Devenez ce que
Daimi Üye
- Kayıt
- 14 Mayıs 2018
- Mesaj
- 320
- Tepki
- 984
- Yaş
- 49
- Şehir
- Istanbul / Sancaktepe
- İsim
- Murat
- Bisiklet
- Kron
Tarihler 11 Temmuz Çarşamba’yı gösterse de bu Viyana için pek anlam ifade etmiyordu; kapalı, parçalı bulutlu, ara ara yağışlı bir günde evdekilerin “Tarih müzesine mi gidelim, Teknik müzesine mi?” diye konuşmaya başlamalarını müteakip “Çok isterdim canım ya, ama benim Bratislava’da birkaç ufak tefek işim vardı, onları halledip geleyim ben” diyerek ortamdan süratle uzaklaştım. 15 yaşındaki yeğenimin bisikletini kaptığım gibi düştüm yollara. Dün olduğu gibi yine arkaya Gasometer binalarını alarak bir özçekimle başlayalım tura, tur için gereken gazı burdan alıyoruz
İstanbul’dayken tek başıma bisikletle evden çıkıp A-101’e bile gitmemiş olan ben ilk uzun turumu yapacaktım, tabi çıkış o çıkış; kask yok, pedli tayt vs. yok, eldiven yok, gözlük yok, pompa, yama seti vs. hiçbirşey yok; çantaya doldurdum bir iki yedek tişört, şort, yağmurluk, güneş gözlüğünü almışım Allah’tan, iki tane de yarım litre su, çıktım yola...
Tuna üzerindeki köprüden geçerken... Bisiklet yolu köprünün sol alt tarafında... Buralardan geçerken sizi çok andım @Barış Çavuş, kulaklarınız çınlamıştır belki, onlarda buralardan geçmiştir diye, ama sonradan baktım siz farklı bir köprüden geçmişsiniz...
Yine tekrar Tuna Adası’ndayım, ama dün kuzeye doğru gitmiştik, bu sefer güneye doğru gidiyorum. Yolda tahminimden çok daha az kişi var, daha fazla bisiklete binen olur diye düşünüyordum, bisklet yolu böyle ince, uzun, sessiz...
Ve Steinsporn köprüsü’nden Tuna’nın kuzey kıyısına geçiyorum. Bi dakka; köprünün adı ney?? Stein's porn derken? şu bizim bildiğimiz po..., hani eskiden izlediğimiz, içinde bol bol Almanca “ich komme” falan geçen?? Haaa, Stein Sporn Brücke; Taş Mahmuz Köprüsü,,, OK, Ok, über alles ...
Tuna kenarında ilerlerken garip bir köprü daha; sarı şeyler ne işe yarıyor acaba, ordan insanları suya falan mı fırlatıyorlar?? Neyse, o bizi ilgilendirmiyor, biz EuroVelo 6 yolunu takip için sola dönüyoruz...
Böyle dümdüz sıkıcı, sıkıcı yollarden ilerlerken saati 4:30 yapmışız, evden 2:30 gibi çıkmıştım, geç yapmıştık kahvaltıyı, onunla duruyorum daha ama acıktığımı hissettim, baktım yolda Orth an der Donau diye büyükçe bir kasaba var; dedim şurdan bir markete uğrayım, biraz atıştıracak birşeyler, biraz da yolluk alıyım yanıma diye, dolaşırken bir “Pizza & Kebab” yazısına rastladım, biraz şüphelendim burda ilk, dedim şurda karnımı bir doyurayım, nefsimi körelteyim, öyle devam edeyim yola... Girdim içeri “Usta bana şöyle en vejetaryeninden bir pizza çek” Vejetaryen olduğumdan değil, buralarda yüzüne bile bakmayız ama şimdi oralarda ne olduğunu bilmediğim şeyleri yiyerek riske girmemek lazım... Sonra beklerken kasanın yanında bir cam fanus içinde baklava gördüm, şüphelerim biraz daha arttı, sonra pizza geldi, bir de kola istedim, ikisini gömerken mideye, içerden bir başörtülü abla çıktı, sonra 8-10 yaşlarında iki çocuk; çocuklar kasanın arkasındaki masadaki bilgisayardan video falan izlemeye başladılar, sonra çocuklardan biri “anne” diye seslendi. Artık emindim, şüphelerimde haklı olduğumu anlamıştım, yiyeceklerimi bitirip kasaya geçmiş olan kadına yaklaşırken kendimden emin bir şekilde sordum:
“Pardon, siz Japonsunuz değil mi?”
