Scudo Sports

Hasan Söylemez/Bisikletle Türkiye Fotoğrafları Turu Yazı ve Resim Serisi

Scudo
resimler ve anlatım gayet güzel olmuş ben zonguldaklıyım görevim gereği vanda bulunuyorum resimleri görünce oraları çok özlediğimi daha iyi anladım karadenizin sımsıcak insanları ve konuk severliği bulunmaz hiç biryerde yaklaşık 1,5 yıldır uzaktayım o sıcaklıktan :(
 
Yol Hikayeleri 3. ve 4. hafta

Bilinmezliklerle dolu bir yolculuk...
Yolculuğumun üçüncü ve dördüncü haftası çok hareketli geçiyor. Her konuda bana yardımcı olmaya çalışan insanlarla karşılaştığım gibi bir lokma ekmek vermeyen insanlarla da karşılaşıyorum. Bazen tıka basa karnım doyuyor, bazen de gün boyunca yemek yemediğim anlar oluyor. Kötü yollar, dik rampalar, uçurumlar, sıcak hava, eriyen asfalt, soğuk insanlar, açlık ve yaşadığım ilk yaralanmalı bisiklet kazası… Tabii, kendimi en kötü senaryolara hazırladığım için ufak tefek! olumsuzlukların moral ve motivasyonumu bozmasına izin vermiyorum ve yolda karşılaştığım iyi insanların gösterdikleri sıcak ilgi bana en büyük teselli kaynağı oluyor... Bu öyle bir yolculuk ki; her an karşıma ne çıkacağını, hangi öğünde ne yiyeceğimi, gece nerede konaklayacağımı, karşıma nasıl insanlar çıkacağını ve neler yaşayacağımı bilmiyorum… Bilinmezliklerle dolu bir yolculukta bazen paranın satın alamayacağı şeyleri arıyorum bazen insanları tanımaya çalışıyorum bazen de hayatın ve mutluluğun gerçek anlamını arıyorum. Her şeyden önemlisi bu yolculuk; kendi rızamla ve kimseye bağlı kalmadan kendi içime yaptığım bir yolculuktur. Ya o derinliklerde kaybolup gideceğim ya da aradığımı bulacağım…

Veli abi beni evlendirmeye çalışıyor!
Çaycuma’dan Bartın’a bisikletle gitmek çok kolay. Sadece iki rampası olan bu düz yolda pedal çevirmek büyük bir haz veriyor. Çevredeki köylülerin yol kenarlarına kurdukları taze sebze meyve tezgahları ise neredeyse her yüz metrede bir karşıma çıkıyor. İşte bu tezgahlardan birinde Veli abi ve Telkadun teyzeyle tanışıyorum. Veli abi tezgahın sahibi, Telkadun teyze ise onun köylüsü. Aralarında uzakta olsa bir akrabalıkları varmış. İkisi de çok hızlı konuşuyor, bazen ne dediklerini anlamakta güçlük çeksem de yine anlaşabiliyoruz. Bir taraftan bana ikram ettikleri meyveleri yiyoruz bir taraftan sohbet ediyoruz. Bir anda Veli abi Telkadun teyzeye dönerek;

- Yahu senin o kadar kızın var gel onlardan birini Hasan’a verek. Bak efendi bir çocuğa da benzii, kısmet ayağına kadar gelmiş bulamazsın böyle damadı.

- Neyy! benim kızlar onu beğenmez ki. Yüzüne bi bakıver hele sakaldan görünmi. Böle damat mı olu?

- Kesiverir sakallarını nolcek sanki. Hasan kescen mi sakallarını?

- Telkadun teyze bana kızını vercek de ben kesmez miyim bu sakalları ağda bile yaptırırım bi daha hiç çıkmaz vallaha. Sabahtan akşama tarlada çalışır, çapa bile yaparım. Bisikletimi de satar başlık parası diye Telkadun teyzeye veririm.

- Duydun mu Telkadun, kescek sakallarını tarlada bile çalışır. De hadi ver kızını.

- Olmaaazzz sakallı damat olmaaazz

- Kescek ya sakallarını ne inat ediyon?

- Olmaaazz sakallı damat olmaaazzz

Ne yaparsak yapalım Telkadun teyzeyi ikna edemeyeceğimizi anlayınca ısrarımızdan vazgeçiyoruz. Telkadun teyze kızını sakallı birine vermekten ben de sakallarımı kesmekten kurtuluyorum. Ama Veli abi pes etmiyor ille de seni everecem diyor. Tezgaha başka bir araba daha yaklaşıyor. Allah’tan arabada Veli abinin tanıdığı kimse yok. Bir fırsatını bulup Telkadun teyze ve Veli abiyle vedalaşarak Bartın’a doğru pedal çevirmeye devam ediyorum...

Türkiye’de bukalemunun ne işi var?
Motorlu araçlar nasıl benzinle çalışıyorsa ben de günde en az beş litre su içerek bisikletimin pedallarını çeviriyorum. Yol kenarlarında gördüğüm çeşmeler benim benzin istasyonum gibiler. Çok ilginçtir o kadar su içmeme rağmen tuvalete hiç gitmiyorum, bütün içtiklerim ter olarak vücudumdan dışarı atıyor ve bazen öyle çok terliyorum ki elbiselerim sırılsıklam olup vücuduma yapışıyor. Bartın’a doğru yol alırken karşıma çıkan ilk rampayı aştıktan sonra yol kenarında gördüğüm bir çeşmeye yanaşarak mataramda ısınan suyu değiştirmek istiyorum. Tam çeşmeye yöneliyorum ki ayaklarımın arasından hızla bir şey kaçıyor. Çeşmeden beş metre uzağa gidip arkasını dönerek bana bakan sürüngeni önce yılan sanıyorum. Biraz daha yaklaştığımda hem bukalemuna hem de kertenkeleye benzetiyorum. Ama Türkiye’de bukalemunun ne işi var diyerek en son kertenkele olduğuna karar veriyorum. O uzaktan bana bakmaya devam edince ben de fotoğraf makinamı getirip birkaç kare fotoğrafını çekiyorum. Ardından çeşmeden su içip mataramdaki suyu da değiştirdikten sonra yola devam edip Nihayet Bartın’a varıyorum.

