarlar ancak kim olduğunu bilmezler, fotoğrafların ne amaçla kullanılacağını kestiremezler. Çünkü bugüne kadar çekilen fotoğrafları gazetelerde ve televizyonlarda terör olayları anlatılırken kullanıldı. Onlar da artık bölgenin terörle anılmasından bıkmışlar. Anlatılacak o kadar çok şey varken, görülmesi gereken o kadar güzellik varken hep terör olaylarıyla gündeme geldiler. İşte bu nedenlerden dolayı fotoğraf çekilmesini istemiyorlar…

Karşımda Cudi, arkamda Kato, yamacın arkasında ise Besler Dereler
Beni misafir eden Sadık abi ve ailesiyle vedalaşıp Şırnak Merkez’e doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Bazen vadilerden geçiyorum bazen de, ormanlık alanlardan. Karşıma çıkan her köyde kolumdan tutup çekercesine çay içmeye davet ediliyorum. Yollarda kömür madeni çıkarılan ocaklarla karşılaşıyorum. Kimi zaman kömür yüklü uzun tırlarla yarışıyorum, kimi zaman da bir kayanın dibinde oturup muhteşem manzarayı seyrediyorum. Şenoba’yı geçip Merkez’e yaklaştığımda ise artık bu bölgenin hafızamda kalan haritası gözümde canlanmaya başlıyor. İşte burası Kuyutepe, Karşıda Cudi Dağı, arkadamda Kato Dağı, şu yamacın arkasında Bestler Dereler…

O an içimde bir ateş parçası kopuyor, kalbim acıyor!
Evet, askerliğimi burada yapmıştım. Birazdan askerlik yaptığım birliğin önünden geçeceğim. İçimde garip bir heyecan var. En son 2010 Nisan ayında bir asker olarak buradaydım. Fakat şimdi sivil bir vatandaş olarak geçeceğim bu bölgeden… Komutanlarım ve asker arkadaşlarımın bir kısmı hala oradaydılar. Gitmişken onları da ziyaret edecektim. Birliğime yaklaştıkça kalp atışlarımın ritmi de gittikçe artıyor. Nöbet tuğum nöbet kulelerini görünce de askerlik anılarım bir film şeridi gibi gözümün önünden akmaya başlıyor. Sonra bölük komutanım Şehit Jandarma Yüzbaşı Levent Çetinkaya’nın sesini duyar gibi oluyorum. O an da içimden bir ateş parçası kopuyor, kalbim acıyor… Ben terhis olduktan birkaç hafta sonra altı ay boyunca korumalığını yaptığım sivil askeri araç saldırıya uğramış, Levent yüzbaşı şehit olurken iki arkadaşım da yaralanmıştı. Bu haberi duyduğumda beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Şanslıydım. O aracın içinde ben de olabilirdim ama dağ gibi koca yürekli bir adamı yitirmiştik… Terhis olduğumda vedalaşamamıştım onunla, içimde bir ukte kalmıştı. Şehadetini öğrendikten sonra aylarca aklımdan çıkmadı. Bir gece rüyama girdi. ‘’Çok güzel bir iş yapıyorsun Hasan, seninle vedalaşamadık ama hakkımı helal ediyorum sana’’ dedi. Rahatlamıştım biraz ama ateş düştüğü yeri yakıyor hala…

O sesi duyunca gözlerim kapandı, gevşedim, bulutların üzerinde uçuyordum sanki!
Birliğime gidip komutanlarımı ve arkadaşlarımı ziyaret ediyorum. Onlarla hasret giderip biraz sohbet ettikten sonra Şırnak Merkez’e geçiyorum. Burada da altı yıldır tanıdığım gazeteci arkadaşım Cafer Balık ile görüşüyoruz. Bana; ‘’Hasan senin çılgın olduğunu biliyordum ama bu kadarını da beklemiyordum’’ diyor. Ben burada askerken bir gün tesadüfen Cafer abiyle çarşıda karşılaştık. Normalde uzun zamandır birbirlerini görmeyen insanlar ilk karşılaştıklarında hal hatır sorarlar ama bizimkisi öyle olmadı. ‘’Cafer abi’’ dedim, ‘’Hasan’’ dedi. Hemen Cafer abinin boynuna atladım ama sarılmak için değil, boynundaki fotoğraf makinasını almak için. Makinayı alır almaz seri çekim moduna ayarlayıp kulağıma yanaştırarak deklanşöre dokunmaya başladım. O an deklanşörden çıkan sesle kendimden geçtim şak şak şak şak şak şak şak… Nasıl da özlemişim bu sesi, o sesi duyunca gözlerim kapandı, gevşedim, gülümsedim bulutların üzerinde uçuyordum sanki… Cafer abi de şaşkınlıkla beni izleyip kahkahalara boğulmuştu…