“Hayır değilim, ama siz süzme gerizekalısınız, o belli. Yav kardeşim nerde gördün gözleri çekik olmayan, Türkçe konuşan, başörtülü Japon? Türküz, Türk, hemi de Malatyalı”
“Eee, ııı, kem, küm... Abla kızma ya ben ne dediğimi biliyor muyum bu yaban ellerde, beynim dönmüş işte, ben de Türk’üm, hemi de Çorumlu, hemşeri sayılırız”
“Ha şunu baştan söyleyeydin...”
İçimden (ha şimdi söyledim, ne olacaksa olsun bakalım ??), dışımdan:
“Borcumuz ne kadar?”
“8,80 Öyro”
“Peki öyro olsun...”
Ablayla biraz sohbetten ve market tarifi aldıktan sonra ayrıldım ordan. Baştan söyleseydim ne olacaktı acaba halen bugün bile merak eder dururum, acaba abla pizzayı beleş mi verecekti?
Bir türlü körelmeyen nefsimi biraz susturmak adına (Ne demiş şair; benim nefsim ne köpek; aynen öyle, hatta biraz bisiklete bindikten sonra benim ki azgın bir bulldog) ablamın verdiği tariften pek bir şey anlamadığımdan dolayı Google Haritalar’dan Penny Markt’ın yolunu tuttum; orda da ıvır zıvır elime ne geçtiyse aldım; muz, yoğurt, içecek, su, üzümlü çörek tarzı bir şeyler, sanırım 9 küsur Euro civarı verip tekrar düştüm yollara...
Eh, karnım tok, sırtım pek, karnımı doyurmuş olmanın keyfiyle biraz fazla doyurmuş olmanın verdiği ağırlık birbirine denk; aynen yola devam ediyorum. Navigasyon programı tekrar getirdi beni attı Tuna’nın kenarına. Bu arada Tuna kenarı bisiklet yoluna verilen ad “Donau Radweg”, “Tuna Bisiklet Yolu” babında. Program benim burdan Tuna’nın karşısına geçmemi istiyor, ama bahsettiği yerde bir köprü falan yok, sadece gezi teknesi gibi bir tekne; ne bir tabela var şu saatlerde, şu ücretle karşıya geçilir vs. gibi, ne başka bir bilgi. Orada gezinen birisine sordum; “şu tekneye sor, onlar karşıya geçiriyor olmalı.. Ama bu arada saatlere dikkat et” dedi, baktım saat 6 olmuş, 6 oralar için geç bir saat, “bugün başka bir seferimiz yok” diyebilirler. Teknenin yanına gittim; adamlar üst kata kurmuşlar bir masa keyif yapıyorlar, onların hiç kalkıp da gemiye bisiklet yükleyip karşıya geçecek gibi bir durumları yok. Biraz önce konuşurken İsveç bayraklı bir bisikletli görmüştüm, o da ortalarda yok, en sonunda yanda görünen ve ormana doğru giden yoldan gitmeye karar verdim. İlk başlarda “iyi ettim içimden geçeni yapmakla” derken...
bir süre sonra yol iyice orman içi yolu haline geldi, ne gelen var, ne giden, ürkütücü bir sessizlik. Navigasyon programı “U dönüşü yap” diyor, geldiğim yolu tekrar geri dönmeyi de hiç istemiyorum, tekrar atılıyorum ileriye... Navigasyon ısrarla “U dönüşü yap diyorum gerizekalı!!” diyor, ben devam... En sonunda baktım, esas bisiklet yoluna bağlanan bir ara yol var, oraya dönüp hızlıca bastım pedallara, bu arada önemli bir tavsiye, orman içinde sürerken gözlük takmak çok önemli, yoksa sinekler gözünüzün içine ediyi ...
Bu yola girerek “Tuna Milli Parkı”na girmiş oldum. Biraz daha geriden başladığımı varsayarsak Stopfenreuth kasabasının ilerisindeki köprüye kadar cetvelle çizilmiş gibi 15 km.lik dümdüz bir bisiklet yolu var.