Bartın’da kandil tatlısı almak için sıraya giriyorum
Bartın’da ilk olarak şehir merkezine uğruyorum. Her tarafı kaldırım taşlarıyla döşeli olan çarşısı trafiğe kapalı olduğu için bisikletle dolaşmak daha kolay oluyor. Eski belediyenin önünde toplanan kalabalığı görünce ben de merak edip kalabalığın arasına dalıyorum. Meğer bugün Berat Kandiliymiş ve toplanan kalabalığa belediye başkanı Cemal Akın tatlı dağıtılıyormuş. Ben de sıraya girip dağıtılan tatlılardan almak istiyorum. Her halimden yabancı olduğum belli olduğu için Belediye başkanı Cemal Akın beni yanına çağırarak kim olduğumu soruyor. Başkana kim olduğumu ve neden gezdiğimi anlatınca o da; ‘’bu gece seni ben misafir etmek istiyorum’’ diyor ve yanındakilere dönerek ‘’misafirimize bu gece konaklaması için bir yer ayarlayın’’ diye talimat veriyor. Kendi kendime ‘’Ulan yine dört ayak üstüne düştüm. Karnım doyacak, sıcak suyla duş alıp elbiselerimi yıkayabileceğim. Ohh! gel keyfim gel.’’ diyerek benim için ayarladıkları otele gidiyorum.

Amasra’ya varabilmek için Everest’i bile tırmanırım
Ertesi gün Bartın’da dolaşıp fotoğraflar çektikten sonra Bartın’ın ilçesi olmasına rağmen Bartın’dan daha ünlü olan Amasra’ya doğru yola çıkıyorum. Amasra’ya varabilmek için öncelikle dağları ve tepeleri aşmak lazım. Karadeniz’de mavi ve yeşilin içe içe olduğu, muhteşem manzaraları olan, balığı ve salatasıyla ün yapan bu küçük kasabaya gitmek için değil dağları ve tepeleri, Everest’i bile tırmanırım. Bu düşünceyle pedallara var gücümle asılarak o zorlu yolları aşıp, Amasra’yı bütün ihtişamıyla ayaklarımın altında göreceğim bir zirveye ulaşıyorum. Bir süre zirvede dinlenerek Amasra’nın o güzel manzarasını izledikten sonra kendimi rüzgarın kollarına bırakarak aşağı doğru inişe geçiyorum. Yollar o kadar rampalı ve virajlı ki bu yolları tekrar nasıl tırmanacağımı düşünerek hevesimi kaçırmak istemiyorum…

Amasra’da beni Barış Akarsu karşılıyor
Bu şirin ilçeye girer girmez her dükkanda asılı olan Barış Akarsu posterleriyle karşılaşıyorum. Biraz daha ilerleyip Kültür Park’a geldiğimde ise Prof. Tankut Öktem tarafından yapılan elinde gitar saçları savrulmuş bir Barış Akarsu heykeli görüyorum. Sokaklar tatil amaçlı gelen insanlarla kalabalık, mendirek sayesinde çarşaf gibi olan denizi ise tıklım tıklım dolu. Doğa ve tarihin iç içe olduğundan bahsedilir ya işte o bahsedilen yer tam da Amasra’dır. İnsanları da o kadar sıcak ve iyi ki, kime ne sorarsam hemen işini gücünü bırakıp yardımcı olmaya çalışıyor. Kalacak yer sorunumu halletmem için ise beni sahildeki Onaon Cafe’nin işletmecisi Mehmet Özkara’ya yönlendiriyorlar. Ben de biran önce çadırımı kurup terden ıslanan elbiselerimi değiştirmek için Onaon Cafe’ye gidip Mehmet Özkara’ya meramımı anlatıyorum. Mehmet abi cafe’nin denize bakan tarafında çadır kuracağım bir yer gösterdikten sonra soğuk bir soda! ısmarlıyor. İçtiğim o soğuk soda! bütün hararetimi alıp götürüyor...

Beni uzaktan izleyen yabancı! ve Onaon Cafe
Çadır kurmak ilk günler çok fazla vaktimi alıyordu ama daha sonraki günler elim de alışınca en fazla 10 dakikada çadır kurma işini bitiriyorum. Ben çadırla uğraşırken bana çok da fazla uzak olmayan bir masadan beni izleyen bir amcaya gözüm ilişiyor. Bu amca aslında pek de yabacı gibi durmuyor. Allah Allah! Nereden tanıyorum bu adamı diye düşünürken bana seslenerek;

- Delikanlı hoş geldin kolay gelsin.
- Hoş bulduk amca teşekkür ederim.
- Yardıma ihtiyacın var mı, geleyim mi?
- Çok sağ olun, bitmek üzere son çiviyi çakıyorum.
- Peki, bitir işini de gel bir şeyler içelim.

Çadır kurma işini bitirip üzerimi değiştirdikten sonra bana seslenen amcanın masasına gidiyorum. O anda Mehmet abi de gelerek; ‘’bak! Hasan, seni Barış Akarsu’nun babası Selahattin amcayla tanıştırayım’’ diyerek bizi tanıştırıyor. Barış’ın ismini bir kez daha duyunca ve o anda babasıyla da tanışınca tüylerim diken diken oluyor. Selahattin amca Barış’tan her bahsedişinde gözleri doluyor ve oğlunun yokluğuna ne o ne de Amasralıların alışamadığını duygulu sözlerle ifade ediyor... Biz Selahattin amcayla sohbet ederken yanımıza Onaon Cafe’nin diğer çalışanlarından Umut ve Cafe’nin müdavimlerinden Işıkaltın Otelinin sahibi Tamer de geliyor. Akşam yemeği için Tamer beni kendi oteline davet ederken Selahattin amca’da, ‘’yarın akşam Akkonak köyüne gel seni barışın kulübesinde misafir edeyim’’ diyor. Tanıştığım bu güzel insanların ilgisi beni mutlu ediyor. Selahattin amcaya yarın onların misafiri olacağıma dair söz veriyorum ve Akşam yemeği için Işıkaltın oteline gidiyorum.

