Hasan Söylemez/Bisikletle Türkiye Fotoğrafları Turu Yazı ve Resim Serisi

Scudo

Delta

Forum Demirbaşı
Kayıt
12 Mayıs 2010
Mesaj
463
Tepki
611
Şehir
İstanbul
İsim
Delta
Bisiklet
Geotech
Yol hikayeleri 7. ve 8. hafta
Ramazan ayında bisikletle yolculuk yapmak gerçekten çok zordur. Sürekli pedal çevirdiğim için hem kalori yakıyor hem de çok su tüketiyorum. Vücudun enerjiye, suya ve besine ihtiyacı var. Yola devam edebilmek için mutlaka bir şeyler yemeli ve bol su tüketmeliyim. Bir önceki yazımda anlatmıştım, Terme’de çadır kurduğum çadır kampında oruç tutmadığımdan dolayı hem sözlü tacize uğramış hem de aç kalmıştım… Ben de ertesi gün sabah erkenden uyanıp, çadırımı topladıktan sonra aç karınla Ordu’nun Ünye ilçesine doğru yola çıkıyorum. Oradan apar topar kaçarcasına çıktığım için matarama su koymayı da unutuyorum. Sıcak havada hem aç, hem susuz pedal çevirmeye çalışırken yol kenarındaki evlerden hello hello diye bana seslenildiğini duyuyorum. Kafamı çevirip baktığımda bir evin balkonunda oturan birkaç kadını görüyorum. Israrla bana el sallayarak yanlarına gitmemi istiyorlar. Yiyecek ve içecek verirler umuduyla bisikletimi onlara doğru sürerek yanlarına gidiyorum.

- Merhaba, soğuk suyunuz var mı?
- Aaaa! Sen turist değil misin?
- Hayır, değilim
- (gülümseyerek) Biz seni turist sandık.
- O halde gideyim mi? (daha önce turist olmadığım için beni kovanlar olmuştu)
- Yok canım biraz dinlen, suyunu iç, hatta karnın açsa sana yemek de getirelim.

Onların bu teklifi bile bana enerji vermeye yetiyor. Ben bisikletimden inerken onlar da balkonda oturabileceğim bir yer açıyor ve yiyecek içecek getirmek için içeri koşuşturuyorlar. Biraz sonra evin diğer sakinleri de geliyor ve soru üstüne soru yönelterek beni tanımaya çalışıyorlar. Ben de bir taraftan yemeğimi yerken bir taraftan da onların sorularını cevaplıyorum. O kadar neşeli ve güzel bir ortam oluşuyor ki, bir saate yakın sohbet ediyoruz. Beni konuk edip karnımı doyuran, sıcak ve samimi sohbetleriyle bana moral depolayan bu ailenin oruçlu olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim...

Ünye’deki tarihi hamamın içler acısı hali
Kılıç ailesinin bu cömert davranışlarından sonra gayet memnun ve mutlu bir şekilde bisikletime binerek Ünye’ye doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Ünye’ye vardığımda ilk olarak sahildeki çay bahçelerinden birinde oturup yorgunluğumu atıyorum ardından ilçe merkezini dolaşıyorum. Sokak aralarında gezinirken, duvarlarında otlar çıkmış, yıkık dökük, harabeye dönmüş bir yapı dikkatimi çekiyor. Kubbelerinden hamam olduğu anlaşılan bu yapı çevresindeki binaların arasında üvey evlat gibi duruyor. Hamamın enkaz yığını haline gelmiş kapısını bulup içeri girdiğimde o muazzam mimari yapının içler acısı haliyle karşılaşıyorum. Duvarları ağaç kökleriyle yıkılmış, yerler çöpten ve pislikten geçilmiyor. Yeri geldiğinde tarihimizle övünürken bu tarz tarihi binaların sahip çıkılmadan göz göre göre yok olmasına müsaade edilmesine nasıl izin veriliyor ve nasıl koruma altına alınmıyor gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Umarım yetkililer bir an önce bu hamamın farkına varır ve restorasyon çalışmalarına başlarlar...

Dünyada fındığın en çok üretimi yapıldığı bölge Fatsa’dır
Karadeniz sahil kesiminde yerleşim yerleri bir birlerine çok yakındır. Ünye’yle Fatsa arası da 22 km’lik bir yol ve bisikletle bu yolu hiç zorlanmadan 1 saatte gidiyorum. Fatsa’da gözünüze çarpan yeşilliklerin hepsi fındık ağaçlarıdır. Fındık Fatsa’nın en önemli tarım ürünüdür. Halkın %80'i fındık tarımı ile geçimini sağlıyor. Dünyada fındığın en çok üretimi yapıldığı bölge Fatsa’dır. Hatta Fiskobirlik'in merkez binasının buraya kurulması düşünülmüş fakat çıkan bazı problemler sonrası Giresun'a kurulması kararlaştırılmış. Üretilen fındığın % 98’i pazarlanıyor. Özellikle son yıllarda, üretilen fındığın bir kısmı Ordu Soya Sanayisi’nde yağlık olarak kullanılıyor ve kalanı ise ihraç ediliyor. Fındık genellikle, fındık kırma fabrikalarında, iç fındık haline getirilerek ihraç ediliyor. Fındık üretimi, tarım sektörü içinde önemli bir yere sahip olmasının ötesinde fındığa bağlı sanayi kollarının da gelişmesini sağladığından önemli ölçüde istihdam yaratıyor ve kent ekonomisi içinde ciddi bir pay teşkil ediyor. Çikolata sanayi ve fındık kırma sanayi, başlıca fındığa bağlı sanayi kolları olarak öne çıkıyor. Fındık toplama sezonunu kaçırdığım için fındık bahçelerinde çalışan insanlara pek rastlayamıyorum. Ancak her evin önünde güneşte kuruması için serilen fındıkları görmek mümkün. Fatsa’da belediye başkan yardımcısı Muharrem Aktepe beni iki gün misafir ediyor. Orada uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı da görüyorum ve onunla birlikte Fatsa’ya yakın olan Ordu’nun Çamaş ilçesindeki yaylalara gidiyoruz. Gökyüzünün kara bulutlarla kaplanması yağmurun habercisi olduğu için Çamaş’a gitmemizle dönmemiz bir oluyor. Akşamüzeri Fatsa’ya döndüğümüzde Bisikletliler Derneği Fatsa temsilcisi Erkan Yurttaş’la da görüşüyoruz. Onunla da bir süre bisiklet üzerine sohbet ettikten sonra yol hikayelerimi yazmak için bilgisayarımın başına geçiyorum.

Ben kendimi kaptırmış yol hikayelerimi yazarken telefonum çalıyor. Arayan Habertürk’ün Spor Müdürü Erdem Erol. Erdem abi yolculuğum hakkında benimle telefonda yaklaşık bir saat röportaj yapıyor ve aynı gece yaptığı röportajı hemen yayına koyuyor. Erdem abi sağ olsun iki günde bir mutlaka beni arayarak bir ihtiyacım var mı diye soruyor ve uzakta olmasına rağmen bana yardımcı olabilmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor ve yapıyor da...

Daha önce kendimi hiç bu kadar ölüme yakın hissetmemiştim!
Artık Fatsa’dan Ordu’ya gitme zamanı geliyor ve bisikletime binerek tekrar yollara düşüyorum. Ordu yolu düz görünmesine rağmen hafif bir eğim var. Bu eğimi ancak pedal çevirirken zorlandığınızda anlıyorsunuz. Ordu’ya girmek için yolumun üzerinde bulunan 3820 metre uzunluğundaki, Türkiye’nin en uzun tüneli Nefise Akçelik tünelini geçmem gerekiyor. En son Zonguldak’ta kısa bir tünele girmiştim ve ondan sonra karşıma hiç tünel çıkmamıştı. Bu tünele girmeden önce de kafamda Bolu Dağı tünelini canlandırıyorum. Kesin emniyet şeridi olan geniş bir tüneldir diye düşünüyorum. Ancak ilk hayal kırıklığını tünele vardığımda yaşıyorum. İki şeritli, emniyet şeridi olmayan ve beton mazgallarla yapılmış dar kaldırımı görünce bir korkuya kapılıyorum. Geri dönüşü olmadığı için mecburen o dar kaldırıma çıkarak pedal çevirmeye başlıyorum. Tünel içerisinde ilerledikçe nefes alış verişim değişiyor. Bana çarpacakmış gibi yakınımdan geçen araçlar, korna ve motor seslerinin tünel içinde yankılanarak dehşet bir gürültüye dönüşmesi bana ecel terleri döktürüyor. O an öyle bir korkuya kapılıyorum ki, artık bu tünelden çıkamayacağımı düşünmeye başlıyorum. Adrenalini en uçlarda yaşamak için Disneyland’da korku tüneline girmeye gerek yok, asıl gerçeğini Karadeniz Sahil Yolu boyunca gireceğiniz tünellerde fazlasıyla yaşarsınız. Eğer şanslı ve dikkatliyseniz diliniz bir karış dışarıda, yüzünüz sararmış ve yarı baygın bir halde kendinizi dışarı atarsınız...

O korku tünelini geçtikten sonra yokuş aşağı pedal çevirerek Ordu’ya giriyorum. Yerli halkın onurlu direnişiyle Karadeniz Sahil Yolu’nun geçemediği ve doğal yapısını koruyan tek il olan Ordu’yu görünce tünelde yaşadığım o korkuyu sineye çekiyorum. Bir de Ordu denince herkesin aklına şu meşhur ‘’Ordunun dereleri’’ adlı türkü gelir. Ben yukarı doğru akan bir dere görmüyorum, daha doğrusu aşağı akacak dere bile kalmamış. Çünkü HES’lerden dolayı dereler bir bir kuruyor. En son Meret Irmağı bundan nasibini almış ve dere yatakları binlerce balığa mezar olmuş...