Düz olmasından dolayı biraz sıkıcı, ben de kafamdan burası şimdi milli park, burda vahşi hayvanlar var mıdır gibisinden falan düşünürken az ilerde yola küçük bir canlı fırladı, önce benden tarafa doğru geldi, baktım bir sincap, sonra geri dönüp tekrar yolun dışına çıktı. Bir süre ilerledikten sonra bu sefer oldukça ilerde bir siyah karaltı gördüm, bir ayı yüksekliğinde, bir ayı genişliğinde... Eyvah dedim, boku yedik, ayıysa ne yaparız, geri dönüp aynen son hızla pedallamaya başlarım heralde... Biraz daha yaklaşınca siyah karaltının yürüdüğünü farkettim; bir insan gibi yürüyordu, biraz daha yaklaşınca biraz daha insan şekline bürünmeye başladı, biraz daha yaklaşınca; evet bir insan, biraz daha yaklaş, bir kız!, biraz daha yaklaş; evet, kendi başına doğanın içinde mutlu mesut yürüyen bir kız... Biraz daha yaklaştım, yüzünü seçebiliyorum; kendi başına gülümseyerek yürüyen güzel bir kız; eski tenisçi Martina Hingis'e benziyor, yanına yaklaşınca kız bana bakıp gülümseyerek “Hallo” dedi :asik:, ben de gülümseyerek ve şaşkın bir şekilde cevap verdim. Aşağıdaki resmi ondan uzaklaştıktan sonra arkadan çektim, ilerde yolun sağa doğru kıvrıldığı yerdeki siyah karaltıyı görüyor musunuz, işte o bir kız ...
Genç, güzel bir kızın 44 yaşında, saçı sakalına, teri tozuna karışmış bir halde iken bana gülümseyerek “Merhaba” demesi egomuzu okşayıp, bir yerlerimizi kaldırdı heralde ki dönüşte bunları da hanıma aynen anlatma gafletinde bulundum; cevabı kesin ve net oldu; “Bundan sonra bisiklet turu felan yok sana!!!” Keşke bu “detayı” anlatmayı atlamış olsaydım...
Stopfenreuth’u geçtikte hemen sonraki uzun köprüyle tekrar Tuna’nın güney yakasına geçiyorum ve Hainburg’a ulaşıyorum, Alman şato/kalelerinden küçük bir örnek Hainburg’un tepesinde...
Hainlerin şehri Hainburg’dayım.Artık akşam 8’i geçmişti, bu yüzden kalacak yer telaşına düşsem artık iyi olacaktı. İlk önce şansımı Warmshowers’tan yana bir deneyim dedim. Ha atlamışım, aslında daha önce yemek yerken Warmshowers’ta iki kişiye mesaj göndermiştim, bu akşam sizde kalabilir miyim diye, pek de ümidim yoktu zaten, Warmshowers’ı ilk kullanışım, kimsenin benim hakkımda en ufak bir bilgisi yok in miyim cin miyim diye, baktım cevap gelmemiş, ben de açtım booking’i, en ucuzundan bir yer baktım kendime ve tabii doğal olarak hosteller çıktı, 10 Euro’ya vardı ama “özel banyolu“ yazıyor diye 15,30 Euro’ya 8 kişilik karma bir odada kendime yer ayırttım.
Kalacak yer işini halledince yine kısa süreli bir rahalık geldi üzerime, halbuki saat 8’i geçmiş, hava kararmak üzere, bisiklette ışık namına hiçir şey yok, üstelik de telefonun şarjı ve gözümdeki itibarı Euro’nun TL karşısındaki değer kaybından daha hızlı bir şekilde erimekte, biraz da şarj %10’lara falan düştüğü için şu kalma işini bi halledeyim dedim. Hainburg’un içerisinde ilk defa tepeye doğru bir tırmanıuş başladı; afferim yani tam zamanında; hem ben yorulmuşum, hava kararmadan varayım diye acele ediyorum, üstüne de tırmanış. Ama buna da tırmanış demek Türkiye’deki yokuşlara ayıp olur. Tırmanış bitince, Hainburg’u çıkınca bir de ne göreyim, Bratislava’nın o küçük, sevimli kalesi karşıda...