Bu salatanın tarifini sadece birkaç kişi biliyor!
Amasra denince ilk akla gelen şeylerden biri de Amasra Salatasıdır. Bu salatanın içerisinde 22 çeşit sebze bulunuyor. Salatanın Amasra’ya özgü olmasının sebebi de bölgede yetişen garnitürlerin günlük toplanarak sofraya gelmesidir. Ayrıca bu salatanın tam tarifini ise sadece birkaç kişinin bildiği söyleniyor. Akşam yemeği için Tamer’in yanına gittiğimde bana Amasra Salatası, çupra ve soda! ikram ediyor. Yediğim salata gerçekten de anlatıldığı kadar varmış. Eğer yolunuz Amasra’ya düşerse bu salatanın tadına bakmayı unutmayın. Amasra’da bir gün kalmayı planlıyordum ama oranın güzelliği, Mehmet abi ve çalışanlarının sıcak ilgisi ve ikinci haftamın yazısını yetiştirememem bir gün daha kalmama neden oluyor…

Nükleer Santrallere Hayır!
Karadeniz sahil şeridi boyunca tanıştığım insanların çoğunun en çok şikayetçi olduğu konu bölgeye nükleer santrallerin kurulacak olmasıydı. Ereğli’den Zonguldak, Bartın ve Amasra’ya gelene kadar herkesin nükleer santrallere karşı sesini yükseltmeye çalıştıklarına şahit oldum. Ama en yüksek ses Ereğli ve Amasra’dan geliyordu. Kiminle konuşsam ‘’bölgemizde santral kurulmasını istemiyoruz’’ diyordu ve herkesin bu konuda duyarlı olması için bildiriler dağıtılıp, imzalar toplanarak mitingler yapılıyordu. Çünkü bölgede kurulacak olan nükleer santraller çevreye, doğaya ve insan sağlığına geri dönüşü olmayan kalıcı zararlar veriyor…

Amasra’dan ayrılamıyorum!
Amasra diyorum başkada bir şey demiyorum. Resmen aşık oluyorum oraya ve insanlarına. O yokuşu tırmanıp Amasra’dan çıkmak deveye hendek atlatmak gibi geliyor. Gitmek istemiyorum ondandır belki. Oysa ne yokuşlar ne tepeler çıkmıştım ama hiçbirisi bu yokuşu çıkmak gibi zor gelmemişti bana. Daha yolun yarısında nefesim kesiliyor gidemiyorum artık. Arkamdan gelen bir pikap korna çalarak yanımda duruyor. Pikaptan inen üç kişi yardım edip bisikletimi pikap’ın arkasına atıyorlar anca öyle çıkabiliyorum güzelim Amasra’dan...

Barış Akarsu’nun kulübesinde bir gece kalıyorum
Selahattin amcaya söz vermiştim, Akkonak köyüne gidip Barış Akarsu’nun kulübesinde kalacaktım. Sanki arkamdan kovalayan varmış gibi hiçbir yerde mola vermeden Barış’ın evine kadar yükleniyorum pedallara. Bazen öyle sert basıyorum ki, pedallardan kapı gıcırtısı gibi sesler geliyor. Daha önce de bu sesleri duyduğum için bisiklette sorun var mı diye hiç telaşlanmıyorum. Yüküm ağır, yollar şatafatlı, ben dalgın ve yorgun nihayet köye varıyorum. Selahattin amca beni köyün girişinde karşılıyor. Zaten ev köye girdiğimde karşıma çıkan soldaki ilk ev. Bu evde Barış Akarsu’nun yaşadığı daha bahçeye girer girmez anlaşılıyor. Kapıda Barış Akarsu’nun fotoğrafı altında da ‘’Barış Bahçesi Hoşgeldiniz’’ yazıyor. Bahçeyi yürüyüp kamelyaya doğru giderken saçları uzun, gözleri ve bıyıkları da tıpkı Barışa benzeyen bir genç dikkatimi çekiyor. Bu kişi Barış’ın kardeşidir demek istiyorum ama Barış’ın bir kardeşi olmadığını biliyorum. Selahattin amcaya bu genç kim diye sorduğumda; ‘’arkadaşıyla Rize’den otostop yaparak gelen bir Barışsever’’ diyor. Neyse, kamelyaya geçip Barışın annesi Hatice anne ve Rize’den otostopla gelen Barışsever gençlerle de tanışıyorum. Hatice anne bana sarılıp ‘’hoş geldin yavrum’’ diyerek yemek masasına oturtuyor ve yeni pişirdikleri mangal ve sıcak yemeklerle karnımı doyuruyor. Ardından meyvelerimizi yiyerek gece geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Bu öyle bir ev ki; çiçeklerinden kedisine, merdivenlerine ağaçlarına ve odasına kadar her tarafta Barıştan kalan bir şeylere rastlamak mümkün. Hatice anne de tıpkı Selahattin amca gibi barışı anlatırken yüreğindeki evlat acısı gözlerinden akan yaşlara karışıyor… Artık yatma vakti geldiğinde Rize’den gelen gençler Hasan ve Mustafa’yla birlikte Barış’ın o meşhur kulübesine giriyoruz. Kulübeden içeri girerken tüylerim diken diken oluyor. Bir zamanlar Barış Akarsu’nun mışıl mışıl uyuduğu ve en güzel zamanlarını geçirdiği kulübesinde bu gece ben uyuyorum...

Sabah uyandığımda Hatice anneyi ve Barışsever gençleri göremiyorum. Onlar erkenden uyanıp Barış’ın Amasra’da olan mezarına gitmişler. Ben de Selahattin amcayla kahvaltı yaptıktan sonra onunla vedalaşıp tekne yapımıyla ünlü olan Tekkeönü köyüne doğru yol alıyorum.