Paraşütle Ordu semalarındayım
Ordu sahilindeki o güzelim parklarda gezinirken paraşütünü toplayan Hüseyin abiyle karşılaşıyorum. Hüseyin abi uzaktan bakıldığında yeni iniş yapan bir paraşütçü gibi görünüyor ancak yanına gittiğimde paraşütü kontrol etmek için açtığını söylüyor. O paraşütü toplarken ben de gökyüzüne bakarak keşke ben de uçabilseydim diye bir iç geçiriyorum. Kendi kendime ‘’ulan paraşütçü adam yanında, böyle iç geçireceğine sorsana ona belki seni de uçurur’’ diyorum ve Hüseyin abiye ben de uçmak istediğimi söylüyorum. O da, ‘’Barış adında bir arkadaşım var yeni aldıkları paraşütü denemek için yarın bir uçuş gerçekleştirecekler ve kendilerine bir kurban arıyorlardı. Eğer o kurban sen olmak istiyorsan Barış’a söylerim seni yarın uçurur’’ diyor. O böyle söyleyince benim korkacağımı ve kabul etmeyeceğimi sanıyor ama ben hiç tereddüt etmeden ‘’O kurban ben olmak istiyorum’’ diyerek uçmak istediğimi yineliyorum. O da, ‘’peki, bunu sen istedin’’ diyerek Barış’ı arıyor ve Barış da yarın hava şartları uygun olduğunda beni uçuracağının sözünü veriyor. Biz Hüseyin abiyle çayımızı içerken benim Ordu’da olduğumu öğrenen gazeteciler cemiyeti başkanı Recep Aydın arıyor. Yarım saat sonra Recep Bey yanında Ordu’daki yerel gazetecilerle birlikte gelip beni bulunduğum parktan alıyorlar. Etrafımda bir anda onlarca gazeteci ve televizyoncu toplanıyor ve hepsine ayrı ayrı röportaj veriyorum. Ordu’da o kadar gazeteciyi bir arada görünce şaşırıyorum. Daha sonra Recep Bey’den Ordu’da 300’e yakın sigortalı gazeteci olduğunu öğrenince donup kalıyorum. Neyse, o gece Recep Aydın beni misafir ediyor. Ertesi sabah onunla birlikte önce şehir merkezini geziyoruz ardından Boztepe’ye çıkıp Ordu’yu yukardan izliyoruz. Öğlene doğru Barış’la şehir merkezinde buluşup paraşütle uçmak için tekrar Boztepe’ye çıkıyoruz. Hava uçmak için müsait ama gökyüzündeki kara bulutlar rengini denize verdiği için deniz hafif koyu görünüyor. İlk defa paraşütle uçacağım ve bu yüzden biraz da heyecanlıyım. Hayatında hiç uçmamış ve tecrübesi olmayan bir adamı elbette tek başına uçurmayacakları için bana Barış eşlik ediyor ve iki kişilik paraşütü uçuşa hazır hale getiriyoruz. Barış bana pilotluk yapacak ve o ne derse ben de ona uymak zorundayım. Son hazırlıklarımızı yaptıktan sonra Barış’ın koş komutuyla Boztepe’deki yamaçtan aşağı doğru koşmaya başlıyoruz ve bir anda ayaklarımız yerden kesiliyor. Ayaklarım yerden kesiliyor ama ‘’tamam oturabilirsin’’ komutu gelene kadar ben hala hava boşluğunda koşmaya çalışıyorum. Gökyüzünde kuşlar gibi süzülüp uçmanın zevkini yaklaşık 15 dakika kadar yaşıyorum. Bu kısa zamanda bir taraftan fotoğraflar çekiyorum bir taraftan da ayaklarımın altında olan o muhteşem güzelliği izleyip uçmanın keyfini çıkarıyorum. Yere indikten sonra hadi bir kere daha deneyelim demek istiyorum ancak gitme vaktimin çoktan geldiğini fark ediyorum. Bana bu duyguyu yaşattığı için Barış’a teşekkür edip Ordu’dan ayrılıyorum.

Günler öncesinden hiç tanımadığım biri sürekli telefonla arayarak Giresun’un Görele ilçesine geldiğimde beni mutlaka misafir etmek istediğini söylüyor. Onun ses tonundaki samimiyetine güvenerek ben de Görele’ye gittiğimde onun misafiri olacağıma söz veriyorum. Ama önce Giresun merkezde Şırnak’ta birlikte askerlik yaptığım asker arkadaşım Seçkin Çamcı’yla buluşuyoruz. İki asker arkadaşı askerden sonra ilk defa görüşüyorlarsa muhabbetin içeriği genel olarak askerlik anıları olur. Biz de gece geç saatlere kadar askerlik anılarımızı anlatıp durduk. Bu anıların başkaları tarafından dinlenildiğinde ne kadar sıkıcı olduğunu biliyorum. Rahat olun size de anlatıp kafanızı şişirmeyeceğim ve Giresun’dan çıkıp yol hikâyelerime devam ediyorum...

Şiddetli yağmur ve üst üste patlayan tekerlek
Giresun’dan Görele’ye giderken hava gayet açık ve güneşliydi. Ancak Espiye’ye vardığımda Karadeniz üzerinde gelen kara bulutları görünce bir petrol istasyonunda durup denizin çok uzaklardan bulutlarla birlikte dalgalanarak gelişini fotoğraflamak istiyorum. Önce bisikletimi petrol istasyonundaki çalışanlara bırakıyorum ardından sahile giderek fotoğraflar çekiyorum. Yola devam etmek için bisikletime bineceğim sırada petrol çalışanları en geç 20 dakika içerisinde yağmur yağacağını ve gitmememi tembihliyorlar. Onlar bu bulutları ve yağmurları iyi tanıyorlar hatta içlerinden biri Rusya’dan gelen bu yağmurlar için Putin yağmurları diyor. Çok geçmeden tıpkı onların dediği gibi ‘’Putin Yağmurları’’ yağmaya başlıyor. Ohh be! iyi ki yola çıkmadım, yoksa asfaltta bisiklet süren balığa dönecektim. Yaklaşık üç saat boyunca yağmurun dinmesini bekliyorum ama yağmur şiddetini arttırarak yağmaya devam ediyor. Bu bekleyiş esnasında petrol çalışanları bana yemek verip geceyi de orada geçirmemi istiyorlar. Ancak Görele’de bekleyenlerim olduğu için yağmur dinmese bile karanlığa kalmadan yola devam etmeye karar veriyorum ve bisikletimin yanına gittiğimde arka tekerleğin patladığını görüyorum. Haydaaa! al başına belayı. Hemen tekerleği söküp patlağı yamaladıktan sonra yağmurluğumu giyinip Görele’ye doğru pedal çevirmeye başlıyorum. Yağmur o kadar çok yağıyor ki, giyindiğim yağmurluğun zerre kadar faydası olmuyor ve tepeden tırnağa sırılsıklam oluyorum. Bir süre sonra karşıma çıkan bir çay bahçesine kendimi atıyorum. Orada da yarım saat bekliyorum ama yağmurun dineceği yok. Madem ıslanmışım, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın deyip tekrar bisikletime binerek yola devam ediyorum. Birkaç km daha gittikten sonra hiç sevmediğim o uzunca tünellerden birini görünce seviniyorum. Allah’tan hava yağmurlu olduğu için öyle yoğun bir araç trafiği de yok, bu nedenle tünelden çok da fazla korkmadan rahatça geçiyorum. Dışarı çıktığımda ise gördüğüm manzara karşısında şok oluyorum. Çünkü benim iflahımı kesen yağmurun zerresi bu tarafa yağmamış. Çabucak üzerimdeki yağmurluğu çıkarıp, var gücümle pedallara asılarak Tirebolu’yu geçiyorum. Görele’ye 5 km varken arka tekerleğim yine patlıyor. ‘’ulan sırası mıydı şimdi’’ deyip tekerleği söküyorum ve kocaman bir yırtığı olan iç lastiği yenisiyle değiştirip yola devam ediyorum. Biraz sonra telefonum çalıyor, arayan kişi beni misafir edecek olan Cüneyt ve arkadaşları. Onlar da beni merak etmişler ve arabayla karşılamaya geleceklerini, tam olarak nerede olduğumu soruyorlar. Koordinatlarımı bildirdikten beş dakika sonra onlarla buluşup nihayet iftar vakti Görele’ye giriyoruz.

Sis Dağı’nda sis yağmur olup başımıza yağıyor
Yolda ne badireler atlattığım her halimden belli oluyor. Önce Cüneyt’in çalıştığı internet cafeye gidip Görele MTB Ekibi’nden Alper, Yusuf, Adem, Serdar, Serkan ve diğerleriyle tanışıyorum. Ardından Pideci Yusuf’un benim için hazırladığı nefis Görele pidelerini yiyoruz ve Cüneyt’in evine geçiyoruz. Duşumu alıp üzerimi değiştirdikten sonra bir çay bahçesinde oturup diğer arkadaşlarla da görüşüyoruz ve yarın sis dağına gitmek için planlarımızı yapıp evlere dağılıyoruz. Ertesi sabah erkenden uyanıp kahvaltımızı yaparak Sis Dağı’na çıkmak için son hazırlıklarımızı yapıyoruz ve Serdar’ın arabasıyla yola koyuluyoruz. Önce Şalpazarı sonra diğer köyler ardından yavaş yavaş Sis Dağı’nın zirvesine doğru çıkıyoruz. Sis Dağı’nı; gökyüzü masmavi, bulutlar ayağımın altında diye hayal ediyordum ama ne hikmetse biz oraya vardığımız gibi o sis yağmur oldu başımıza yağdı. Bu da yetmezmiş gibi arabanın da tekerleği patladı. O kadar şanslıyız ki arabadaki kriko da kısa gelmesin mi? Hemen organize olup arabayı kendi gücümüzle kaldırıyoruz ve patlayan tekerleği değiştirmeyi başarıyoruz. Bisikletin selesinde oturmaktan yorulan kıçım yumuşak bir yere oturunca anında uykumu getiriyor. Sis Dağı’ndan aşağı nasıl indiğimizi hatırlamıyorum, öylece arabada uyuya kalmışım. İlçe merkezine geldiğimizde beni uyandırıyorlar ve çarşıdan mangal yapmak için malzemelerimizi alıp sahile giderek mangal keyfi yapıyoruz. Görele’de kaldığım iki gün boyunca beni misafir edip, dostluklarını, ekmeklerini, evlerini paylaşan bu arkadaşlarla vedalaşıp Trabzon’a doğru yola çıkıyorum...

