Scudo Sports

Tedavisi olmayan 40 Türk hastalığı

bunun Türkleri kötülemekle ne ilgisi var onu anlayamadım öz eleştiri yapmayıda bilmek gerekir ağlamak yada gülmek çözüm değilise, kendinizi değiştirin ozaman.çoğunluğu magandalık olarak adlandırılan durumlarada tepki verin aman canım banane diyorsanızda gülün veya ağlayın, tercih sizin...
 
Scudo
adı üstünde türk bu her an 'akan sular durulabilir'..teşekkürler...
 
Türk insanında "ses" mefhumu olmadığına dair bir şeyler yazayım istiyorum, çünkü özellikle kapı pencere açık yaz aylarında bu durum beni "sinir hastası" yapıyor. Yakın zamanda, benim gibi kişilerin "mizofoni" olarak nitelendirildiğini duydum. Mizofoni hakkında bilgi toplamak için bakıldığında "özellikle bazı seslerden rahatsız olma" durumundan bahsedildiği görülüyor. Örnek olarak, yazma tahtasına tırnak ucu sürtme, strafor köpükleri birbirine sürtme gibi spesifik sesler. Benim kastettiğim bu değil. Bendeki bütün seslerden rahatsız olma hali. Pardon, sesten rahatsız olma hali değil aslında. "Gereksiz ses çıkarmaktan imtina etmeyen insanlar" ile aynı havayı solumaktan rahatsız olma hali. Penceremin pervazına bir karga konup yüksek sesle öttüğünde beni rahatsız etmiyor mesela. Veya deniz kenarında kıyıya çarpan dalga sesi rahatsız etmiyor, tam tersi hoşuma gidiyor, bu şekilde şezlong üstünde çok uyumuşluğum var. Rahatsız olmam için işin içinde insan (düşüncesiz, davar bir insan) olması lazım.

Bir kaç örnek;

- Uzunca bir sokağın başında bir kişiyle yanyana geldim ve bir süre aynı yönde yürüycem mesela. Sanki teknolojinin en büyük nimetiymiş gibi, insanlık 60 yıldır kulağına telefon yaslayarak bir "zulme" uğramışcasına, kablosuz kulaklık ile konuşmak. Eli kolu dolu falan da değil. Mikrofonu mu kötüdür nedir, bildiğin bağıra bağıra yürüyor. Muhabbetine ortak oluyorum. Mahremiyet kavramı da yok. Banane lan senin başka bir insanla diyaloğundan? Bunun bir üst versiyonu var, bunu kulaklıksız, mikrofonsuz yapanlar. Oturmuş bir park bankına. Sanki eforsal olarak çok büyük fark var da, telefonu göbek deliği hizasında tutmuş, hem kendi sesini telefon mikrofonuna yetiştirmek için bağırıyor duyuyorum, hem de karşıdakinin ne dediğini bangır bangır duyuyorum. Bu tip bir "gerizekalılığın" kuzey avrupa ülkelerinde olmayacağı üzerine yemin edebilirim, ama ispatlayamam.

- Bir klasik, yerken içerken gereksiz sesler çıkaranlar. İki dudağını birleştirip yemek çiğneyemeyen, çayı kahveyi höpürdeten davarlar. Üniversite olarak isimlendirilen yerde sırf bu sebeple bir kişiyle münasebetimi kesmiştim.

- Özellikle birbirini henüz yeni tanımış kişilerin olduğu gruplarda, özellikle 3 ve fazlası sayıdaki toplaşmalarda, o anki performans fobisi midir artık adına ne desem bilmiyorum, bağıra bağıra sözlü iletişim, sözüm ona "sohbet". 1 metre çapında yuvarlak masanın etrafında 4 kişi oturmuş, birbirine en uzak iki kafa arası 140 cm. Ben bu balkona 10 metre uzaktayım ve birbirlerine dedikleri her cümleyi anlayabileceğim bir volümle konuşuyorlar. İçlerinden biri de, "sağımızda solumuzda balkonlar var, insanlar bizim sesimize iştigal olmak zorunda değil, niye gerekenin 5 katı volümle konuşuyoruz" demiyor. Balkonları birbirine yakın yazlıkların adeta kaderi.

- Bulunduğum oda, ıssız bir sokağa bakıyor. (Umumi yerde alkollü içecek tüketilmesini yanlış bulanlardan değilim. Olay, ıssız olması alkollü içecek (bira) içen oranını arttırıyor. Eee, türk insanında "alkol = saçma davranışlarda bulunma hakkı" olunca, seyreyle gümbürtüyü). Özellikle yaz gecelerinde yakındaki bakkaldan marketten bir içecek alıp oturuyor/oturuyolar bir apartman kapısı merdivenine, telefondan müzik bangır bangır, veya açıyo kendisini terkeden hatuna telefon, "bana dönmezsem yakarım ulan kendimi!".