Tekne yapımıyla ünlü olan Tekkeönü köyü
Karadeniz’de dağlar kıyıya paralel uzandığı için yollar hep dar, virajlı ve inişli çıkışlıdır. Yolculuğumun en zor parkuru da işte burada başlıyor. Yukarı çık, aşağı in, sağa dön, sola dön, bir de hava sıcak olunca düz yolda bir saatte gideceğim yollar en az dört saate çıkıyor… Tekkeönü köyüne de Akşam geç saatlerde ulaşıyorum. İlk işim köy meydanına gidip muhtarı aramak oluyor. Köylüler muhtarı bu saatte ancak meyhanede bulabileceğimi söylüyorlar. Ben de köy meyhanesine gidip muhtarı buluyorum ve ondan kalacak yer göstermesini istiyorum. Davut muhtar, önce ekmek arası köfte ısmarlayarak karnımı doyuruyor ardından yazıhane olarak kullandığı yere beni götürüp uyuyacağım kanepeyi göstererek yanımdan ayrılıyor. Bir kaç saat sonra yazıhanenin önünde duran bir araçtan üç kişi inerek bana doğru geliyor. O anda biraz tedirgin oluyorum ama yaklaşan kişilerin yüzlerini ışıkta biraz daha net görünce zararsız kişiler olduklarını hissediyorum. Gelen kişilerden biri muhtarın oğlu diğerleri de onun arkadaşları. Her gece sahilde masa kurup mum ışığı altında kahvaltılık bir şeyler yiyorlarmış. Muhtar, oğluna benden bahsedince onlar da beni o romantik! ortamlarına davet etmek için gelmişler. Birlikte sahile inip mum ışığı altında ve dalga sesleri eşliğinde gece kahvaltısı yapıyoruz...

Sabah yazıhanenin perdesiz camından yüzümü ısıtan güneşle uyanıyorum. Eşyalarımı toparlayıp bisikletimi de hazırlayarak çekim yapacağım atölyelere gidiyorum. Kimi atölyelerde küçük balıkçı tekneleri yapılırken kimilerinde ise milyon dolarlık yatlar yapılıyor. Sahil şeridi boyunca köydeki bütün tekne atölyelerinde çekim yaptıktan sonra artık Kastamonu sınırlarına doğru yola çıkıyorum...

Yolculuğumun ilk yaralanmalı kazası
Bu hafta başıma gelen bütün olumsuzluklar Kastamonu sınırlarından içeri girmemden itibaren başlıyor. Zaten tırmanması zor olan rampalar o kadar dik ki, inişi de en az çıkışı kadar yorucu. Çoğu zaman tırmanışlarda bisikletten inip yürüyerek çıkıyorum. İnişlerde ise hem arka hem de ön frenleri tuta tuta iniyorum. Eğer fren tutmadan inersem bir dakikada saatteki hızım 70 kilometreyi bulur ve bu hızla karşıma çıkan ilk çakıl taşı benim dengemi kaybedip uçurumdan denize düşmeme neden olur. Kavurucu güneşin altında eriyen asfaltın kayganlaşması ise bütün sürücülerin korkulu rüyası gibi. Maalesef benim de korktuğum başıma geliyor ve fren tutarak rampadan aşağı indiğim esnada kayganlaşan asfaltın gazabına uğruyorum. Bir anda ne olduğunu bile anlamadan takla atarak yolun tam ortasına çörekleniyorum. Bacağımda ve kalçamda öyle ağır bir sızı hissediyorum ki ayağa bile kalkamadan en az üç dakika yolun ortasında öylece kala kalıyorum. Biraz sonra yoldan geçen bir araç beni yolun ortasında yatıyor vaziyette görünce hemen kenara çekip koşarak yanıma geliyor. Onun da yardımıyla yerden kalkıp yol kenarına geçiyorum ve vücudumda ciddi bir yara var mı diye kontrol ediyorum. Şükürler olsun ki bacağımda ve kalçamda oluşan birkaç morarmadan başka ne kırık ne de çıkık var. Bana yardım eden kişi bisikletimi de yol kenarına çektikten sonra istersem beni hastaneye götüreceğini söylüyor ama kendimi iyi hissediyorum diyerek kabul etmiyorum. Bir süre yol kenarında oturup dinlendikten sonra bisikletimde hasar var mı diye kontrol ediyorum. Gidon ve selenin yamulması ve frenlerin bozulmasından başka bir hasarın olmaması beni sevindiriyor. Hemen hasarları tamir edip karşıma çıkacak ilk eve gitmek için bisikletime biniyorum. Sol bacağımdaki ağrıdan dolayı pedal basamasam da yokuş aşağı inmem işimi biraz kolaylaştırıyor ve iki km sonra karşıma çıkan ilk eve giderek buz istiyorum. plastik bir bardak içerisinde bana verilen buzu bacağımda oluşan yaralara koyarak daha fazla şişmesini önlüyorum. Yaklaşık yarım saat dinlendikten sonra Kastamonu’nun Cide ilçesine varmak için yola devam ediyorum.

Yaralar için buz tedavisi
Cide’ye vardığım gibi belediye başkanı Nejdet Demir’i arayarak yolda kaza yaptığımı ve bir gün burada dinlenmem gerektiğini söylüyorum. O da Kastamonu Üniversitesi’nin uygulama otelini arayarak bana yer ayırttırıyor. Hiç vakit kaybetmeden otele gidip yaralarımın şişmesini önlemek için resepsiyondan buz istiyorum. Belli aralıklarla morlukların üzerine koyduğum buzlar beni biraz rahatlatıyor. Elbiselerimi yıkayıp sıcak bir duş aldıktan sonra üzerimdeki yorgunluğun etkisiyle de derin bir uykuya dalıyorum. Sabah kahvaltısını otelde yaparak Cide’yi gezmek için bisikletime biniyorum. Bisikletime biniyorum ama bacağımdaki ağrılar pedal basmamda beni çok fazla zorluyor. Bu halde uzun yol gidemeyeceğimi anlıyorum ama bisikletin üzerinde yük olmadan şehirde gezebilirim...

Turistsen gel, turist değilsen git!
Cide, Kastamonu’nun küçük bir ilçesidir. Rıfat Ilgaz’ın doğduğu yer olan bu ilçe, Karadeniz’in en uzun plajına sahip. (13 km) Hafta sonu olduğundan dolayı ilçe merkezinde çok da fazla insan göremiyorum. Dükkanların çoğu kapalı. Açık olanlar da tabir yerindeyse sinek avlıyor. Sahile indiğimde ise tatilcilerle birlikte ilçede yaşayan bütün insanların hınca hınç plajı doldurduğunu görüyorum. Her yerde olduğu gibi burada da herkes bana hello hello diye selam veriyor ben ise selamün aleyküm diye cevap veriyorum. Benim turist olmadığımı anladıkları anda yüz ifadeleri birden değişiyor ve bu defa somurtmaya başlıyorlar. Sahilde çadır kuran bir grup adam yine hello hello gel gel diye beni çağırınca yanlarına gidiyorum.