Aksilikler peşimi bırakmıyor!
Aksilik bu ya, Trabzon’a giderken Vakfıkebir’e 5 km kala bisikletimin arka tekerleği tekrar patlıyor. Görele’de pompam kırıldığından dolayı patlayan tekerleği maalesef onaramıyorum ve yoldan geçen araçlara beni en yakın yerleşim yerine götürmeleri için otostop yapıyorum. Tabi otostop yaptığım araçların bisikletimi alabilecek bir arka kasası olması gerekiyor. El kaldırdığım ilk dört araç hızlarını bile düşürmeden yanımdan hızla geçiyorlar. Nihayet bir yük minibüsü duruyor ve bisikletimi bindirerek Vakfıkebir’deki bir bisikletçiye gidiyoruz. Tekerleği söküp iç lastiği çıkardığımda üç ayrı yerden patladığını görüyorum. Bu kadar fazla patlak vermesinin nedeni ise dış lastiğin iç tarafına giren küçük tel parçacıklarıymış. Dış lastiği temizleyip, iç lastiği de onardıktan sonra Trabzon’a doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Pedal çevirirken açlıktan bacaklarımın güçsüz düştüğünü hissedebiliyorum. Bir yerlerden atıştıracak bir şeyler bulmam gerekiyor ancak herkes oruçlu, kimden nasıl yiyecek isteyebilirim ki? En iyisi kendimi Trabzon’a atayım zaten Öznur’un babası Adil amca beni almaya gelecek, eve gittiğimizde ise Aysel teyzenin yaptığı nefis yemekleri büyük bir iştahla mideye indiririm diye düşünürken yol kenarında kocaman bir incir ağacına gözüme ilişiyor. Hemen bisikletimi emniyet şeridindeki bariyerlere yaslayıp o incir ağacına doğru koşuyorum. Mevsim tam da incir mevsimi, ağaçtaki sulu ve koyu renkli incirlerin her biri ‘’beni ye, beni ye’’ diye birbirleriyle yarışıyorlar sanki. Affeder miyim hiç, dalından taze taze koparıp, büyük bir iştahla indiriyorum mideye incirleri. Açlığımı biraz da olsa yatıştırdıktan sonra Trabzon’a kadar hiç durmadan asılıyorum pedallara.

Trabzon’daki ailem
Şehir merkezine vardığımda Adil amcayla buluşup Karakaya köyüne gidiyoruz. Eve vardığımızda bizi Aysel teyze, Öznur ve Toprak kapıda karşılıyor. Öznur’u önceki yazılarımdan da tanıyorsunuz. Aslen Trabzon’lu olmasına rağmen doğma büyüme İstanbul’ludur ve benim en yakın arkadaşlarımdan biridir. Karakaya köyünde evleri ve fındık bahçeleri var. Adil amca, Aysel teyzeyi ve diğer çocuklarını da alarak iki ayda bir mutlaka buraya kafa dinlemeye gelirler. Şansıma ben Trabzon’a giderken onlarda orada olduğu için Trabzon’da kaldığım sürece onların misafiri oluyorum.

Sümela Manastırı’nda Türk hat sanatıyla yazılan isimler ve şiirler
Karadeniz Bölgesi’nde çektiğim fotoğraflarla düzenleyeceğim serginin ön hazırlıklarını yapmalıyım. Bu yüzden en az bir hafta Trabzon’da kalarak bu işlerimi halletmem gerekiyor. Hafta sonu ve zafer bayramı tatilleri araya girdiği için resmi işlerime ancak üç gün sonra başlayabiliyorum. Bu üç gün ise Trabzon’u gezip tanıyabilmem için bana bir fırsat oluyor. İlk olarak Öznur’la Sümela manastırına gitmek istiyoruz ancak sabah geç uyandığımızdan dolayı şehir merkezine indiğimizde manastıra giden arabayı kaçırıyoruz. Biz de sahildeki bir çay bahçesine inip birer kahve içiyoruz. Bu sırada uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımın da Trabzon’da olduğunu hatırlıyorum ve telefonla arayarak onu oturduğumuz çay bahçesine çağırıyorum. O günü akşama kadar ben Öznur ve Sena birlikte geçiriyoruz. Ertesi gün biraz erken uyanıp Sümela manastırına gidiyoruz. Trabzon’a yolu düşen herkesin mutlaka görmesi gerektiği bu manastır, Trabzon'un Maçka ilçesine bağlı Altındere Milli Parkı sınırları içerisindedir. Milattan sonra 4. yüzyılda 2 rahip tarafından inşaasına başlanmış ve tarihin birçok döneminde değişik eklentiler yapılarak şekli değiştirilmiştir. Sümela Manastırı Meryem Ana Deresi’nden 300 metre yukarıda vadiye hakim ve dik bir tepe üzerindeki kayalıklar oyularak inşa edilmiştir. Bu oyularak inşa edilen hali sadece içerideki tapınak ve çevresindeki birkaç ufak yapıyı kapsamaktaymış. 9. Yüzyıldan sonra zamanla büyüyen bu yapı 72 oda ve büyük bir kütüphaneye sahip bir manastıra dönüşmüştür. Sümela Manastırı Ortodokslar için kutsal bir mekandır ve buraya gelenler hacı olduklarına inanıyorlar. Ne yazık ki tarihi değerlerimize sahip çıkmadığımız için bu yapı da tahrip edilmiş duvarlarındaki freskler sökülmüş hatta 20. Yüzyılın Türk hat sanatıyla duvarlarına isimler ve aşk şiirleri yazılmış… 40 yıldır devam eden restorasyon çalışmalarından dolayı sadece yüzde onu ziyaret edilebiliyor. Muhteşem bir manzarası olan manastırdan aşağı inerken Meryem Ana Deresi’nin sesiyle de insanın içini tatlı bir huzur kaplıyor...

Başımdaki buff ve sakallarımla özdeşleşmişim!
Öğleden sonra şehir merkezine döndüğümüzde dinlenmek için bir kafede oturuyoruz. Biz Öznur’la oturmuş kahvelerimizi içerken beni tanıyan iki genç yanımıza yaklaşarak selam veriyor. Onları da masamıza davet edip sohbete devam ediyoruz. Bu defa başka biri daha gelerek, ‘’Hasan Söylemez hoş geldin, seni sakalından ve başına taktığın buff’dan tanıdım.’’ Diyor. Geçtiğimiz hafta bana gelen bir mailde şöyle yazıyordu:’’ Trabzon’a geliş tarihinizi söylerseniz size bir sürpriz yapabiliriz. Sinek Kafe Trabzon’’ Tesadüf bu ya, farkında olmadan davet edildiğim o kafede oturuyoruz ve yanımıza gelen kişi de beni davet eden kafenin sahibi Tuncay Akçair. Onu da aramıza alıyoruz ve gece geç saatlere kadar süren matrak muhabbetlerle kendimizden geçiyoruz. Sonraki günler Tuncay’ın eşi Elife ve yeni doğan bebekleri Uzay’la da tanışıyoruz. Bize gösterdikleri sıcak ilgi için onlara buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

Sergi hazırlıkları
Hafta içi mesai başladığında ise çok yoğun bir koşuşturma içerisinde açacağım sergi için görüşmelere başlıyorum. Önce Vali Recep Kızılcık’la görüşüp sergi için yer tahsisi talebinde bulunuyorum. Sağ olsun beni kırmıyor ve hem Trabzon Sanat Evi’ni kullanabileceğimi hem de her konuda destek vereceğini belirtiyor. Sonra Vali Kızılcık ve balıkçılarla birlikte denize açılıp Vira Bismillah diyerek balık avlama sezonunu başlatıyoruz. Ertesi gün fotoğrafların baskısını yapacağımız Vizyon Bilgi İletişim Ürünleri şirketinden Fahri Gümüştekin’le görüşüyoruz. O sırada yanımıza Forum Trabzon’un halkla ilişkiler uzmanı Esma Sezeroğlu da geliyor. Esma hanım projemi duyunca hemen fotoğraf baskılarının sponsorluğunu üstleniyor ve sergiyi Forum Trabzon’da devam ettirebileceğimi söylüyor. Onun bu jestine tabii ki hayır diyecek değilim. 25 Eylül’de Trabzon Sanat Evi’nde açılacak olan serginin 10 gün sonra Forum Trabzon’da devam etmesine karar veriyoruz. Diğer günlerde yine koşuşturmalar ve görüşmelerle geçiyor. Oradaki işlerimi hallettikten sonra sergi gelirlerini bağışlayacağım Kansere Umut Vakfı Başkanı Mehmet Öktem’i arayarak müjdeyi veriyorum. Mehmet Bey’in telefonda ne kadar duygulandığını ve sesinin titrediğini hissedebiliyordum. Son olarak Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ergun Ata ve diğer gazetecilerinde katılımıyla bir basın toplantısı düzenleyip serginin duyurusunu yapıyoruz.