- Özellikle plajlarda, "kablosuz hoparlör terörü". Aynen kardeşim, dünyanın en büyük teknolojik nimeti bu olay, bunca yıl etrafa elektronik müzik dinletmeden güneşlenerek büyük zulüm görmüşsünüz. Aç bakalım ordan bi Tiesto, üç yüz beş yüz üç yüz beş yüz kopalım.

- Köpeğinin havlamasını umursamayanlar. Sen köpekseversin diye, benim gecenin sessizliğini tatmamı engellemeye hakkın mı var? Bağlamış bahçeye, yatmış zıbarmış. Köpeğin derdi neyse bulacaksın, dışarı çıkarıp işetir misin, bir sıkıntısı var diye doktor mu arasın bilemem.

Daha çok senaryo var da, yazmaya üşendim. Schopenhauer'in gürültü üzerine bir sözü ile gönderimi tamamlamak istiyorum. Kontrol ettim, gerçekten böyle ifadesi var:

 
Türk insanında "ses" mefhumu olmadığına dair bir şeyler yazayım istiyorum, çünkü özellikle kapı pencere açık yaz aylarında bu durum beni "sinir hastası" yapıyor. Yakın zamanda, benim gibi kişilerin "mizofoni" olarak nitelendirildiğini duydum. Mizofoni hakkında bilgi toplamak için bakıldığında "özellikle bazı seslerden rahatsız olma" durumundan bahsedildiği görülüyor. Örnek olarak, yazma tahtasına tırnak ucu sürtme, strafor köpükleri birbirine sürtme gibi spesifik sesler. Benim kastettiğim bu değil. Bendeki bütün seslerden rahatsız olma hali. Pardon, sesten rahatsız olma hali değil aslında. "Gereksiz ses çıkarmaktan imtina etmeyen insanlar" ile aynı havayı solumaktan rahatsız olma hali. Penceremin pervazına bir karga konup yüksek sesle öttüğünde beni rahatsız etmiyor mesela. Veya deniz kenarında kıyıya çarpan dalga sesi rahatsız etmiyor, tam tersi hoşuma gidiyor, bu şekilde şezlong üstünde çok uyumuşluğum var. Rahatsız olmam için işin içinde insan (düşüncesiz, davar bir insan) olması lazım.

Bir kaç örnek;

- Uzunca bir sokağın başında bir kişiyle yanyana geldim ve bir süre aynı yönde yürüycem mesela. Sanki teknolojinin en büyük nimetiymiş gibi, insanlık 60 yıldır kulağına telefon yaslayarak bir "zulme" uğramışcasına, kablosuz kulaklık ile konuşmak. Eli kolu dolu falan da değil. Mikrofonu mu kötüdür nedir, bildiğin bağıra bağıra yürüyor. Muhabbetine ortak oluyorum. Mahremiyet kavramı da yok. Banane lan senin başka bir insanla diyaloğundan? Bunun bir üst versiyonu var, bunu kulaklıksız, mikrofonsuz yapanlar. Oturmuş bir park bankına. Sanki eforsal olarak çok büyük fark var da, telefonu göbek deliği hizasında tutmuş, hem kendi sesini telefon mikrofonuna yetiştirmek için bağırıyor duyuyorum, hem de karşıdakinin ne dediğini bangır bangır duyuyorum. Bu tip bir "gerizekalılığın" kuzey avrupa ülkelerinde olmayacağı üzerine yemin edebilirim, ama ispatlayamam.

- Bir klasik, yerken içerken gereksiz sesler çıkaranlar. İki dudağını birleştirip yemek çiğneyemeyen, çayı kahveyi höpürdeten davarlar. Üniversite olarak isimlendirilen yerde sırf bu sebeple bir kişiyle münasebetimi kesmiştim.

- Özellikle birbirini henüz yeni tanımış kişilerin olduğu gruplarda, özellikle 3 ve fazlası sayıdaki toplaşmalarda, o anki performans fobisi midir artık adına ne desem bilmiyorum, bağıra bağıra sözlü iletişim, sözüm ona "sohbet". 1 metre çapında yuvarlak masanın etrafında 4 kişi oturmuş, birbirine en uzak iki kafa arası 140 cm. Ben bu balkona 10 metre uzaktayım ve birbirlerine dedikleri her cümleyi anlayabileceğim bir volümle konuşuyorlar. İçlerinden biri de, "sağımızda solumuzda balkonlar var, insanlar bizim sesimize iştigal olmak zorunda değil, niye gerekenin 5 katı volümle konuşuyoruz" demiyor. Balkonları birbirine yakın yazlıkların adeta kaderi.