- Selamün aleyküm!
- Aleyküm seleam, turist değil misin?
- Hayır, yerli turistim.
- Hmm!
- Oturabilir miyim?
- (uzak bir yeri işaret ederek) yok, git orada otur.

Neden böyle bir tepki verdiklerine anlam veremiyorum. Sanki turist olsam bildikleri üş beş ingizilce kelimeyle beni anlamaya mı çalışacaklar ya da ne kadar misafirperver olduklarını göstermek için kendilerini mi kandıracaklar? Gösterdikleri o uzak yere oturmadan, arkamı dönüp yanlarından ayrılıyorum. Ne tesadüfse artık kiminle konuşsam soğuk bir ifadesiyle bana cevap veriyorlar. Onların bu soğukluğu yiyecek bir şeyler isteme cesaretimi de kırıyor ve otele dönüyorum. Otelde sabah kahvaltısı haricinde diğer öğünlerde yemek çıkmadığı için otel müdürünün ikram ettiği tostla açlığımı yatıştırıyorum. Bacağımdaki ağrılardan dolayı Cide’de bir gece daha kalıyorum ve ertesi sabah otelde kahvaltı yaptıktan sonra Kastamonu’nun Doğanyurt ilçesine doğru yola çıkıyorum.

Cide’den çıkmadan önce mataramda ısınan suyu değiştirmek için utana sıkıla mahalle arasındaki varoş bir eve uğruyorum. Kapıda çay içen aileden su istediğim de dünkü karşılaştığım tepkilerin aksine çok sıcak karşılıyorlar. Mataramdaki suyu değiştirip üstüne de bir bardak çay ikram ediyorlar. Çayımı içip suyumu da aldıktan sonra Cide’ye 70 km mesafede olan Doğanyurt’a pedal basıyorum.

Açlıktan bayılmak üzereyken gözlerimi camide açıyorum

Yollar o kadar zor ki, İstanbul’dan geldiğimden beri hiç bu kadar zorunu görmedim diyebilirim. En kötüsü karşıma ne bir ev ne de bir köy çıkıyor. Dünden beri adamakıllı yemek yemedim. Kurt gibi acıkmışım, su ihtiyacımı ise yol kenarlarında gördüğüm çeşmelerden karşılıyorum. Sıcak havanın etkisiyle gücümü git gide kaybetmeye başlayınca mola sayılarım da artıyor. Arada bir çantamdaki kuru üzümlerle açlığımı gidermeye çalışıyorum ama nafile. Kendimi biraz daha zorlayıp Denizkonak köyüne ulaştığımda karşıma çıkan ilk eve giderek bahçede oturan kadınlardan yiyecek ekmek istiyorum. Kadınlardan biri misafir olduğunu diğerleri ise evde yiyecek olmadığını söylediğinde çaresizce oradan ayrılıp yoluma devam ediyorum. Artık başımın döndüğünü hissediyorum. Henüz köyden çıkmadan bir anda bisikletimin beni köy camisine götürdüğünü fark ediyorum. ‘’Allah Allah! Ulan köy camisinde yemeğin ne işi var ya da ben öldüm de haberim mi yok’’ diyorum kendi kendime. Caminin önünde durup yarı aralık olan kapıdan kafamı içeri sokuyorum. Karşılaştığım manzara beni hayretler içinde bırakıyor. Çünkü içerde oturan bir grup kadının yemek yediğini görüyorum. ‘’Galiba açlıktan serap görmeye başladım.’’ Hemen kapıyı kapatıp yanlış yere mi geldim diye etrafa bakınıyorum. Hayır, yanlış yerde değilim ve geldiğim yer gerçekten de bir cami. Tekrar kafamı içeri sokup baktığımda manzaranın değişmediğini görünce kısık bir sesle; ‘’yoldan geliyorum, karnım çok aç, yiyecek bir şeyiniz var mı?’’ diye sesleniyorum. İçerden; ‘’Yiyecek çok şey var. Gel otur sana yemek hazırlayalım’’ diye bir ses geliyor. Başımı önüme eğip giriyorum içeri ve bir köşede oturuyorum. Biraz sonra önüme kavurma, etli nohut, taze fasulye ve bir bardak fanta koyuyorlar. O kadar acıkmışım ki hepsini bir çırpıda silip süpürüyorum. Camide karşılaştığım bu ziyafetin hala gerçek olup olmadığını da düşünmeden edemiyorum ve bu işin kerametini beni doyuran kadınlara soruyorum. Meğer bunlar her yıl ölenleri için mevlit okutup yemek dağıtıyorlarmış. O yemeklerde kısmetim olduğu için benim de yolum oraya düşmüş. Allah onlardan ve ölenlerinden razı olsun diyerek bir Fatiha okuyup camiden ayrılıyorum...

Denizkonak köyünden sonra geçtiğim ilk köy Uğurlu köyü oluyor. O köyde de bana gazoz, çay ve su ikram ediyorlar. İki gün boyunca açlıktan zil çalan midem artık tıka basa dolu bir vaziyette Kastamonu’nun Doğanyurt ilçesine varıyorum...

Bisikletimi zodiac botla gezdiririm!
Doğanyurt’ta belediye çay bahçesine gidip çadırımı kuruyorum. Orada 5 yıl üst üste off road şampiyonu olan Kenan Çarpışantürk ile tanışıyorum. Kenan abi, eşi ve çocuklarıyla 20 yıldır Doğanyurt’a gelip tatil yapıyormuş. Bu yıl da karavanasını, motosikletini ve zodiac botunu alarak buraya tatile gelmiş. Adam 55 yaşında ama hareketliliği ve doğa aşkıyla yirmili yaşlardaki gençlere taş çıkartıyor. Bir gün kaldığım bu ilçede Kenan abi bana unutamayacağım anlar yaşatıyor. Önce motosikletiyle oradaki en yüksek dağa çıkıp buz gibi akan kaynak suyundan içiyoruz ardından bisikletimi zodiac bota bindirip denizde tur atıyoruz. Sanırım tarihte benden başka bisikletini zodiac bota bindirip gezdiren kimse olmamıştır. Düşünsenize ufuktan hızla bir bisiklet yaklaşıyor...