Bu yoğun tempodan sonra artık Trabzon’dan ayrılıp Karadeniz turumu tamamlamak üzere yola çıkmanın vakti geliyor. Aysel teyzenin sıcak yemekleri, adil amcanın hoş sohbetleri, Toprak’ın oyunları ve Öznur’un yakın ilgisiyle bulduğum aile sıcaklığını arkamda bırakarak, yağmurlu havada Rize’ye pedal basıyorum...

Not 1: Fotoğraf sergisi 25 Eylül 2010 saat 13:30’da Trabzon Sanat Evi’nde açılacaktır. Bu sergiye herkes davetlidir.

Not 2: Karadeniz Bölgesi’ni tamamlayıp Ardahan’a kadar geldim. Yol hikayelerimi biraz gecikmeli de olsa paylaşmaya devam edeceğim. Ardahan’da bisikletimi bırakıp sergi için otobüsle Trabzon’a gidiyorum, sergiden sonra tekrar otobüsle Ardahan’a dönüp kaldığım yerden pedallara asılıyorum.

Not 3: Nerede olduğum ve ne yaptığımla ilgili güncel bilgileri (link) ve (link) adreslerinden takip edebilirsiniz.
 
Kayıt
19 Haziran 2010
Mesaj
4
Tepki
91
Şehir
İstanbul
Merhaba arkadaşlar,
projeme gösterdiğiniz ilgi ve manevi destekleriniz için çok teşekkür ederim.
Malum yollardayım ve ne kadar zor şartlar altında pedal çevirdiğimin farkındasınızdır. Bu yoğunluktan dolayı çok da fazla internete giremiyorum ancak fırsat buldukça yol hikayelerimi ve fotoğrafları sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. 11 Temmuz'da İstanbul'dan başladığım yolculuğumun Karadeniz etabını tamamlayarak Ardahan'a kadar ulaştım. Dün Ardahan'da bisikletimi bırakıp Trabzon'a otobüsle gelerek, Karadeniz'de çektiğim fotoğraflarla düzenleyeceğim serginin hazırlıklarına başladım. Serginin açılışından sonra tekrar otobüsle Ardahan'a gidip kaldığım yerden pedal çevirmeye devam edeceğim. Yol hikayelerimi birkaç hafta geriden takip ediyorsunuz. Bunun nedeni son iki haftadır yaşadığım ciddi bir gribal enfeksiyon hastalığıdır. Hastalanmama rağmen gittiğim yerlerde ara ara dinlenip tekrar pedal çevirmeye devam ediyorum. Bu meşakatli yolculukta beni yalnız bırakmadığınız için hepinize bir kez daha teşekkür ediyorum ve 25 Eylül Cumartesi günü saat 13:30'da Trabzon Sanat Evi'nde açacağım sergiye hepinizi bekliyorum...
Hasan Söylemez
 
Kayıt
1 Aralık 2009
Mesaj
59
Tepki
53
Şehir
İzmir
bizimle bu güzellikleri paylaştığın için asıl biz teşekkür ederiz :)
Kolay gele..
 

ali ayhan cıvıl

Daimi Üye
Kayıt
13 Kasım 2009
Mesaj
231
Tepki
115
Şehir
antalya - istanbul
bir ressam olarak serginin gönlünce geçmesini dilerim kardeşim................
 

cemal_007

Daimi Üye
Kayıt
1 Nisan 2010
Mesaj
242
Tepki
284
Şehir
B.çekmece
hasan beyle Bisikletliler derneğinden Halil atalay dün telefonla konuşmuş her şey yolunda Van’dan Hakkari ye doğru ilerliyormuş sadece buraları hızlı geçmek için çabalıyormuş yakın zamanda bir yazı koymayı planlıyor

yolun açık olsun
 

samet_özdemir

Forum Bağımlısı
Kayıt
31 Mart 2010
Mesaj
1.292
Tepki
1.130
Şehir
Pendik
trabzondaki sergisine gittim buradaki resimlerden farklı bişiler görürüm diyordum ama burdaki resimler ordakilerden daha fazla sadece 1 - 2 tane farklı resim vardı yinede güzeldi kimse yoktu ben çıkarken bi çift girdi sadece benim gittiğimdede hasan çıkmışdı ardahana gitmişdi tekrar tura devam etmek için onu göremedim.
 

Cem Şentin

Forum Bağımlısı
Kayıt
28 Temmuz 2010
Mesaj
1.411
Tepki
1.268
Şehir
İstanbul
Hasan Bey, inanılmaz bir tura imza atıyor. Umarım kendisinin Trabzon'dan sonra yaptığı yolculuğun fotoğraflarını bir an önce görme bahtiyarlığına erişiriz.
 

Koray Bozkuş

Daimi Üye
Kayıt
8 Nisan 2006
Mesaj
254
Tepki
10
Yaş
41
Şehir
istanbul
İsim
KORAY BOZKUŞ
Bisiklet
Merida
tebrik ederim Hasan bey yolunuz açık olsun...
 

MehmetArsLan

Daimi Üye
Kayıt
17 Eylül 2010
Mesaj
239
Tepki
143
Şehir
Manisa-Soma-Ev
Türkiye'de 11 Temmuz tarihinde banka kartlarını kırıp, son parasını da çocuklara dağıtarak 5 parasız halde İstanbul'dan başlayarak Türkiye turuna çıkan gazeteci ve fotoğrafçı Hasan Söylemez Hakkari'den sonra Şırnak'a geldi. ŞIRNAK - Gittiği her bölgenin kültürel değerlerini, çeşitliliğini, insanlarını ve yaşam tarzlarını, hem turist, hem gazeteci, hem fotoğrafçı, hem de o hayatı yaşayan sıradan bir insanın gözüyle fotoğraflayıp, yaşadığı yol hikayelerini yazarak da belgeleyen Hasan Söylemez, Şırnak’a gelerek araştırmalarına başladı. İnsanları daha yakından tanıyıp anlayabilmek ve daha iyi bir iletişim kurabilmeyi amaçladığını belirten Söylemez, “Onlara her anlamda ihtiyacımın olması gerekiyordu. Onların yaşam tarzlarını, kültürlerini ve hayata bakışlarını, ancak onlar gibi yaşayarak anlayabilirdim” dedi.

‘Bisikletle 10 bin kilometre Türkiye Turu ve Türkiye Fotoğrafları’ adlı projesine başlamadan önce Doğu ve Güneydoğu’ya gitmemesi konusunda yüzlerce mail aldığını belirten Söylemez şunları anlattı: “O kadar kötü senaryolar üretildi ki, sanki gideceğim bu bölgelerden bir daha sağ dönemeyecekmişim gibi. İnsanlar neden böyle düşünüyor anlamıyorum. Burası da bizim ülkemizin toprakları. Burada öcüler değil, insanlar yaşıyor ve bu bölgenin insanlarının sıcakkanlılığı, misafirperverliğini dünyanın hiçbir yerinde göremezsiniz. Hiçbir sorun yaşamadan Şırnak’a kadar geldim. Van, Hakkari ve Şırnak bölgelerinde karşılaştığım insanların beni misafir edebilmek için birbirleriyle yarışmaları, bu bölge halkı için art niyetli düşünenleri utandıracak derecedeydi. Benim kim olduğumu bilmiyorlar, onlar için sadece yoldan geçen sıradan bir yabancıyım. Dili, dini, ırkı, mezhebi, kimliği ne olursa olsun herkesin çok rahat bir şekilde bu bölgelerde gezebileceğinin artık bilinmesi gerekiyor. Bu ülke doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi hiç fark etmiyor kültürler ve yaşam tarzları farklı olabilir ancak birleştirici yönleri daha fazladır” dedi.

3 BİN 400 KİLOMETRE KAT ETTİ
Yolculuğunun daha ne kadar süreceğini bilmediğini belirten Söylemez, “Her şey spontane gelişiyor, ne kendimle ne de bir başkasıyla yarışıyorum. 3.5 ayda Karadeniz bölgesi ve Doğu Anadolu bölgesinde 3 bin 400 km yol katedip Şırnak’a vardım. Sadece sınır bölgelerini geziyorum. Sırada Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep var. Ardından Akdeniz, Ege ve Trakya bölgesini de geçtikten sonra turumu İstanbul’da noktalayacağım” diye konuştu.

Önceki gün Şırnak’a gelen Söylemez, bir taraftan Anadolu insanının belgeselini çekerken bir taraftan da toplumun duyarlı olması gereken konularla ilgili gezi ve yol hikayeleri yazdığını söyledi. Gazeteci ve Fotoğrafçı Söylemez, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Bisikletin sağlıklı ve doğaya saygılı bir ulaşım aracı olarak kullanılabileceğine dikkat çekmek için sürekli pedal çeviriyorum. Her bölgede çektiğim fotoğraflarla sergiler düzenleyip, bu sergilerde fotoğraf satışlarından elde edilen gelirlerin tamamını ise dernek, vakıf ve ihtiyaç sahiplerine bağışlıyorum. İlk sergimi Karadeniz Bölgesi’ni tamamladıktan sonra Trabzon’da açtım. Karadeniz sergimde kanser hastalarının tedavisine bir umut olabilmesi için fotoğraf satışlarından elde edilen gelirlerin tamamını Kansere Umut Vakfı’na bağışladım. Doğu ve Güneydoğu’da çektiğim fotoğraflarla düzenleyeceğim sergilerden elde edilen gelirleri ise köy okullarına bağışlıyorum. Son olarak İstanbul’da uluslararası büyük bir fotoğraf sergisi düzenleyeceğim ve bu serginin gelirleri de sokak çocuklarına gidecek. Projemin temel amaçlarından biri zaten mutluluk ve paylaşımdır. Eğer birilerini paylaşımlarımla mutlu edebiliyorsam, amacıma adım adım ulaşıyorum demektir.” (dha)

ERCAN KALAY

RADİKAL GAZETESİNDEN ALINMIŞTIR. Başarılar diliyorum.
 