Şarj %7’ye düşmüş bu arada ve ben hala resim çekme derdindeyim
Sonra attım telefonu cebe, hızla pedallamaya başladım. Bu arada yine navigasyon programıyla cebelleşiyoruz yine, o beni illaki Tuna’nın kenarındaki bisiklet yolundan götürmeye çalışıyor, ben diyorum ya git kardeşim şimdi orda hava kararacak, pil de bitecek, ben kalacam nehrin kenarında bir başıma, o yüzden ben anayolun kenarından gitmeye karar verdim. Son Avusturya kasabası Wolsfthal’ı geçince bisiklet yolunu göremedim ve anayolun kenarından sürmeye devam ettim.
Bu arada telefon çalmaya başladı, kim bu münasebetsiz, zaten şarj az, bitirecek diye baktım, +421’le başlayan bir numara arıyor, kimbilir hangi 3. Dünya ülkesi diye düşünerek açtım telefonu, bu arada saat 9’a 10 var:
“-Hello, ben falanca falanca hostelden arıyorum, ben bilmem kim..."
"-Ha merhaba, selam canım, çok geç oldu değil mi, zaman nasıl geçiyor gezerken insan farkına varamıyor vallahi... Siz yemeği yiyin canım, ben yetişemeyeceğim, bana birazcık ayırsanız yeter, ben gelince ısıtıp yerim...”
-??? Hostel diyorum, resepsiyon diyorum, saat 9’da kapanıyor diyorum, zamanında yetişebilecek misiniz diyoruuum!!”
-“Ha öyle mi, yok canım, mimkinatı yok yetişemem, ben daha komşu ülkedeyim. Sen anahtarı paspasın altına koy canım çıkarken, ben ordan alırım...”
-“What is paspas, what is anahtar, man?? O zaman ben giriş KARTINI alt kattaki restorana bırakıyorum, ordan alırsınız. Bisikletinizi de (rezervasyon yaparken bisikletim içinde kalacak bir yer, piliiiiz” diye yazmıştım) koyacak bir yer konusunda onlar size yardımcı olur. Resepsiyon yarın sabah 8’de açılacak, ödeme işini o zaman hallederiz”
-“Tamam, sağol canım. Öptüm seni, görüşürüz yarın....”
“-(What the fuck?) Çat!!!”
Yine etkisi kısa sürecek geçici bir rahatlamadan sonra yola devam ettim. Etkisi gerçekten kısa sürdü, çünki Viyana’yı Bratislava’ya bağlayan yolun kenarında, millet hava kararmadan evine varma telaşında (evet, Viyana’da çalışıp Bratislava’da oturanlar var, hatta yeğenimin sınıf arkadaşı Bratislava’dan Viyana’ya liseye geliyormuş trenle, hergün 1,5 saat yolculuk yapıyormuş hem de ilkokuldan beri). Daha görünür olayım diye üzerimdeki kahverengi yağmurluğu çıkarmayı düşündüm, içimde açık mavi tişört var ama Bratislava’ya doğru rüzgar karşıdan esmeye başladı; dizlerim üşümeye başlamıştı zaten, vazgeçtim. Bu arada şarj bitmeden hostelin aresine bakayım dedim, telefon can çekişirken adrese baktım; “Beblaveho 3” diye, unutmamak için kafamda tekrar ede ede sürmeye devam ettim. Yolun mümkün olduğunca en sağından sürüyorum, arkadan bir araç geldiğini duyunca biraz aşağıya doğru iniyorum; Allah’tan arada fazla yükseklik farkı yok, inişler çıkışlar çok zor olmuyor. En büyük moral kaynağım ise yeğenimin dün söylediği “Burda bisikletlileri severler” sözü, gerçekten de kimse alacakaranlıkta ışıksız giden, yansıtıcı kıyafet, vb. hiçbirşeyi olmayan bana ne korna çalarak tacizde bulunuyor, ne de dibimden geçiyorlar; herkes mümkün olduğunca açıktan geçiyor yanımdan (içlerinden saydırıyor olabilirler, o beni alakadar etmez )... Neyseki bir süre sonra gözüme sol taraftan hızlıca geçen bir bisikletli takılıyor; bisiklet yolu tekrar başlamış, hemen ilk fırsatta oraya geçiyorum. Buradan ilerlerken yolun kenarında dikilen iki jandarma kılıklı asker görüyorum, kollarında Avusturya bayrağı şeklinde kolluk; gelen geçenle hiç ilgileri yok, birbirleriyle konuşuyorlar, onları geçince Avusturya’dan çıkıp Slovakya’ya girdiğimi anlıyorum. Yolun artık iyice sonuna yaklaştığımı anlayınca yine bir rahatlama geliyor, yola tekrar bakayım diye elimi cebime atıyorum, telefonun düğmesine basıyorum ve ... hiçbir şey olmuyor, siyah ekran aynen kalıyor, sadece kafamda iki kelime, “Beblaveho 3, Beblaveho 3” diye tekrar edip durduğum ...