İnebolu’da üç gün kalıyorum ama anlatacak çok şeyim yok!
Kenan abiyle geçirdiğim o güzel saatlerden sonra Atatürk’ün şeref madalyası verdiği Kastamonu’nun İnebolu ilçesine gidiyorum. İnebolu’nun bir diğer adı ise Yiğit İnebolu’dur. Kurtuluş Savaşı’nda büyük kayıplar vermesine rağmen vatandaşlarının da büyük hizmetler verdiği bu ilçe aynı zamanda Şerife Bacı’nın da doğum yeridir. Küçük ve şirin bir çarşısı vardır ve evlerinin çoğu tarihi ve ahşaptır. Sokakları buram buram tarih kokar, doğası ve denizi insanı kendisine hayran bırakır. Haftalık yazımı yazmak için iki gün kalmayı planladığım İnebolu’da üç gün kalıyorum. Bir gece sahilde çadır kuruyorum diğer iki gece ise İnebolu Kaymakamı Köksal Yılmaz sayesinde öğretmen evinde kalıyorum. Üzülerek şunu da belirtmek isterim ki İnebolu’da kaldığım bu üç gün boyunca çoğu zaman yine aç kalıyorum. Üzülmemin nedeni aç kalmam değil, Kastamonu’nun köylerinde gördüğüm misafirperverliği ve yardımseverliği İnebolu halkından görmememdir. Belki istisnalar beni bulmuştur diyerek bunu da oradaki şanssızlığıma bağlamak istiyorum. İnanır mısınız çarşıdaki beş tane lokantaya gidip ‘’karnım aç, param yok eğer bana yiyecek bir şeyler verirseniz karşılığında bulaşıklarınızı yıkar işlerinizde yardımcı olurum’’ diyorum beşinden de ‘’patron burada yok’’ denilip kapıdan gönderiliyorum. En sonunda bir manav ve yanındaki ekmek fırını bana domates, salatalık, üzüm ve ekmek verip açlığımı gideriyorlar… Karşılaştığım diğer insanlar ise sırf gazeteci olduğum için bana yardımcı olup yiyecek bir şeyler veriyorlar. Her şeye rağmen İnebolu gerçekten paranız olduğu zaman gidilip görülmesi gereken muhteşem bir yer diyorum...

Üçüncü ve dördüncü haftanın sonunda toplamda yaptığım yol: 896 km ve 75 olan kilom 74’e düşüyor.
 
karadenizde yaşayanlar yokuş çıkmanın ne olduğunu iyi bilir.Kilo kaybı artabilir ama çelik gibi olur.iş olarak da lokanta değilde tarla bahçe işleri o yörelerde daha yaygın,hani ege akdeniz olsa tamamda.Takipteyim.

edit:Bu gezinin sonunda güzel bir yurdum insanı tablosu çıkacaktır ortaya,şu memleketimdeki yabancı hayranlığına bakarmsınız?
 
  • Beğen
Tepkiler: faruk eker
Tebrikler!!!!!
Maceraların zevkle okuyorum.Parasız dünya turu yapan bir grup rahibe olduğunu daha önce duydum ama tek başına parasız tur yapmak bence daha zor. Yine de Türkiye'de olmak avantaj'dır : genellikle türk halkı misafirperver.Eminim ki avrupa ülkelerde olsaydın, daha fazla çile çekersin.
Selamlar
 
  • Beğen
Tepkiler: faruk eker
Ben dahil pek çok kişinin sadece hayal edebileceği bu cesaret gösterisini, bir o kadar güzel yorum ve fotğraflarınızla bizlerle paylaştığınız için teşekkürler, yolunuz açık olsun.
 
yurdumum her yöresi çok güzel ve eşibenzersiz güzelliklere sahip ama her zaman söylerim karadeniz bölgesi hepsinden ayrı güzelliğe ve özelliğe sahiptir mavimin ve yeşilim doyumsuz güzelliğini ve buluşmasını sadece karadenizde bulabilirsin uşağum :) çok özledim oraları yolun açık olsun kardeşim
 
  • Beğen
Tepkiler: faruk eker
en canı gönülden sizi kutlayarak

allah yolunuzu acık etsin kazadan beladan korusun diyorum :)

bol pedallamalar :)
 
Ne kadar güzel TÜRK insanını diğer milletlerden ayıran en güzel özellik insanlarımızın sıcak kanlılığı ,yardımseverliği , ve karşılıksız ilgi alakası

kimse yoldan geçen birine çeviripde açsındır diye poğaça v.s. veripde karnını doyurmaz işte benim en çok duygulandığım noktalar bunlar , Düşününce çebinde kuruş para yok ama gittiğin her yerde yanından geçtiğin her kes esnaf v.s. seni durdurup bi şekilde ihtiyaçların olacağını bilip yardımcı olmaları .
İnsanımı onun için seviyorum . Özellikle anadolu insanları Köylü milletin efendisi sözü bunun için söylenmiştir .
Saygılar ve kazasız belasız bol pedallı günler . Yerinizde olmayı o kadar çok isterimki hep hayalim böyle gezmek
 
Uzun soluklu bisiklet gezileri tebrik edilecek girişimler, tebrik ediyorum sarfedilen çaba için arkadaşı. Fakat zihniyetimin bir türlü kabul etmediği bir şeyler var. İlk başta gezinin amacı. Türk insanının yardım severliği kanıtlanmak isteniyorsa bunun için binlerce kilometre, aylarca yolculuk yapmanın da bir anlamı yok. Biz yardım isteyene, el açana yardım etmeyi severiz zaten.

Gezi ihtiyaç ve yoksunluk yüzünden de yapılıyor değil. Koca Delta'nın sponsorluğu var ve girişimci arkadaş istediği zaman malzeme tedarik edebiliyor kendine.

Param yok deyip insanlara el açarken aslında ihtiyaç sahibi rolü yapıp insanlarımızın merhamet duygusu ölçülüyor/sömürülüyor bir bakıma.

Sadece mesafe katedmeyen, sosyal yönü de olan, yöre insanlarını ve onlarla yaşanan maceraları tema alan bir gezi bize gün gün izleyecek kadar keyif verebilirdi. Çerçevenin baştan yanlış çizildiğini düşünüyorum.