- Bulunduğum oda, ıssız bir sokağa bakıyor. (Umumi yerde alkollü içecek tüketilmesini yanlış bulanlardan değilim. Olay, ıssız olması alkollü içecek (bira) içen oranını arttırıyor. Eee, türk insanında "alkol = saçma davranışlarda bulunma hakkı" olunca, seyreyle gümbürtüyü). Özellikle yaz gecelerinde yakındaki bakkaldan marketten bir içecek alıp oturuyor/oturuyolar bir apartman kapısı merdivenine, telefondan müzik bangır bangır, veya açıyo kendisini terkeden hatuna telefon, "bana dönmezsem yakarım ulan kendimi!".

- Özellikle plajlarda, "kablosuz hoparlör terörü". Aynen kardeşim, dünyanın en büyük teknolojik nimeti bu olay, bunca yıl etrafa elektronik müzik dinletmeden güneşlenerek büyük zulüm görmüşsünüz. Aç bakalım ordan bi Tiesto, üç yüz beş yüz üç yüz beş yüz kopalım.

- Köpeğinin havlamasını umursamayanlar. Sen köpekseversin diye, benim gecenin sessizliğini tatmamı engellemeye hakkın mı var? Bağlamış bahçeye, yatmış zıbarmış. Köpeğin derdi neyse bulacaksın, dışarı çıkarıp işetir misin, bir sıkıntısı var diye doktor mu arasın bilemem.

Daha çok senaryo var da, yazmaya üşendim. Schopenhauer'in gürültü üzerine bir sözü ile gönderimi tamamlamak istiyorum. Kontrol ettim, gerçekten böyle ifadesi var:

Ev zencisi sendromu nerede görsem tanırım. Bu coğrafyada çok yaygın bir sorun.
 
Evimin yatak odasının penceresi, sitenin arkasındaki parka bakıyor. Bu parka gece 12-01 arası elemanın biri çocuğunu getiriyor ve akülü arabaya bindiriyor. Tam 1 saat, o akülü arabanın elektrik motorunun çıkardığı viiiiuuuuuyyyyyy sesi yüzünden delirecek gibi oluyorum.

Geçen gece artık olay tahammül sınırlarımı yerlebir edince polisi aradım. 15-20 dakika sonra devriye gezen ekip geldi ve araba sesi kesildi. Sanırım adamı uyarıp evine yolladılar. Ama ertesi gece adam yine getirdi çocuğu; fakir sümüğü gibi yapıştı herif, gitmiyor...

Dürbünlü havalı tüfek almayı planlıyorum. (link)filminde olduğu gibi sote bir yere yatıp, parka geldiği zaman kaba etinden mıhlayacağım adamı. Başka çarem kalmadı; içimdeki o masum çocuğu öldürdüler :)
 
Türk insanında "ses" mefhumu olmadığına dair bir şeyler yazayım istiyorum, çünkü özellikle kapı pencere açık yaz aylarında bu durum beni "sinir hastası" yapıyor. Yakın zamanda, benim gibi kişilerin "mizofoni" olarak nitelendirildiğini duydum. Mizofoni hakkında bilgi toplamak için bakıldığında "özellikle bazı seslerden rahatsız olma" durumundan bahsedildiği görülüyor. Örnek olarak, yazma tahtasına tırnak ucu sürtme, strafor köpükleri birbirine sürtme gibi spesifik sesler. Benim kastettiğim bu değil. Bendeki bütün seslerden rahatsız olma hali. Pardon, sesten rahatsız olma hali değil aslında. "Gereksiz ses çıkarmaktan imtina etmeyen insanlar" ile aynı havayı solumaktan rahatsız olma hali. Penceremin pervazına bir karga konup yüksek sesle öttüğünde beni rahatsız etmiyor mesela. Veya deniz kenarında kıyıya çarpan dalga sesi rahatsız etmiyor, tam tersi hoşuma gidiyor, bu şekilde şezlong üstünde çok uyumuşluğum var. Rahatsız olmam için işin içinde insan (düşüncesiz, davar bir insan) olması lazım.