İstanbul’dayken tek başıma bisikletle evden çıkıp A-101’e bile gitmemiş olan ben ilk uzun turumu yapacaktım, tabi çıkış o çıkış; kask yok, pedli tayt vs. yok, eldiven yok, gözlük yok, pompa, yama seti vs. hiçbirşey yok; çantaya doldurdum bir iki yedek tişört, şort, yağmurluk, güneş gözlüğünü almışım Allah’tan, iki tane de yarım litre su, çıktım yola...
Tuna üzerindeki köprüden geçerken... Bisiklet yolu köprünün sol alt tarafında... Buralardan geçerken sizi çok andım @Barış Çavuş, kulaklarınız çınlamıştır belki, onlarda buralardan geçmiştir diye, ama sonradan baktım siz farklı bir köprüden geçmişsiniz...
Yine tekrar Tuna Adası’ndayım, ama dün kuzeye doğru gitmiştik, bu sefer güneye doğru gidiyorum. Yolda tahminimden çok daha az kişi var, daha fazla bisiklete binen olur diye düşünüyordum, bisklet yolu böyle ince, uzun, sessiz...
Ve Steinsporn köprüsü’nden Tuna’nın kuzey kıyısına geçiyorum. Bi dakka; köprünün adı ney?? Stein's porn derken? şu bizim bildiğimiz po..., hani eskiden izlediğimiz, içinde bol bol Almanca “ich komme” falan geçen?? Haaa, Stein Sporn Brücke; Taş Mahmuz Köprüsü,,, OK, Ok, über alles ...
Tuna kenarında ilerlerken garip bir köprü daha; sarı şeyler ne işe yarıyor acaba, ordan insanları suya falan mı fırlatıyorlar?? Neyse, o bizi ilgilendirmiyor, biz EuroVelo 6 yolunu takip için sola dönüyoruz...
Böyle dümdüz sıkıcı, sıkıcı yollarden ilerlerken saati 4:30 yapmışız, evden 2:30 gibi çıkmıştım, geç yapmıştık kahvaltıyı, onunla duruyorum daha ama acıktığımı hissettim, baktım yolda Orth an der Donau diye büyükçe bir kasaba var; dedim şurdan bir markete uğrayım, biraz atıştıracak birşeyler, biraz da yolluk alıyım yanıma diye, dolaşırken bir “Pizza & Kebab” yazısına rastladım, biraz şüphelendim burda ilk, dedim şurda karnımı bir doyurayım, nefsimi körelteyim, öyle devam edeyim yola... Girdim içeri “Usta bana şöyle en vejetaryeninden bir pizza çek” Vejetaryen olduğumdan değil, buralarda yüzüne bile bakmayız ama şimdi oralarda ne olduğunu bilmediğim şeyleri yiyerek riske girmemek lazım... Sonra beklerken kasanın yanında bir cam fanus içinde baklava gördüm, şüphelerim biraz daha arttı, sonra pizza geldi, bir de kola istedim, ikisini gömerken mideye, içerden bir başörtülü abla çıktı, sonra 8-10 yaşlarında iki çocuk; çocuklar kasanın arkasındaki masadaki bilgisayardan video falan izlemeye başladılar, sonra çocuklardan biri “anne” diye seslendi. Artık emindim, şüphelerimde haklı olduğumu anlamıştım, yiyeceklerimi bitirip kasaya geçmiş olan kadına yaklaşırken kendimden emin bir şekilde sordum:
“Pardon, siz Japonsunuz değil mi?”
“Hayır değilim, ama siz süzme gerizekalısınız, o belli. Yav kardeşim nerde gördün gözleri çekik olmayan, Türkçe konuşan, başörtülü Japon? Türküz, Türk, hemi de Malatyalı”
“Eee, ııı, kem, küm... Abla kızma ya ben ne dediğimi biliyor muyum bu yaban ellerde, beynim dönmüş işte, ben de Türk’üm, hemi de Çorumlu, hemşeri sayılırız”
“Ha şunu baştan söyleyeydin...”