Gerekmediği halde insanlara el açmak bana onursuz bir tutum olarak görünüyor. Kendi adıma düşünüyorum, karşılığında ne kazanacak da olsam yapamam ben bunu.

İşin bir diğer yanı, bu fikri örnek alıp beş parasız yola çıkmaya meyledecek insanlara kötü örnek olup olmayacağımız. Bu maceraya atılanları belirsiz tehlikeler bekler ya da yol ve yöre ahalisine külfet ve saygısızlıktır en başta.

Keşkül yerine kaskını uzatıp dilene dilene gezen modern "abdal"lar olmaktan ne farkı var bu gezinin bilmek istiyorum.
 
Habertürk internet sitesinde yayınlanan Hasan Söylemez'in haberi: Pedalları hayaline çeviriyor! Eğer bir gün yolunuz kesişir ve Hasan Söylemez ile karşılaşırsanız, kendisine iyi davranın çünkü cebinde ne bir kuruş parası, ne kredi kartı var. Ama hayatın gerçek anlamı için bisikletiyle 10 bin km. pedal çeviriyor.

HTSPOR.COM
11 Temmuz Pazar günü saat 15.00’de İstanbul’a veda ederek doğayla buluşmak, Anadolu insanıyla tanışmak adına pedal çevirmeye başladı Türkiye’nin dört bir yanına doğru. Parasız pulsuz, bisikleti, çadırı, fotoğraf makinesi, bilgisayarı, sadece dışarıdan aramaları kabul eden cep telefonu, birkaç parça kıyafeti ve en önemlisi yüreğindeki mutluluğu yakalamak adına pedal çevirmeye devam ediyor Hasan Söylemez.

“Hayatın gerçek anlamı; bütün zorluklara rağmen mutlu olmayı başarabilmektir. Mutluluk ise paylaştıkça gerçektir” diyen Hasan Söylemez, hayalinin peşinde vargücüyle pedal çeviriyor. Cebinde para yok, kredi kartı yok. Bir yemek veren olursa karnı doyuyor, olmazsa aç bi aç sadece suyla ve çantasındaki kuru üzümlerle karnını doyurarak pedal çeviriyor, hayalinin peşinde.

Ve bu hayalini gerçekleştirmek adına kilometreleri pedal çevirerek birer birer tüketen Hasan Söylemez, “Kitaplarda ve gazetelerde dünyayı dolaşarak hayatın ve mutluluğun anlamını arayan insanların hikayelerini okuyup durdum. Ben de bunu başarmanın yolunu kendi ülkemin insanlarını ve değişik kültürlerini keşfetmekte buldum” diyor.

TAM 40 İL VE 10 BİN KM.
Her gittiği yerde başından geçenleri yol hikayeleri başlığıyla hafta hafta kaleme alıyor ve kendi adını taşıyan hasansoylemez.com adlı internet sitesinde, çektiği fotoğraflarla birlikte yayınlıyor.

Karadeniz’den doğu illerine, Güneydoğu’dan Akdeniz’e, oradan Ege’ye! Bisiklet üzerinde pedal çevirerek tam 40 il, sayısız ilçe ve köy gezecek olan Hasan Söylemez, şu ana kadar tam 1.350 km. yol kat etti, 80 kilodan 74 kiloya düştü.

Aç kaldı, lastiği patladı, kaza yaptı, virajlı rampalara meydan okudu. Kimi zaman bisikleti onu taşıdı, kimi zaman o bisikletini sırtladı. Ama yılmadı, 1.350 kilometreyi geride bırakarak Ordu’nun Fatsa ilçesine ulaştı.

DOĞUM GÜNÜNÜ FATSA’DA KUTLADI
Tam iki yıl bu projeyi gerçekleştirmenin hayalini kuran ve çalıştığı gazeteden ayrılarak bu maceraya start veren Hasan Söylemez, hedefe pedal çevirirken, seyahatinde 6 haftayı geride bıraktı, sırası ile Şile, Ağva, Kandıra, Kerpe, Kefken, Karasu, Kocaali, Akçakoca, Alaplı, Ereğli, Zonguldak, Çaycuma, Bartın, Amasra, Kurcaşile, Cide, Doğanyurt, İnebolu, Abana, Çatalzeytin, Türkeli, Ayancık, Sinop, Gerze, Yakakent, Bafra, 19 Mayıs, Samsun, Tekkeköy, Çarçamma, Terme ve Ünye’yi geçtikten sonra Fatsa’ya ulaştı. Ve doğum gününü Fatsa’da kutladı.

FAHRİ HEMŞEHRİ
Hasan Söylemez Yakakent Belediye Başkanı Burhan Bayrakdar tarafından fahri hemşehri ilan edildi.

KARIŞ KARIŞ YÜREK DOLU YOL ÖYKÜLERİ
Gittiği yerlerde yerel yöneticilerden çadırını kurmak için güvenli yer isteyen, vatandaşların ikram ettiği yiyeceklerle karnını doyuran Hasan Söylemez, her bölgenin kültürel değerlerini, çeşitliliğini, insanlarını ve yaşam tarzlarını; hem turist, hem gazeteci, hem fotoğrafçı hem de o hayatı yaşayan sıradan bir insanın gözüyle fotoğraflayıp, yaşadığı yol öykülerini yazarak belgeliyor.

PEDAL ÇEVİRİYOR, FOTOĞRAF ÇEKİYOR
Yolculuğu esnasınsa çektiği fotoğraflardan oluşan ilk sergisini Karadeniz Bölgesi'ni tamamladığında Trabzon'da açacak. İkinci sergi Iğdır, üçüncü sergi Gaziantep, dördüncü sergi Antalya, beşinci sergi İzmir ve son olarak sergilenen bütün fotoğrafları İstanbul'da toplayarak ''Bisikletle Türkiye Fotoğrafları'' adı altında karma bir fotoğraf sergisi düzenleyecek.