Önemli olan ayrıştırıcı yönleriyle değil, birleştirici yönleriyle bakabilmektir.
Şırnak’ta üç gün kaldım ve ilk defa sivil vatandaş olarak geziyordum. Meydanda Cudi Dağı’nı gören kahvehanede oturup saatlerce Cudiyi izledim. Hakkari’yi Şırnak’ı, insanlarını düşündüm. Bu bölge ve halkı için oluşan önyargının nasıl da zihinleri zehirlediğini düşündüm… Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar. Dili, dini, ırkı, mezhebi, kimliği ne olursa olsun herkesin çok rahat bir şekilde bu bölgelerde gezebileceğinin artık bilinmesi gerekiyor. Bu ülke doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi hiç fark etmiyor kültürler ve yaşam tarzları farklı olabilir ancak birleştirici yönleri daha fazladır. Önemli olan ayrıştırıcı yönleriyle değil birleştirici yönleriyle bakabilmektir. İşte o zaman önyargılar kırılır, işte o zaman insanlar birbirlerini daha çok sever ve sahiplenir…

Kömür işçileriyle öğle yemeği
Türkiye’de sadece Zonguldak’ta kömür çıkarılmadığını biliyor muydunuz? Cudi Dağı’nın altından her gün binlerce ton kömür çıkartılıyor. Bölgede altın değerinde görülen Şırnak kömürü, yoksul halkın en büyük ekmek kapısı. Köyden göç edenler için en önemli kazanç kapısı olan kömür ocaklarında binlerce insan geçimini sağlıyor. Başta Doğu ve Güneydoğu olmak üzere birçok bölge Şırnak kömürüyle ısınıyor. Şırnak’ın birkaç kilometre bitişiğindeki Irak petrol zengini bir ülkeyken hemen yanı başında bulunan ülkemizde neden petrol olmasın? Cudi Dağı’nın altında bir petrol denizinin olduğu yıllardır söyleniyor. Ancak açılan kuyular beton dökülerek kapatılmış ve bu bölgeden petrol çıkarılmasına izin verilmiyor. Zaten kömür petrolün katılaşmış halidir… Dünyada yer altı zenginliğinin ve işsizliğin buradaki kadar çok fazla olduğu başka bir bölge var mıdır?

Şehir merkezinden Cizre’ye giderken yol kenarlarında üst üste yığılmış kömür tepeleri görüyorum. Özel şirketlerin maden ocaklarından çıkarılan kömürler buralarda kamyonlara yüklenerek dağıtılıyor. Öğle saatlerinde kömür işçilerini yemek molasında yakalıyorum. Onlarla birlikte otlu peynir yiyip çay içiyoruz. Hepsi yıllardır kömür işinde çalışıyorlar. Cudi dağını göstererek; ‘’bu gördüğün dağın sadece üstünde taş ve toprak var altı tamamen petrol ve kömürdür’’ diyerek şöyle devam ediyorlar: Eğer bu madenlerin çıkarılmasına izin verilirse, herkesin çalışabileceği bir ekmek kapısı olursa bölgemiz daha fazla huzurlu bir hale gelir. Ancak şu an bir rant kavgası var. Maden ocaklarını özel şirketlerin değil devletin işletmesi ve büyütmesi gerekiyor. Neden Zonguldak’ta TTK (Türkiye Taşkömürü Kurumu) var da burada yok?

Dicle Nehrinde çırılçıplak yüzen çocuklar!
Gabar ve Cudi Dağını birbirinden ayıran Kasrik Boğazı’nı geçtikten sonra Dicle Nehriyle selamlaşıyoruz. Bu defa Cizre’ye kadar Dicle Nehri bana rehberlik yapıyor. Cizre nüfus ve ekonomik olarak bağlı bulunduğu Şırnak’tan daha gelişmiş bir ilçe. Sadece köylerden değil Şırnak merkezden bile göç alıyor. Hava sıcaklığı çok yüksek olduğundan dolayı tarım pek yapılmıyor. Geçim kaynağı sınır ticareti ve hayvancılıktır. İlçenin çok eski bir tarihi var. Nuh peygamber ve oğulları tarafından tufandan sonra kurulduğu söylenen Cizre’nin bilinen tarihi M.Ö. 4.000 yılına kadar dayanıyor. İslamiyet’in Cizre’ye girmesi ile birlikte şehre yarımada anlamına gelen Cezire adı verilmiş, Cumhuriyet döneminde ise küçük bir düzeltmeyle Cizre olarak değiştirilmiş. Önceleri Mardin iline bağlı bir ilçe iken 1990 yılında Şırnak iline bağlanmış. Cizre’de doktorluk yapan lise arkadaşım Adem Boztepe’de üç gün kalıyorum. Gündüz o sağlık ocağında çalışırken ben de ilçeyi gezip tanımaya çalışıyorum. Dicle nehrinde çırılçıplak yüzen çocukları izliyorum. Sokak aralarında evlerinin önünde oturmuş örgü ören kadınlar, kaldırımlarda sek sek oynayan çocuklar, seyyar satıcılar, Nuh Peygamber ve Mem u Zin...