İçimden (ha şimdi söyledim, ne olacaksa olsun bakalım ??), dışımdan:
“Borcumuz ne kadar?”
“8,80 Öyro”
“Peki öyro olsun...”
Ablayla biraz sohbetten ve market tarifi aldıktan sonra ayrıldım ordan. Baştan söyleseydim ne olacaktı acaba halen bugün bile merak eder dururum, acaba abla pizzayı beleş mi verecekti?
Bir türlü körelmeyen nefsimi biraz susturmak adına (Ne demiş şair; benim nefsim ne köpek; aynen öyle, hatta biraz bisiklete bindikten sonra benim ki azgın bir bulldog) ablamın verdiği tariften pek bir şey anlamadığımdan dolayı Google Haritalar’dan Penny Markt’ın yolunu tuttum; orda da ıvır zıvır elime ne geçtiyse aldım; muz, yoğurt, içecek, su, üzümlü çörek tarzı bir şeyler, sanırım 9 küsur Euro civarı verip tekrar düştüm yollara...
Eh, karnım tok, sırtım pek, karnımı doyurmuş olmanın keyfiyle biraz fazla doyurmuş olmanın verdiği ağırlık birbirine denk; aynen yola devam ediyorum. Navigasyon programı tekrar getirdi beni attı Tuna’nın kenarına. Bu arada Tuna kenarı bisiklet yoluna verilen ad “Donau Radweg”, “Tuna Bisiklet Yolu” babında. Program benim burdan Tuna’nın karşısına geçmemi istiyor, ama bahsettiği yerde bir köprü falan yok, sadece gezi teknesi gibi bir tekne; ne bir tabela var şu saatlerde, şu ücretle karşıya geçilir vs. gibi, ne başka bir bilgi. Orada gezinen birisine sordum; “şu tekneye sor, onlar karşıya geçiriyor olmalı.. Ama bu arada saatlere dikkat et” dedi, baktım saat 6 olmuş, 6 oralar için geç bir saat, “bugün başka bir seferimiz yok” diyebilirler. Teknenin yanına gittim; adamlar üst kata kurmuşlar bir masa keyif yapıyorlar, onların hiç kalkıp da gemiye bisiklet yükleyip karşıya geçecek gibi bir durumları yok. Biraz önce konuşurken İsveç bayraklı bir bisikletli görmüştüm, o da ortalarda yok, en sonunda yanda görünen ve ormana doğru giden yoldan gitmeye karar verdim. İlk başlarda “iyi ettim içimden geçeni yapmakla” derken...
bir süre sonra yol iyice orman içi yolu haline geldi, ne gelen var, ne giden, ürkütücü bir sessizlik. Navigasyon programı “U dönüşü yap” diyor, geldiğim yolu tekrar geri dönmeyi de hiç istemiyorum, tekrar atılıyorum ileriye... Navigasyon ısrarla “U dönüşü yap diyorum gerizekalı!!” diyor, ben devam... En sonunda baktım, esas bisiklet yoluna bağlanan bir ara yol var, oraya dönüp hızlıca bastım pedallara, bu arada önemli bir tavsiye, orman içinde sürerken gözlük takmak çok önemli, yoksa sinekler gözünüzün içine ediyi ...
Bu yola girerek “Tuna Milli Parkı”na girmiş oldum. Biraz daha geriden başladığımı varsayarsak Stopfenreuth kasabasının ilerisindeki köprüye kadar cetvelle çizilmiş gibi 15 km.lik dümdüz bir bisiklet yolu var.