NEDEN BİSİKLET?
Hayalini gerçekleştirirken bisikleti tercih etmesinin nedenini şu sözlerle açıklıyor:
“Bu yolculukta bisikleti tercih etmemin nedeni ise bisikletin doğaya daha saygılı bir ulaşım aracı olmasından kaynaklanıyor. Biliyorsunuz küresel ısınmanın en büyük nedenlerinden biri de fosil yakıt tüketimidir. Fosil yakıt tüketimi arttıkça hava kirliliği de artarak doğaya ve çevreye geri dönüşü olmayan kalıcı zararlar veriyor. Bunun önüne geçebilmek yine bizim elimizdedir. Çevreye hiçbir zararı olmayan ve ulaşımda da büyük kolaylık sağlayan bisikletin, artık karne hediyesi olarak çocuklara alınan bir oyuncak olmadığının, hem sağlık açısından hem de doğaya en saygılı ulaşım aracı olduğunun anlaşılması gerektiğine inanıyorum.”

NEDEN PARASIZ?
“Yola parasız çıkmamdaki amaç ise, insanları daha yakından tanıyıp anlayabilmek ve daha iyi bir iletişim kurabilmek için onlara her anlamda ihtiyacımın olması gerekiyordu. Onların yaşam tarzlarını, kültürlerini ve hayata bakışlarını ancak onlar gibi çalışarak ve onlar gibi yaşayarak anlayabilirdim. Cebinizde para olduğu zaman uçakla veya otobüsle bir turist gibi giderek bunları gerçekleştirmeniz imkânsızdır. O insanları tanısanız bile eksik tanırsınız ve gerçek amacınıza ulaşamazsınız. Bu nedenle gezi bitene kadar parayı kendi hayatımdan çıkarıyorum.”

HAYALİ GERÇEĞE NASIL DÖNÜŞTÜ?;
“İşte bunları düşünerek yola çıktım ve kararımı verdikten hemen sonra çalıştığım gazetede işi bıraktım. Bir gün Kadıköy Kızıltoprak’ta bulunan Delta Bisiklet’in önünden geçerken projemle ilgili fikir almak için kapının önünde duran, sonradan oranın yetkilisi olduğunu öğrendiğim Ulaş Baydar’a projemi anlattım. Ben heyecanlı bir şekilde projemi ona anlattıktan sonra bana her türlü konuda destek olacağı sözünü verdi. Geçen yıl kendisi de bisikletle Ağrı dağına tırmanan Ulaş Baydar, öncelikle üzerine bindiğim bisikletle uzun yola çıkamayacağımı, eğer onun yanında bir süre çalışırsam hem kendi bisikletimi kendim yapmama fırsat vereceğini hem de yolculuğum boyunca bisikletle ilgili ihtiyacım olan bütün donanımları karşılayacağını da söyledi. İşte projemin ilk somut adımını burada atmış oldum.

HAYATIN GERÇEK ANLAMI
''Çoğumuz kitaplarda ve gazetelerde dünyayı gezerek hayatın ve mutluluğun gerçek anlamını arayan bazı kişilerin hayat hikâyelerini okumuşuzdur. Aslında mutluluğun ve hayatın gerçek anlamlarını anlayabilmek için öncelikle yaşadığımız ülkenin insanlarını tanıyabilmeli ve onlarla iç içe olup nasıl yaşadıklarını ve her şeye rağmen nasıl mutlu olabildiklerini anlamalıyız. Çünkü hayatın gerçek anlamı; bütün zorluklara rağmen mutlu olmayı başarabilmektir. Mutluluk ise paylaştıkça gerçektir. Ülkemizde paylaşılmayı bekleyen o kadar çok sıra dışı, hüzünlü, mutlu, ve güzel hikayeler var ki hepsi birbirinden etkileyici ve ders niteliğindedir. İki yıldır bütün bunları videolar, fotoğraflar ve yazılarla belgelemenin hayalini kuruyordum.”

HASAN SÖYLEMEZ KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Grek Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan Hasan Söylemez (28) üniversitede okuduğu yıllarda gazetecilik yapmaya başladı. Askere gitmeden önce planlamaya başladığı Türkiye turu projesini askerdeyken tüm detaylarıyla kurguladı ve bisikletiyle son bir aydır günde 80 kilometrelik antrenmanlar yaptı.
 
yüreğine sağlık kardeşim yolun açık bahtın açık olsun
 
@jamesjoice


Merhaba jamesjoice,
Böylesi güzel bir projeye bu denli olumsuz yaklaşmanız ve ilginç fikirleriniz beni şaşırttı doğrusu.Hasan arkadaşımız Türkiye’de kimsenin yapamadığı-yapmaya cesaret edemediği bir yola girdi ve üstelik hayatının uzunca bir süresini değiştirecek pek çok kararlar alarak.. Önce gezinin amacını anlamadığınızı yazmış, ardından (farklı/yanlış) anladığınızı ifade eden pek çok şey karalamış ve en sonunda da üslubunuzu çirkinleştirerek kötü örnek olduğunu,saygısızca davrandığını,onursuz tutum sergilediğini ifade etmişsiniz.Hasan yola çıkmadan önce amacını anlatan uzunca bir röportaj verdi,çerçevenin yanlış çizildiğinizi düşünmenize dayanarak bu röportajı okumadığınızı varsayıyorum.Size yardımcı olabilmek ve Hasan’ın amacını anlayabilmenizi sağlayabilmek için size bir link veriyorum. (link) Okuduktan sonra hala aynı şeyleri düşünüyor olursanız sanırım sizi Hasan’ın amacına ikna etmek için uğraşmanın anlamsız olduğunu düşüneceğim..

Sevgi ile,
Ebru



Kapalı beyinler korkulası fikirlerle doludur..
 
@jamesjoice


Kusura bakmayın ama konuyu çok da anlamadan yazmışsınız biraz.

Hasan dilencilik yapmıyor. Çalışmak karşılığında para almak yerine yiyecek ve barınma ihtiyacını karşılamayı planlıyor. Bu şekilde dünyayı gezenler bile var, neresi sömürü anlamadım. "Türk halkının yardımseverliği" kısmından farklı şeyler anlıyoruz sanırım.

Parasız bir dünya hayal etmesi ve (kısa bir süre için de olsa) böyle bir dünyada yaşamayı başarması bile bence fazlasıyla takdiri hak ediyor. Bir de bu tarafından bakarsanız yapmaya çalıştığı şey belki size daha manalı hala gelebilir.
 
Geri