Delta

Forum Demirbaşı
Kayıt
12 Mayıs 2010
Mesaj
463
Tepki
611
Şehir
İstanbul
İsim
Delta
Bisiklet
Geotech
Yol hikayeleri 9 - 10. ve 11. hafta - Cuma, 22 Ekim 2010 09:13

Şiddetli yağmurlar ve hastalık!
Doğu Karadeniz, Karadeniz Bölgesi’nin en dağlık, en fazla yağış alan ve nem oranının en yüksek olduğu bölümüdür. Gazete ve televizyonlarda bu bölgedeki aşırı yağışlardan dolayı meydana gelen sel ve heyelanların bölge halkına ne kadar zarar verdiğini görmüş ve okumuşuzdur. Burada yağmur dinsin de yoluma devam edeyim deme şansınız yoktur. Şayet yağmurun dinmesini bekleyeceğim diyorsanız günleri ve haftaları gözden çıkarmanız gerekiyor. Doğu Karadeniz’de bunları yaşayacağımı bildiğimden dolayı Trabzon’dan Rize’ye gideceğim gün yağan yağmura aldırış etmeden yağmurluğumu giyinip yola çıkmaya karar veriyorum. Trabzon’da kaldığım bir hafta boyunca beni evlerinde misafir eden Öznur, babası Adil Amca ve annesi Aysel Teyze Trabzon’un çıkışına kadar bana arabalarıyla eşlik edip yolcu ediyorlar. Karadeniz’in hırçın dalgaları kayalıkları döverken çıkan sesin ritmi ve yağan yağmurun hoşurtusuyla oluşan melodiye kendimi kaptırmış pedal çevirirken bir petrol istasyonunun önünde gelişimi videoya kaydeden birini fark ediyorum. Biraz daha yaklaştığımda bu kişinin Sinek Kafe’nin sahibi Tuncay Akçair olduğunu anlıyorum. Tuncay fanatik bir Trabzonspor taraftarıdır. Beni Trabzon’un çıkışında beklemesinin çok anlamlı bir nedeni var. Yanında getirdiği poşeti açıp içinden bir Trabzonspor atkısı çıkararak bana uzatıyor ve bu atkıyı gördüğüm ilk Trabzonsporlu çocuğa vermemi istiyor. Onun bu talebini seve seve yerine getireceğime söz veriyorum ve o atkıyı özenle katlayıp çantama koyduktan sonra Rize’ye doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Yağmur gittikçe şiddetini artırıyor, giyindiğim yağmurluğun hiçbir etkisi olmadığı gibi yanımdan geçen araçların sıçrattığı suyla da sırılsıklam oluyorum. Gözlüğümün iç tarafı nefesimin sıcaklığıyla buharlaşırken dış tarafı da yağmur damlacıklarıyla kapanıp görmemi zorlaştırıyor. Asfalttaki su birikintilerine girdikçe hızım yavaşlıyor ve pedal çevirmek için daha fazla efor sarf etmem gerekiyor. Bir taraftan üşürken bir taraftan da kan ter içinde pedal çevirmeye çalışıyorum. Sürmene’’ye vardığımda bir dinlenme tesisine girip soluklanıyorum. Tesis çalışanları ve müşterilerin bana acıyarak baktıklarını hissedince ben de kendi halime gülüyorum. Bana ikram edilen bir bardak sıcak çayı içtikten sonra vakit kaybetmeden tekrar bisikletime binip, yağmura meydan okurcasına, ıslak asfaltı eze eze pedal çeviriyorum. Of, İyidere, Derepazarı derken 35 km hiç durmadan, yağmur altında pedal çevirip nihayet Rize’ye varıyorum. Rize merkezde yağmur şiddetini düşürmüş hafifçe serpiştiriyor, ben ise soğuktan tir tir titremeye başlıyorum. Birkaç hafta önce Rize’deki sel felaketinin verdiği korkuyla da dışarıda çadır kuramayacağımı biliyorum. Böyle zor durumlarda kaldığım zaman mecburen kamu kurum ve kuruluşlardan yardım istiyorum. Belediyeye giderek basın ve halkla ilişkiler müdürü Fahrettin Bey’le görüşüp kalacak yer konusunda yardımcı olmalarını istiyorum. Sağ olsun bana bir otelde yer ayırttırıyor. Otelde üzerime yapışan elbiseleri çıkartıp duş aldıktan sonra uyumak için yatağa geçiyorum. Ancak gün boyunca yağmur altında ıslandığımdan dolayı hafiften üşüyorum ve ara ara öksürüyorum. Sabaha kadar öksürmelerim ve üşümem bir türlü geçmiyor. Sabah uyandığımda sesimin kısıldığını ve tir tir titrediğimi fark ediyorum. Camdan dışarı baktığımda yağmurun devam ettiğini görünce tekrar yatağa dönüp battaniyenin altına girerek ısınmaya çalışıyorum. O gün akşama kadar otelden çıkmıyorum. Ertesi gün hava biraz açınca çıkıp çarşıda biraz dolaşıyorum. Biraz sonra telefonum çalıyor, arayan Amasra’da Barış Akarsu’nun evinde tanıştığım Hasan Güçlü.

Hasan benim Rize’de olduğumu öğrenmiş ve kendi köylerinde misafir etmek istediğini söylüyor. Öğleden sonra Hasan’la buluşuyoruz ancak onun evi Çayeli’ne bağlı Çilingir Köyü’nde olduğu için ve ben hasta bir halde pedal çeviremediğim için o gün köye gitmiyoruz. Birlikte Rize Kalesi’ni gezdikten sonra ertesi gün onların köyüne gideceğime söz verip Hasan’ı yolcu ediyorum. Akşam yemeğini belediyenin kurduğu iftar çadırında yiyip otele dönüyorum. İlk yardım çantamdan vitamin ve soğuk algınlığına iyi gelen ilaçlarımı da içip uyuyorum.

‘’Rize’de haftada iki defa yağmur yağar biri üç gün, diğeri dört gün sürer.’’
Biliyorsunuz Rize denince akla ilk gelen şey çaydır. Türkiye’deki çay üretimin neredeyse tamamı Rize’de yapılıyor. Trabzon’un Of ilçesinden Rize’ye girdiğiniz andan itibaren gördüğünüz yeşilliklerin hepsi çaylıklardır. Biz çay bahçesi diyoruz fakat orada yaşayanlar çay yetiştirdikleri alanlara çaylık diyorlar. Şehir merkezi ve yol kenarlarında onlarca çay fabrikasına rastlamak mümkün. Zaten Rize sınırları içerisinde bulunduğunuz sürece fabrikalarda işlenen çayın o ıslak kokusunu hemen hissedersiniz. Çay, bol yağış ve nem ister. Rize çay yetiştiriciliği için en ideal yerdir. Gökyüzünde kara bulutların olmadığı anlara rastlamak çok nadirdir. Hemen hemen her gün yağmur yağar. Hatta Rize’liler buna karşı çıkıp derler ki; ‘’Rize’de haftada iki defa yağmur yağar biri üç gün, diğeri dört gün sürer.’’ İnsanları da pratik zekalı ve çok komikler. Aslında çok ciddiler. İşte komik olan ise onlarla yaşadığınız komik olaylardaki ciddiyetleridir. Duyduğunuz Karadeniz fıkralarının çoğu Trabzon ve Rize’de geçer. Şiveleri ise ilçeden ilçeye, köyden köye değişir. Yüksek sesle konuşurlar ama siz bir şey anlamazsınız. Alfabedeki C ve U harflerini o kadar çok kullanırlar ki, bu harflerin Rize’li olduğunu sanırsınız. İftar çadırında yemek yerken kendi aralarında yüksek sesle konuşan bir gruba kulak misafiri oldum. İçlerinden biri ce-ci-cu diyor, diğerleri kahkalara boğuluyor. Yahu bunlar ne konuşuyor ne anlatıyor diye biraz daha kulak kabartıyorum ama ce-ci-cu’dan başka hiçbir şey anlamıyorum. Kesinlikle onların böyle konuşmasını yadırgamıyorum aksine güzel ülkemin çeşitliliğini gördüğüm için gurur duyuyorum.