Düz olmasından dolayı biraz sıkıcı, ben de kafamdan burası şimdi milli park, burda vahşi hayvanlar var mıdır gibisinden falan düşünürken az ilerde yola küçük bir canlı fırladı, önce benden tarafa doğru geldi, baktım bir sincap, sonra geri dönüp tekrar yolun dışına çıktı. Bir süre ilerledikten sonra bu sefer oldukça ilerde bir siyah karaltı gördüm, bir ayı yüksekliğinde, bir ayı genişliğinde... Eyvah dedim, boku yedik, ayıysa ne yaparız, geri dönüp aynen son hızla pedallamaya başlarım heralde... Biraz daha yaklaşınca siyah karaltının yürüdüğünü farkettim; bir insan gibi yürüyordu, biraz daha yaklaşınca biraz daha insan şekline bürünmeye başladı, biraz daha yaklaşınca; evet bir insan, biraz daha yaklaş, bir kız!, biraz daha yaklaş; evet, kendi başına doğanın içinde mutlu mesut yürüyen bir kız... Biraz daha yaklaştım, yüzünü seçebiliyorum; kendi başına gülümseyerek yürüyen güzel bir kız; eski tenisçi Martina Hingis'e benziyor, yanına yaklaşınca kız bana bakıp gülümseyerek “Hallo” dedi :asik:, ben de gülümseyerek ve şaşkın bir şekilde cevap verdim. Aşağıdaki resmi ondan uzaklaştıktan sonra arkadan çektim, ilerde yolun sağa doğru kıvrıldığı yerdeki siyah karaltıyı görüyor musunuz, işte o bir kız ...
Genç, güzel bir kızın 44 yaşında, saçı sakalına, teri tozuna karışmış bir halde iken bana gülümseyerek “Merhaba” demesi egomuzu okşayıp, bir yerlerimizi kaldırdı heralde ki dönüşte bunları da hanıma aynen anlatma gafletinde bulundum; cevabı kesin ve net oldu; “Bundan sonra bisiklet turu felan yok sana!!!” Keşke bu “detayı” anlatmayı atlamış olsaydım...
Stopfenreuth’u geçtikte hemen sonraki uzun köprüyle tekrar Tuna’nın güney yakasına geçiyorum ve Hainburg’a ulaşıyorum, Alman şato/kalelerinden küçük bir örnek Hainburg’un tepesinde...
Hainlerin şehri Hainburg’dayım.Artık akşam 8’i geçmişti, bu yüzden kalacak yer telaşına düşsem artık iyi olacaktı. İlk önce şansımı Warmshowers’tan yana bir deneyim dedim. Ha atlamışım, aslında daha önce yemek yerken Warmshowers’ta iki kişiye mesaj göndermiştim, bu akşam sizde kalabilir miyim diye, pek de ümidim yoktu zaten, Warmshowers’ı ilk kullanışım, kimsenin benim hakkımda en ufak bir bilgisi yok in miyim cin miyim diye, baktım cevap gelmemiş, ben de açtım booking’i, en ucuzundan bir yer baktım kendime ve tabii doğal olarak hosteller çıktı, 10 Euro’ya vardı ama “özel banyolu“ yazıyor diye 15,30 Euro’ya 8 kişilik karma bir odada kendime yer ayırttım.
Kalacak yer işini halledince yine kısa süreli bir rahalık geldi üzerime, halbuki saat 8’i geçmiş, hava kararmak üzere, bisiklette ışık namına hiçir şey yok, üstelik de telefonun şarjı ve gözümdeki itibarı Euro’nun TL karşısındaki değer kaybından daha hızlı bir şekilde erimekte, biraz da şarj %10’lara falan düştüğü için şu kalma işini bi halledeyim dedim. Hainburg’un içerisinde ilk defa tepeye doğru bir tırmanıuş başladı; afferim yani tam zamanında; hem ben yorulmuşum, hava kararmadan varayım diye acele ediyorum, üstüne de tırmanış. Ama buna da tırmanış demek Türkiye’deki yokuşlara ayıp olur. Tırmanış bitince, Hainburg’u çıkınca bir de ne göreyim, Bratislava’nın o küçük, sevimli kalesi karşıda...
Şarj %7’ye düşmüş bu arada ve ben hala resim çekme derdindeyim
Sonra attım telefonu cebe, hızla pedallamaya başladım. Bu arada yine navigasyon programıyla cebelleşiyoruz yine, o beni illaki Tuna’nın kenarındaki bisiklet yolundan götürmeye çalışıyor, ben diyorum ya git kardeşim şimdi orda hava kararacak, pil de bitecek, ben kalacam nehrin kenarında bir başıma, o yüzden ben anayolun kenarından gitmeye karar verdim. Son Avusturya kasabası Wolsfthal’ı geçince bisiklet yolunu göremedim ve anayolun kenarından sürmeye devam ettim.