Pek çok gezgin, tarihçi ve yorumcunun yapıtlarında Nuh’un Gemisi’nin Cudi dağı üzerinde durduğu yazılmaktadır. Nuh’un mezarının Cizre’de bulunması, Şırnak’a bir zamanlar Şehr-i Nuh denmesi, Cizre Surlarının gemi biçiminde olması da buna kanıt olarak gösterilmektedir.

Ölüm bile Beko’nun katı yüreğini yumuşatmamış!
Mem u Zin ise Ahmed Hani'nin (Kürtçe:Ehmede Xani) 17. yüzyıl'da yazdığı ünlü bir destandır. Kürtçenin Kurmanci lehçesiyle yazılmıştır. Birbirine aşık olan ancak kavuşamayan iki gencin trajik öyküsünü anlatır. Bu hikâye milattan çok önceden bu yana halk arasında söylenen ve mitolojik nitelik kazanan bir destandır. Ahmed Hani bu destandan ilham alarak o hikayeyi kendi çağının yaşantısına göre somut bir kalıba dökmüş, çağdaş bir üslupla yazmıştır. Bu suretle hem destanı kaybolmaktan kurtarmış, hem de insanlığa ölmez bir eser armağan etmiştir. Bu eserde Mem ve Zîn'in aşkı etrafında çağının yaşantısını, o zamanın sosyal, kültürel ve idari durumunu da güçlü bir maharetle tasvir etmiştir. İyiliği, doğruluğu, suçsuzluğu, zayıflığı ve çaresizliği Mem ve Zîn'in şahsında toplayarak; kötülüğü, dalkavukluğu, fitneciliği ve ikiyüzlülüğü de Beko (Bekir) karakterinde somutlaştırarak gözler önüne sermiş. Mem ve Zîn’in mezarları bir bütün ve tek parça halindedir. Acı bir sıcaklık hissettirir bu durum. Küçük mezar taşları da bitişik şekilde… Mem’inkine oranla Zîn’in mezar taşı daha küçük ve yuvarlak. Mezar taşları, yan yana aşk sarhoşu iki sevgiliyi andırıyor.

Ayakuçlarında başlayan bir başka mezar daha var. Aşklarına çalı dikeni olmuş Beko’nun mezarı. Çatık kaşları ve aşkı anlamayan gözleriyle sevgilileri gözetlemeye devam ediyor. Zîn’in vasiyeti dahi olsa Beko’nun mezarının burada, Mem u Zîn’in yanı başında oluşu, hüzün duygusunun öfke ile yer değişmesine sebep oluyor, “Ölüm bile Beko’nun katı yüreğini yumuşatmamış” dedirtiyor…

Cizre’de hayvan pazarı
Nuh peygamberin burada yaşadığına inanılması ve Mem u Zin hikayesi ülkemiz topraklarının çok zengin bir kültüre sahip olduğunu gösteriyor... Cizre’den İdil’e giderken hayvan pazarına uğrayıp orada da fotoğraflar çekiyorum. Daha sonra önümdeki 3 km lik rampayı tırmanıp geri kalan düz yolda hızla pedal çevirerek Şırnak’ın İdil ilçesine varıyorum. İdil’de bir arkadaşım aracılığıyla iki yıl önce tanıştığım Hamit abi ve ailesiyle buluşuyoruz. Hamit abi iki gün önce beni aramış İdil’den geçerken ona uğrayıp bir çayını içmemi rica etmişti. Çay içmek için İdil’e gidiyorum ama Hamit abi ve ailesi beni bırakmamaya kararlılar. Onların yoğun ısrarıyla geceyi İdil’de geçiyorum. Ertesi gün de İdil’e bağlı ama Mardin Midyat’a daha yakın olan Öğündük köyüne gitmemi tavsiye ediyorlar.