Sel ve heyelanlardaki ölümler bölge halkının kaderi değil!
Neyse Çayeli’nde Hasan’la buluşmak üzere Rize’den yola çıkacağım sırada otelin önünde gördüğüm Erdem adında bir çocuğa Tuncay’ın bana emanet ettiği Trabzonspor atkısını veriyorum… Önceki gün bir çay firmasının genel müdüründen çay fabrikasında çekim yapmak için de izin istemiştim. Yolumun üzerinde o çay fabrikasına uğrayıp, çayın nasıl işlenip sofralara hazır bir hale getirilişini de fotoğraflıyorum. Ardından üç hafta önce sel ve heyelan felaketiyle 13 kişinin hayatını kaybettiği Gündoğdu ilçesine giriyorum. Aradan üç hafta geçmesine rağmen sel felaketinin en derin izlerini hala görebiliyorsunuz. Yıkılan evler, toprakla birlikte kayıp giden çay bahçeleri, çamurlar içindeki ev eşyaları ve o eşyaları ve evlerini çamurdan temizleyeme çalışan sel mağdurları… Maden ocaklarındaki göçüklerde ve grizu patlamalarındaki ölümler nasıl madencilerin kaderi değilse, Türkiye’nin en bol yağış alan bölgesindeki sel ve heyelanlardaki ölümler de o bölge halkının kaderi değil. Bütün bunlar yeterli önlem alınmadığından kaynaklanıyor…

Ateşim yüksek ve sürekli öksürüyorum!
Çayeli’nde Hasan’la buluşup Çilingir Köyü’ne gidiyoruz. Çay bahçelerinde tulum eşliğinde horon tepilecek ve ben de onları fotoğraflayacaktım. Ne yazık ki kapalı hava buna müsaade etmiyor ve çok geçmeden tekrar yağmur yağmaya başlıyor. Hasan’ın annesinin pişirdiği lezzetli yemekleri yiyip geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Sabah uyandığımızda tulumlu horonlu fotoğraf çekmek için havanın müsait olmadığını görünce artık çekimden vazgeçiyoruz ve ben Ardeşen’e doğru yağmurlu havada pedal çevirmeye devam ediyorum. Ardeşen’e vardığımda ayakta duracak halim kalmıyor. Sürekli öksürüyor, ateşimin yükseldiğini hissediyorum. Doktorumla telefonda görüştüğümde ilaçlarımı düzenli bir şekilde içip en az bir hafta dinlenmem gerektiğini söylüyor. Tanıdıklar vasıtasıyla Ardeşen’de üç gün öğretmen evinde kalıp hastalığımın geçmesini bekliyorum. Ancak ne havalar düzeliyor ne de benim hastalığım geçiyor. Dışarı çıkıp fotoğraf bile çekemiyorum. Öğretmen evinde tıkanıp kalmak canımı sıkınca daha fazla dayanamayıp bayram arifesinde bisikletime binerek yine yağmurlu havada Artvin’in Arhavi ilçesine geçiyorum.

Gürkan Genç’i duymuşsunuzdur. O da bisikletin bir ulaşım aracı olarak kullanılabileceğine dikkat çekmek için 3 Nisan’da Samsun’dan Japonya’ya gitmek için tek başına bisikletiyle yola çıkmıştı. Bana mail atmış eğer Arhavi’ye gidersem akrabalarını ziyaret etmemi, beni göreceklerine çok sevineceklerini söylemişti. Ben de Arhavi’de onun akrabalarını ziyaret ediyorum. Benim parasız gezdiğimi duyduklarında cebime para bile koymaya kalkışıyorlar ancak bunu kabul etmiyorum. Benimle çok yakından ilgilenip karnımı doyurduktan sonra yolcu ediyorlar.

Hopa’da kalacak yer bulamayınca yağmur altında bir o yana bir bu yana dolanıp duruyorum!
Öğleden sonra Hopa’ya vardığımda ilçe merkezinde bisikletimle birkaç tur atıyorum. Burada özellikle birkaç gün kalmak istiyorum. Çünkü Kazım Koyuncu’nun mezarını ziyaret etmek ve ailesiyle tanışmak istiyorum. Sarp Sınır Kapısı’nda çekim yapmak, bayramın nasıl bir havada geçtiğini görmek istiyorum. Ancak Hopa’da kalacak bir yer bulamıyorum. Yağmur her zamanki gibi çadır kurmama izin vermiyor, çarşıda bir o yana bir bu yana dolanıp duruyorum. Birkaç otele gidip çalışma karşılığında uyumam için yer vermelerini istiyorum kabul etmiyorlar. Ne yapacağımı şaşırmış ve çaresiz bir vaziyette kara kara düşünürken basın danışmanlığımı yapan Ebru Satır’ı, müzisyen olan yakın dostum Volkan Doğan Kayıkçı’yı ve Habertürk’ün spor müdürü Erdem Erol’u arıyorum. Üçü de on dakika sonra seni ararız deyip bana kalacak yer bulmaya çalışıyorlar. İlk arayan Erdem abi oluyor. Hopa’daki Doğu Matbaası’nın sahibi ve gazeteci Yüksel Yeğin’in beni misafir etmek için beklediğini söylüyor. Sonra Ebru arıyor o da arkadaşıyla görüşmüş ailesinin beni misafir edebileceğini ama köylerinin 20 km uzakta olduğunu söylüyor. Son olarak Doğan arıyor o da Kazım Koyuncu’nun kardeşi Niyazi’yle görüşmüş fakat ailesinin şehir dışında olduğunu döndüklerinde beni misafir edebileceklerini söylüyor. O an en mantıklı olan Erdem abinin önerisi oluyor. Çünkü hava kararmış ve benim acilen sığınacak bir yere geçmem gerekiyor. Hemen Doğu Matbaası’na gidip Yüksel Yeğin’le buluşuyorum ve iki gün onun misafiri oluyorum…

Gürcistan’a pasaportsuz kaçak giriş yapıyorum!
Bayramın ilk günü hava biraz açınca bisikletime binerek Sarp Sınır Kapısı’na doğru yola çıkıyorum. Hep televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz sınır kapılarındaki kilometrelerce uzunluğundaki tır kuyruklarıyla karşılaşıyorum. Bayramı aileleriyle geçirmeleri gereken aile babalarının ekmek parası için günlerce bu kuyruklarda bekleyişlerine şahit oluyorum. Kimisi şoför mahallinde başını ellerinin arasına almış uykulu gözlerle sıranın kendisine gelmesini beklerken, kimisi de tünelin içinde iskemlesini kurmuş, tırın ön tekerleklerinin yanındaki küçük bagajı sehpa yaparak yemek pişirmek için sebze doğruyor. Tır katarlarını geçip sınır kapısına ulaştığımda Gürcistan’a girmek için sıra bekleyenlerin sadece tır şoförleri olmadığını anlıyorum. Yüzlerce kişi ellerinde pasaportları sıranın bir an önce kendilerine gelmelerini sabırsızlıkla bekliyorlar. Kapı o kadar kalabalık ki güvenlik görevlileri bu kalabalık kitleyi düzgün sıraya koymak için güçlük çekiyorlar. Madem buraya kadar gelmişim o halde bir ayağım Türkiye’de bir ayağım Gürcistan’da sınırın tam ortasında bir fotoğraf çekileyim diyorum. Fakat yanımda pasaportum olmadığı için bunu yapmamın imkansız olduğunu da biliyorum. Ne yapıp edip karşıya geçmem gerekiyor diyorum ve o kargaşadan yararlanıp birinci kapıyı çaktırmadan geçiyorum. İkinci kapıya vardığımda yine kalabalığın arasından bir şekilde sıyrılıp geçiyorum. Evet, artık üçüncü kapıya geliyorum. Bu kapıyı geçtiğim anda Gürcistan sınırlarına girmiş olacağım. Yalnız burayı geçmem biraz zor, çünkü güvenlik görevlisi sayısı fazla ve onların dalgın olduğu bir anı yakalamam gerekiyor. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; sınır kapısında fotoğraf çekmek yasak. Elinizde fotoğraf makinasının olduğunu gördükleri anda hemen uyarıyorlar. Ben de makinamı çantamdan henüz çıkarmamışım. Bir anda güvenlik görevlisinin dalgınlığında faydalanıp bisikletimin pedallarını hızlı bir hareketle çeviriyorum ve o üçüncü kapıyı geçerek Gürcistan sınırlarına giriyorum. Henüz elimi çantama atıp makinamı çıkarmadan güvenlik görevlisine yakalanıyorum. Heyecandan kalbim küt küt atarken bakın aramızda nasıl bir diyalog geçiyor.

- Heyy!
- Efendim!
- Türk müsün?
- Evet.
- Pasaport?
- Abi pasaport yok.
- Nasıl pasaport yok, ne işin var burada, nasıl geldin buraya kadar?
- Abi gözünü seveyim bak İstanbul’dan buraya bisikletle geldim. Şuracıkta bir fotoğraf çekilip çıkacam.
- Lan manyak mısın sen, hem pasaport yok hem de fotoğraf çekip çıkacam diyorsun.
- Abi gözünün yağını yiyim, sadece bir fotoğraf.
- (kolumdan tutup çekerek) gel lan buraya.
- Abi fotoğraf, sınır, ka...
- Bak hala fotoğraf diyor.
- Abi fot...
- (beni zorla geri çekerek) başımı belaya mı sokacan lan! S.tir git buradan.
- ...
- Bla bla bla...

Sıra bekleyen pasaportlu vatandaşların şaşkın bakışları arasında saniyeler içerisinde yaka paça sınır dışı ediliyorum. Sınırın tam orta yerinde fotoğraf çekilemiyorum ancak bisikletimle sınırları aştığım için kendimle gereksiz! bir gurur duyarak kapıdan biraz uzak bir yerde fotoğraf çekiliyorum...