Bu arada telefon çalmaya başladı, kim bu münasebetsiz, zaten şarj az, bitirecek diye baktım, +421’le başlayan bir numara arıyor, kimbilir hangi 3. Dünya ülkesi diye düşünerek açtım telefonu, bu arada saat 9’a 10 var:
“-Hello, ben falanca falanca hostelden arıyorum, ben bilmem kim..."
"-Ha merhaba, selam canım, çok geç oldu değil mi, zaman nasıl geçiyor gezerken insan farkına varamıyor vallahi... Siz yemeği yiyin canım, ben yetişemeyeceğim, bana birazcık ayırsanız yeter, ben gelince ısıtıp yerim...”
-??? Hostel diyorum, resepsiyon diyorum, saat 9’da kapanıyor diyorum, zamanında yetişebilecek misiniz diyoruuum!!”
-“Ha öyle mi, yok canım, mimkinatı yok yetişemem, ben daha komşu ülkedeyim. Sen anahtarı paspasın altına koy canım çıkarken, ben ordan alırım...”
-“What is paspas, what is anahtar, man?? O zaman ben giriş KARTINI alt kattaki restorana bırakıyorum, ordan alırsınız. Bisikletinizi de (rezervasyon yaparken bisikletim içinde kalacak bir yer, piliiiiz” diye yazmıştım) koyacak bir yer konusunda onlar size yardımcı olur. Resepsiyon yarın sabah 8’de açılacak, ödeme işini o zaman hallederiz”
-“Tamam, sağol canım. Öptüm seni, görüşürüz yarın....”
“-(What the fuck?) Çat!!!”
Yine etkisi kısa sürecek geçici bir rahatlamadan sonra yola devam ettim. Etkisi gerçekten kısa sürdü, çünki Viyana’yı Bratislava’ya bağlayan yolun kenarında, millet hava kararmadan evine varma telaşında (evet, Viyana’da çalışıp Bratislava’da oturanlar var, hatta yeğenimin sınıf arkadaşı Bratislava’dan Viyana’ya liseye geliyormuş trenle, hergün 1,5 saat yolculuk yapıyormuş hem de ilkokuldan beri). Daha görünür olayım diye üzerimdeki kahverengi yağmurluğu çıkarmayı düşündüm, içimde açık mavi tişört var ama Bratislava’ya doğru rüzgar karşıdan esmeye başladı; dizlerim üşümeye başlamıştı zaten, vazgeçtim. Bu arada şarj bitmeden hostelin aresine bakayım dedim, telefon can çekişirken adrese baktım; “Beblaveho 3” diye, unutmamak için kafamda tekrar ede ede sürmeye devam ettim. Yolun mümkün olduğunca en sağından sürüyorum, arkadan bir araç geldiğini duyunca biraz aşağıya doğru iniyorum; Allah’tan arada fazla yükseklik farkı yok, inişler çıkışlar çok zor olmuyor. En büyük moral kaynağım ise yeğenimin dün söylediği “Burda bisikletlileri severler” sözü, gerçekten de kimse alacakaranlıkta ışıksız giden, yansıtıcı kıyafet, vb. hiçbirşeyi olmayan bana ne korna çalarak tacizde bulunuyor, ne de dibimden geçiyorlar; herkes mümkün olduğunca açıktan geçiyor yanımdan (içlerinden saydırıyor olabilirler, o beni alakadar etmez )... Neyseki bir süre sonra gözüme sol taraftan hızlıca geçen bir bisikletli takılıyor; bisiklet yolu tekrar başlamış, hemen ilk fırsatta oraya geçiyorum. Buradan ilerlerken yolun kenarında dikilen iki jandarma kılıklı asker görüyorum, kollarında Avusturya bayrağı şeklinde kolluk; gelen geçenle hiç ilgileri yok, birbirleriyle konuşuyorlar, onları geçince Avusturya’dan çıkıp Slovakya’ya girdiğimi anlıyorum. Yolun artık iyice sonuna yaklaştığımı anlayınca yine bir rahatlama geliyor, yola tekrar bakayım diye elimi cebime atıyorum, telefonun düğmesine basıyorum ve ... hiçbir şey olmuyor, siyah ekran aynen kalıyor, sadece kafamda iki kelime, “Beblaveho 3, Beblaveho 3” diye tekrar edip durduğum ...