Müslüman köyler arasında bir Süryani köyü
Öğündük, Şırnak'a bağlı üç Süryani köylerinden biri. Çevredeki Müslüman köylerin arasında bir Süryani köyünün varlığı ve orada sadece Süryanilerin yaşaması ilgimi çekiyor. Köye girdiğimde dikkatimi çeken ilk şey çok bakımlı ve temiz olması. Pazar günü Hıristiyanların tatil günü olması nedeniyle de kimse çalışmıyor. Bir ağacın altında yatan koyunlar ve onların yanı başında ayaküstü sohbet eden iki köylüyü görünce bisikletimi onlara doğru sürüyorum. Köylüler beni gülümseyerek karşılıyorlar. Köylerini gezmek istediğimi söylediğimde telefonla Gabriel adında birini arayarak yanımıza çağırıyorlar. Gabriel köyde çobanlık yapan bir Süryani. Köyleri, kültürleri ve yaşam tarzları hakkında çok şey biliyor. Gabriel ile birlikte köyü geziyoruz. Evlerin tamamı taştan yapılmış. Köyün en kutsal yeri Mor Yakup kilisesinin 1600 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen hala yeniliğinden bir şey kaybetmemiş. Köyün ana geçim kaynağı üzüm ve hayvancılık.

Öğündüklüler için üzüm, 'ekmek parası' demek, yıllanacak şarap demek. Üzümden pestil, pekmez yaparak satıyorlar. Şarap, Öğündüklüler için kutsal. Yüzlerce yıldır bölgenin en iyi şaraplarını yapıyorlar. Gabriel bana; ‘’Keşke bir gün önce ya da bir gün sonra gelseydin. Pazar günü kimse çalışmadığı için pestil, pekmez ve köme yapımını görürdün’’ diyor. Biraz sonra yanımıza bisikletiyle bir çocuk gelerek Gabriel’e Süryanice bir şeyler söylüyor. Çocuk gittikten sonra Gabriel; ‘’Haydi, kilisede vaftiz töreni varmış çabuk yetişelim’’ diyor ve töreni kaçırmamak için alelacele kiliseye gidiyoruz. Vaftiz anını kaçırmamak için hiç vakit kaybetmeden fotoğraf çekmeye başlıyorum. Hristiyanlarda yeni doğan bebekler kırkıncı günlerine girdiklerinde kilisede törenle vaftiz edilirler. Çünkü dünyaya günahkar olarak gelindiğine inanılır. Bu nedenle vaftiz yapıldığında günahlarından arınır yeniden doğar. Vaftiz nedir, kimler tarafından yapılır, neden yapılır?

Mor Gabriel Manastırı ve Midyat
Kiliseden çıkarak Gabriel’in evine giderek öğle yemeğini yiyoruz. Daha sonra köyden ayrılıp dillerin ve dinlerin kenti olan Mardin’in Midyat ilçesine doğru yola devam ediyorum. İlçeye varmadan 23 Km önce Mor Gabriel Manastırı’nı (Deyrulumur) ziyaret ediyorum. Bu manastır, Süryanilerin en önemli dini merkeslerinden biridir. İçinde 70 kişi yaşıyor fakat yaşam alanları ziyaret edilemiyor. Sadece ibadet alanları, mezarlık ve avluların gezilmesine izin veriliyor. Manastırda yaşayan gençler gelen misafirlere rehberlik yapıp tarihini anlatıyorlar. Manastırdaki bir mezar odasında 12 bin azizin yattığını duyunca çok şaşırıyorum. Sanırım çok derin bir kuyunun içine üst üste gömüldüklerinden dolayı bu kadar kişiyi alabiliyormuş. Bir de yerde küçük bir mezar dikkatimi çekiyor. Bu mezarda ise manastırın kurucusu Mor Gabriel yatıyormuş. Mor Gabrieli diğerlerine göre biraz daha farklı gömülmüş. Alçak gönüllü olmasından dolayı mezarının diğer mezarlara oranla daha alçakta yapılmasını istemiş. Ayrıca kendisi ayakta gömülmüş. Bunun nedeni İsa Mesih geldiğinde onu ayakta karşılayabilmek içinmiş. Manasırın büyüleyici atmosferini üzerimden kolay kolay atamıyorum...

Akşam karanlığında nihayet Midyat’a varıyorum. Burada dayımlar ve amcamlar olduğu için dört gün kalıyorum. Tabii bu zaman zarfında hem dinlenip hem de Midyat’ı rahatlıkla gezme fırsatı buluyorum. Midyat, yüzyıllarca bir çok uygarlığa beşiklik etmiş, farklı dinlere ve dillere mensup insanların (Kürt, Süryani, Arap, Yezidi) kardeşçe yaşadığı tarihi bir yer. Zengin bir mimari doku içinden yükselen çan kuleleri ve cami minareleri sanki farklılıkların birlikteliğini çağrıştırıyor. Müslüman, Hristiyan ve Yezidilerin yoğunlukta yaşadığı ilçede son yıllarda ciddi oranlarda Avrupa’ya göçler yaşanmış. Özellikle Yezidilerin fazla göç vermesi inançlarından dolayı eskisi kadar rahat olamadıklarından kaynaklandığı söyleniyor... Midyat sokaklarında gezerken tarihin içinde kaybolup uzun bir zaman yolculuğuna çıkıyorum...