Kimi seversek erken terk ediyor bizi
Sarp Sınır Kapısı’ndan Kazım Koyuncu’nun doğduğu ve mezarının bulunduğu Hopa’ya bağlı Sugören köyüne gidiyorum. Köylüler Kazım’ın annesi ve babasının yaşadığı evi gösteriyorlar. Ancak evde kimse olmadığı için oradaki bir köy kahvehanesinde oturup bekliyorum. Kazım Koyuncu’yu hepiniz tanıyorsunuzdur. Tanımasanız bile vapurda, otobüste, markette, sokakta herhangi bir yerde mutlaka bir şarkısını, türküsünü dinlemişsinizdir. O da Çernobilin azizliğine uğramış her Karadenizli gibi talihsizdi. Televizyon ekranlarında çay içen, yabancıların radyasyonlu diye almadığı; elde kalan fındıkları okullarda dağıtanların kurbanı oldu. Bu memleketin en yeşil dağlarının, en kara bulutlarının, en deli dalgaların çocuklarının kalbine, nefesine, içtikleri suya zehirli ellerle dokunanların kurbanı. Kazım gibi nice çocuklarını yitirdi Karadeniz ve biz sadece arkalarından onların gidişlerine baktık. Buradaki ölümler ansızın bastıran bir yağmur gibi, kendince vakti gelen bir ölüm değil, ağır bir cinayettir. Ve hala bu cinayetler için temeller kazılıyor Karadeniz’de, doğa yok ediliyor, canlılar ölüyor biz ise sadece izliyoruz. Yükseltemiyoruz sesimizi, engel olamıyoruz bunlara… Oysa hepimizden daha umutluydu Kazım, dünyanın pisliğine karşı; gitarıyla, şarkılarıyla, duruşuyla en güzel ‘’hayır’’ diyen oydu. İçimizden biriydi. Sadece Karadenizlileri değil, farklı yörelerden, başka kültürlerden insanları bile bir araya getirebilecek kadar koca bir yüreği olan şair ceketli çocuktu Kazım. Bir yumruk gibi boğazımda düğümleniyor kelimeler, ellerimin titremesine engel olamıyorum onu anlatırken. Işık, umut, sevgi, güzel olan her şey vardı onda. Ama kimi sevsek erken terk ediyor bizi. Ölüm sana hiç yakışmadı be Kazım, vay ‘’ölüm sen ölesin’’

‘’Aradan beş yıl geçti alışamadık yokluğuna’’
Köy kahvehanesinde Kazım’ın abisi Hüseyin Koyuncu’yla buluşup Kazım’ın mezarına gidiyoruz. Akşam’da Hüseyin abi beni evine götürüyor. Annesi ve babası geç geldiği için o akşam onları göremiyorum. Ertesi sabah Cavit amca ve Hüsniye teyzeyi evlerinde ziyaret ederek ellerini öpüp bayramlarını kutluyorum. Hüsniye teyze oğlunun odasını gösteriyor bana, aldığı ödüller, okuduğu kitaplar, giyindiği kıyafetler ona ait ne varsa duruyor odasında. Evin duvarları Kazım Koyuncu fotoğraflarıyla süslü. Hüsniye teyze; ‘’Aradan beş yıl geçti alışamadık yokluğuna, fotoğrafları ve eşyalarıyla avunmaya çalışıyorum ama olmuyor, yüreğime oturuyor her şey’’ diyor. Cavit amca ise oğlunun verdiği toplumsal mücadelelerden bahsediyor, sokak çocuklarını anlatıyor. ‘’Geri kalmış ülkelerin en büyük sorunlarından biri sokaklarda zayi olan çocuklardır. Bizim çocuklarımızdır onlar, ne büyük ızdıraplar çekiyorlar sokaklarda ama kimse bilmiyor. Bu çocuklara devletin sahip çıkması lazım. Benim canım nasıl Kazım için yanıyorsa aynı zamanda onlar içinde yanıyor.’’ Diyor.

Cavit amca ve Hüsniye teyze her fırsatta oğullarının mezarını ziyarete gidiyorlar. Bugün ben de onlarla birlikte bir kez daha Yeşilköy’deki anıt mezara gidiyorum. Yüksek bir yerde, doğayla iç içe, muhteşem manzarası olan yemyeşil bir yerde yatıyor Kazım. Birlikte dualar okuyoruz onun için, huzur içinde uyumasını diliyoruz tanrıdan. Annesi özenle yabani otları koparıyor mezarın üzerinden, arada şefkatle okşuyor mezar taşını, sonra etrafı kontrol ediyor dağınık bir şey var mı diye. Ziyaretçisi çok olur Kazım’ın yine taze karanfiller bırakılmış toprağın üzerine. Mezardan ayrılırken Cavit amca ve Hüsniye teyze her zaman yaptıkları şeyi yapıyorlar ve son kez dokunuyorlar duvarda asılı olan oğullarının fotoğrafına...

Şehir tabelası var ama şehir görünmüyor!
Artık Hopa’dan ayrılmanın vakti geliyor. Kazım Koyuncu’nun ailesiyle vedalaşıp Artvin’in Borçka ilçesine doğru bisikletimle yol almaya devam ediyorum. En son Sinop’tan Samsun’a giderken yüksek rakımlı dağlardan ve rampalardan geçmiştim. Hopa’dan sonraki yollarım yine eskisi gibi dar virajlı ve rampalı olacak. İlk olarak 690 rakımlı Cankurtaran Geçidini tırmanıyorum. Uzun zamandır deniz seviyesinde pedal çevirdiğim için bir anda bu tırmanışı yapmam beni çok yoruyor. Ancak zirveye ulaştığımda Borçka’ya kadar neredeyse hiç pedal çevirmeden gidiyorum. Geceyi Borçka’da geçirmek istiyorum ancak Borçka Emniyetine uğradığımda burada çadır kuramazsın denilince Artvin’e geçmek zorunda kalıyorum. Sağ tarafımda Çoruh nehrini takip ederek akşam karanlığında Artvin tabelasına varıyorum. Tabelayı görüyorum fakat şehri göremiyorum. Allah Allah! Bu tabelayı yanlış yere mi dikmişler diye düşünüp etrafa bakınca gökyüzündeki yıldızların bu kadar yakın ve çok ışık verdiğini de ilk defa görüyorum. Yolda karşılaştığım insanlara Artvin’in nerede olduğunu sorduğumda bana yukarda yıldızlara benzettiğim ışıkların şehrin ışıkları olduğunu söylüyorlar. Adamlar dağın başında kale gibi bir şehir kurmuşlar. 6 km’lik virajlı ve dik yolları tırmandıktan sonra akşam 10 gibi şehir merkezine varıyorum. Oradaki insanlara nerede çadır kurabileceğimi soruyorum, onlar da bana; ‘’en az 7 km daha tırmanınca çadır kurulabilecek kamp alanına ulaşabilirsin’’ diyorlar. O saatte ve o yorgunlukta değil 7 km, 7 metre bile pedal çevirebilecek takatim kalmıyor ve gördüğüm ilk parka çadır kurmak istiyorum. O sırada yanıma bir kaç adam yaklaşıyor ve ne yapmaya çalıştığımı öğrenmek istiyorlar. Ben de burada çadır kurmak istiyorum diyorum. İçlerinden biri havanın soğuk olması ve güvenlik açısından çadır kurmamın uygun olmayacağını belirtip otelde kalmamın daha iyi olacağını tembihliyor. Ben de üzerimde hiç para olmadığını söyleyince içlerinden biri diğerlerine dönerek; ‘’bunu öğretmen evine götürün benim gönderdiğimi söyleyin para almasınlar’’ diyor. Bu takım elbiseli, kravatlı adamın kim olduğunu öğretmen evinde kaydım yapılınca öğreniyorum. Meğer bu adam DİSK’in Artvin bölge temsilcisi Selim Bilgin imiş. Rize taraflarında yediğim yağmurdan dolayı aldığım soğuk algınlığı henüz geçmediği için iki gün hiç dışarı çıkmadan Artvin öğretmen evinde dinleniyorum.

Artvin genellikle Livane ve Çoruh adıyla bilinir. İl nüfusunun çoğunluğunu Kıpkaç Türkleri ve sırasıyla Gürcü ve Lazlar oluşturur. Artvin’de Karadeniz ve Kafkas kültürü hakimdir. Kafkas kültürü Kıpkaç Türklerinde ve kısmen Gürcülerde vardır. Karadeniz kültürü ise Laz, Hemşinli ve Gürcülerde vardır. Mısır unu yaygın kullanılır. Ayrıca kıyıda hamsinin her çeşidi tüketilir. Kara lahana Artvin’de özellikle Gürcü ve Lazlarda vazgeçilmez bir üründür. Yöresel çalgılar; tulum, akordeon ve Karadeniz kemençesidir. Artvin yöresinde adı Artvin Barı olan ancak Atatürk’e ithafen adı Atabarı olarak değiştirilen halk oyunu Artvin ile özdeşleşmiştir. Artvin’in simgesi boğadır. Her yıl geleneksel boğa güreşleri festivali yapılır. Artvin’deki Kafkasor yaylasında düzenlenen Kafkasor Festivali ise bunların içinde en ünlüsüdür.

Dağ başında susuz kalınınca ne yapılır?
Artvin’den doğu illerine gidebilmek için tırmanılması gereken 15 km’lik bir Varyant yokuşu var. Yokuşlarda bisikletle en fazla 7 km hız yapılabiliyor. Zaten normal bir insanın yürüme hızı saatte 5-7 km arasında değişiyor. Ha bisiklete bindin ha yürüyerek gittin hiç fark etmiyor. Ancak yük fazla olduğu için bisikleti iterek gitmeye kalkışıldığında yürüme hızı da saatte 3 km’ye kadar düşebiliyor. Bacak kaslarınızdan duman çıkana kadar pedal basıp tırmanmaktan başka alternatifiniz yoktur. Varyant’ı tırmanırken çabuk yorulup çok da fazla su tükettiğim için daha yolun yarısına bile gelmeden mataramdaki bütün suları içiyorum. Dağ başında ne bir ev, ne petrol istasyonu, ne de bir dinlenme tesisi var. Yol kenarında susuz nasıl gideceğim diye kara kara düşünürken gelen yolcu otobüsünü gördüğümde kafamda bir ampul yanıyor. El etsem durmayacağını biliyorum, konuşmadan derdimi şoföre ancak işaretlerle anlatabilirdim ve sol elime matarayı alıp sağ elimle de su içme hareketi yaparak gelen otobüsün durup bana paket paket tek içimlik su vermesini sağlıyorum. Dinlenerek ve yavaş gittiğim için Varyant’ı 3.5 saatte tırmanarak bitiyorum. Varyant’ı tırmanırken sağ tarafta 251 metre yüksekliğiyle Türkiye’nin en yüksek dünyanın ise en yüksek altıncı barajı olan Deriner barajını görebilirsiniz.

Şavşat’ta karşılıksız arsasını vermek isteyen aile!
Bir kere bile pedal çevirmeye gerek duymadan Varyant yokuşundan Şavşat ve Erzurum yol ayrımına kadar iniyorum. Buradan Şavşat yoluna sapıp çok da fazla eğimli olmayan yolu takip ederek akşama doğru Şavşat’a varıyorum. Yalnız Şavşat da tıpkı Artvin gibi bir dağın yamacında olduğu için orada da 5 km’lik bir rampayı tırmanmak zorundayım. Yine nefes nefese rampayı tırmanırken yanımda bir pikap duruyor. Şoför arabanın benim tarafıma bakan camını indirip şöyle sesleniyor:

- How are you today?
- Eyvallah abi, yorgunum valla!
- Are you ok?
- Abi seninle Türkçe konuşuyorum.
- Where are you from?
- Türkiye, Muş Muşşş
- Neeeeeeeeeeeeyyyy! Muş mu?
- He ya, Muş
- Vay senin canını yiyim, ben de 15 yıl Muş’ta kaldım ha!
- Valla mı? Sen de Muş’lu musun?
- Yoo ben Şavşatlıyım ama orada çok kaldık.
- Hmm
- Dur bisikletini arabaya bindirelim, bırakmam seni bu akşam misafirimsin.

Emrah Uzun babasının memuriyetinden dolayı ailesiyle 15 yıl Muş’ta yaşamış. Kendisi 1987 yılından beri kickbox ile uğraşırken aynı zamanda İstanbul’da diş hekimliği yapıyor. Bugüne kadar sayısız maçlarda milli forma giyerek Türkiye’yi temsil etmiş ve onlarca kupa ve madalya almış. Şu an hem diş hekimliği hem de hakemlik yapıyor. Şavşat’a gelmesinin nedeni de Cevizli köyünde yaşayan annesine yeni bir ev yapıp rahat etmesini sağlamak. Bisikletimi pikapın arkasına bindirip Cevizli köyüne gidiyoruz. Yaşlı annesi misafir geldiğini görünce hemen yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Bir de Muş’lu olduğumu öğrenince beni el üstünde tutuyor. Yaşadıkları köy o kadar güzel bir yer ki, insan ömrünün sonuna kadar burada yaşamak ister. Orada bir gün kalmayı planlıyordum ancak Emrah ve annesi beni bırakmadıkları için iki gün kalıyorum. Hatta Emrah’ın annesi bana karşılığında hiç para vs. istemeden arsa vermek istiyor ama ben kabul etmiyorum. Çünkü bir şartı var. ‘’Eğer evlenirsen ve burada ev yapıp bana komşuluk yapacaksan o zaman sana arsa veririm.’’ diyor. Onların bu sıcak ilgisi karşısında mahcup olmamak elde değil. Ama maalesef yerleşik hayata geçmem biraz zor olduğu için oradaki arsaya da sahip olamayacağım...

Karadeniz Bölgesini 2799 rakımlı Sahara Dağını tırmandıktan sonra bitiriyorum
Şavşat, Karadeniz Bölgesinin en son ilçesidir. Şavşat ve Ardahan arasındaki 2799 rakımlı Sahara Dağı’nı tırmandıktan sonra Karadeniz Bölgesi’ni bitirmiş oluyorum. Bu dağ öyle kolay aşılacak bir dağ değil. Eğim bazı yerlerde yüzde 50-60 gibi görünüyor. Şavşat rampası haricinde 23 km tırmanış yapıldıktan sonra ancak Zirve’ye ulaşılabiliyor. Eğer zirveye ulaşırsam bisiklet yolculuğumun en büyük tırmanış rekorunu kırmış olacağım. Bütün cesaretimi toplayıp vitesi bire attıktan sonra pedal çevirmeye başlıyorum. Dediğim gibi eğim fazla olduğu için pedal çevirmek büyük bir işkenceye dönüşüyor. Her 100 metrede bir bisikletten inip biraz nefes aldıktan sonra tekrar pedal çevirerek yol almaya başlıyorum. Molalarımdaki mesafeleri arttırabilmek için bacak kaslarımın alışması gerekiyor. 100 metrede bir verdiğim molaları önce 150 metre sonra yavaş yavaş 300 metreye kadar çıkarıyorum. Yolda Emrah abinin bana aldığı bisküviler ve çikolataları yiyerek enerji biriktirip tekrar pedallara asılıyorum. Üç saatlik bir tırmanıştan sonra yol üstünde alabalık tesisleri bulunan Laşet Restaurant’a bir mola daha veriyorum. Gelen bisikletliyi gören restaurant çalışanları yanıma gelerek hoş geldin diyorlar ve beni bahçeye davet ederek yemek ve çay ikram ediyorlar. Benim gibi parasız, hatta binlerce km yolu yürüyerek giden turistler de buraya uğradıkları için Laşet çalışanları ve yetkilileri beni gördüklerine çok da şaşırmıyorlar ve ellerinden geldiği kadarıyla yardımcı olmaya çalışıyorlar. Yemeği de yedikten sonra biriken enerjimi pedallara enjekte edip tırmanışa devam ediyorum. Bu arada Sahara Dağı’ndan önce iki dağ daha var o dağları tırmandıktan sonra Sahara’ya tırmanılıyor. Tabii bu dağlar Sahara’nın yanında tepe gibi göründüğü için onları da Sahara’ya dahil edip tek dağ diye bahsediyorum. Yolda kaynak sularına çok fazla rastladığımdan dolayı su sıkıntısı çekmiyorum. Gelen geçen arabalar beni görünce korna çalarak destek veriyorlar. Nihayet toplamda molalarla birlikte sekiz saatlik bir tırmanıştan sonra zirveye ulaşıyorum. Sahara Dağı’nın yarısı Karadeniz Bölgesine diğer yarısı ise Doğu Anadolu Bölgesine ait. Zaten bunu zirveye çıktığınızda anlayabilirsiniz. Çünkü dağın bir tarafı yemyeşil iken diğer tarafı çöl gibi sapsarıdır. Bir anda iklimin değiştiğini gözle görebilirsiniz. Ardahan’ın rakımı 1800 olduğu için Sahara’dan iniş çok da fazla uzun sürmüyor. Karadeniz Bölgesini 75 günde 2000 km pedal çevirerek tamamlamanın haklı gururunu yaşıyorum. Artık bisikletimi Ardahan’da bırakıp Trabzon’a otobüsle dönerek Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ve Türkiye Fotoğrafları ‘’Karadeniz’’ sergisini açmanın vakti geliyor. Ebru Satır’ın önceden telefonla yaptığı görüşmeler sonucu bisikletimi Ardahan Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne bağlı bir spor salonuna bırakıyorum. Aynı zamanda ben de bu spor salonunda üç gece kalıyorum.

Projem ilk meyvesini veriyor
Yolculuğumun 11. Haftasının tamamı ise Trabzon’da sergi hazırlıklarıyla geçiyor. Öznur yine her zamanki gibi İstanbul’dan gelerek koşuşturmalarımda bana yardımcı oluyor. Bisikletle parasız pulsuz yol gitmek yaptığım diğer işler kadar zor değil. Zihinsel yorgunluk fiziksel yorgunluktan her zaman daha zor ve ağırdır. Bir de hepsini bir arada yapmaya çalıştığımı düşünün ve neler çektiğimi artık siz tahmin edin.

Sergiden bir gün önce çok güzel bir sürprizle de karşılaşıyorum. Abim Mehmet Söylemez’in geleceğinden haberim yokken bir anda onu karşımda görüyorum. Onun gelişi ve ailemin desteğini bir kez daha yanımda hissetmem beni çok duygulandırıyor. Sergi gelirlerini bağışlayacağım Kansere Umut Vakfı’nın başkanı Mehmet Öktem ve sergi boyunca oradaki misafirlerle ilgilenecek olan Kenan’da sergi günü sabah uçağıyla İstanbul’dan geliyorlar. 25 Eylül Cumartesi günü saat 13:30’da Trabzon Sanat Evi’nde Trabzon Valisi Dr. Recep Kızılcık, Belediye Başkanı Dr Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, Trabzonspor yönetim kurulu üyesi Ergin Aydın, çevre illerden gelen yol hikayelerimin kahramanları ve çok sayıda sanatseverin katılımıyla serginin açılışını yapıyoruz. Açılışta Trabzonspor yönetim kurulu üyesi Ergin Aydın benim için özel yaptırdığı bir Trabzonspor forması hediye ediyor. Samsun’un Yakakent ilçesinde fahri hemşeri olduktan sonra Trabzon’da da fahri Trabzonsporlu oluyorum. Yardım edip misafirperverliğini gösterdiği için Karadeniz halkına buradan bir kez daha gönülden teşekkür ediyorum...

Not 1: Havaların bir anda değişmesinden sonra Doğu Anadolu Bölgesi’nin sert ve soğuk kışına yakalanmamak için bu bölgeyi çok çabuk geçmem gerekiyordu. Bu nedenle yazılara fazla vakit ayıramadım. Şu an Şırnak’tayım ve toplamda 3400 km yol katettim. Yol hikayelerimi 3 hafta geriden takip ediyorsunuz. Fırsat buldukça aradaki bu farkı daraltmaya çalışacağım. Yanımda olmasanız bile bu yolculuğu benimle birlikte yaptığınız için hepinize teşekkür ediyorum.
 

SerkanNamazcı

Forum Bağımlısı
Kayıt
13 Nisan 2010
Mesaj
1.669
Tepki
2.039
Şehir
Giresun/Görele
İsim
Serkan Namazcı
Başlangıç
2006—07
Bisiklet
Giant
Bisiklet türü
Dağ bisikleti
Trabzonnnnn ' Abi takipteyiz senide kazasız şürüşler.
 
  • Beğen
Tepkiler: mustafa akman