Bir kaç örnek;

- Uzunca bir sokağın başında bir kişiyle yanyana geldim ve bir süre aynı yönde yürüycem mesela. Sanki teknolojinin en büyük nimetiymiş gibi, insanlık 60 yıldır kulağına telefon yaslayarak bir "zulme" uğramışcasına, kablosuz kulaklık ile konuşmak. Eli kolu dolu falan da değil. Mikrofonu mu kötüdür nedir, bildiğin bağıra bağıra yürüyor. Muhabbetine ortak oluyorum. Mahremiyet kavramı da yok. Banane lan senin başka bir insanla diyaloğundan? Bunun bir üst versiyonu var, bunu kulaklıksız, mikrofonsuz yapanlar. Oturmuş bir park bankına. Sanki eforsal olarak çok büyük fark var da, telefonu göbek deliği hizasında tutmuş, hem kendi sesini telefon mikrofonuna yetiştirmek için bağırıyor duyuyorum, hem de karşıdakinin ne dediğini bangır bangır duyuyorum. Bu tip bir "gerizekalılığın" kuzey avrupa ülkelerinde olmayacağı üzerine yemin edebilirim, ama ispatlayamam.

- Bir klasik, yerken içerken gereksiz sesler çıkaranlar. İki dudağını birleştirip yemek çiğneyemeyen, çayı kahveyi höpürdeten davarlar. Üniversite olarak isimlendirilen yerde sırf bu sebeple bir kişiyle münasebetimi kesmiştim.

- Özellikle birbirini henüz yeni tanımış kişilerin olduğu gruplarda, özellikle 3 ve fazlası sayıdaki toplaşmalarda, o anki performans fobisi midir artık adına ne desem bilmiyorum, bağıra bağıra sözlü iletişim, sözüm ona "sohbet". 1 metre çapında yuvarlak masanın etrafında 4 kişi oturmuş, birbirine en uzak iki kafa arası 140 cm. Ben bu balkona 10 metre uzaktayım ve birbirlerine dedikleri her cümleyi anlayabileceğim bir volümle konuşuyorlar. İçlerinden biri de, "sağımızda solumuzda balkonlar var, insanlar bizim sesimize iştigal olmak zorunda değil, niye gerekenin 5 katı volümle konuşuyoruz" demiyor. Balkonları birbirine yakın yazlıkların adeta kaderi.

- Bulunduğum oda, ıssız bir sokağa bakıyor. (Umumi yerde alkollü içecek tüketilmesini yanlış bulanlardan değilim. Olay, ıssız olması alkollü içecek (bira) içen oranını arttırıyor. Eee, türk insanında "alkol = saçma davranışlarda bulunma hakkı" olunca, seyreyle gümbürtüyü). Özellikle yaz gecelerinde yakındaki bakkaldan marketten bir içecek alıp oturuyor/oturuyolar bir apartman kapısı merdivenine, telefondan müzik bangır bangır, veya açıyo kendisini terkeden hatuna telefon, "bana dönmezsem yakarım ulan kendimi!".

- Özellikle plajlarda, "kablosuz hoparlör terörü". Aynen kardeşim, dünyanın en büyük teknolojik nimeti bu olay, bunca yıl etrafa elektronik müzik dinletmeden güneşlenerek büyük zulüm görmüşsünüz. Aç bakalım ordan bi Tiesto, üç yüz beş yüz üç yüz beş yüz kopalım.

- Köpeğinin havlamasını umursamayanlar. Sen köpekseversin diye, benim gecenin sessizliğini tatmamı engellemeye hakkın mı var? Bağlamış bahçeye, yatmış zıbarmış. Köpeğin derdi neyse bulacaksın, dışarı çıkarıp işetir misin, bir sıkıntısı var diye doktor mu arasın bilemem.

Daha çok senaryo var da, yazmaya üşendim. Schopenhauer'in gürültü üzerine bir sözü ile gönderimi tamamlamak istiyorum. Kontrol ettim, gerçekten böyle ifadesi var:

Telefonla hoparlör üzerinden konuşan kişi belki de radyasyona maruz kalma ihtimalini azaltmaya çalışıyordur. Empati yaptım.
 
  • Hahaha
Tepkiler: Can Çelik
Telefonla hoparlör üzerinden konuşan kişi belki de radyasyona maruz kalma ihtimalini azaltmaya çalışıyordur. Empati yaptım.
Şebekeyi Edge almış . Wifi kapalıdır.
Hatta yeşil siyah ekranlı nokia kullanmasını tavsiye ederim . SAR değeri tüm akıllı telefonlardan düşüktür. Telefon çalmadan önce hoparlörün titrek ses çıkarması ayrı bir durum
 
  • Beğen
Tepkiler: -Deniz-
Telefonla hoparlör üzerinden konuşan kişi belki de radyasyona maruz kalma ihtimalini azaltmaya çalışıyordur. Empati yaptım.
Benim arkadaşımın telefonu bozulmuştu. Sadece hoparlöre alınca karşıda ki kişiyi duyabiliyordu. Sırf bu yüzden dolmuş, otobüste gelen aramalara cevap veremiyordu 😆
 
  • Beğen
Tepkiler: -Deniz-
Telefonla hoparlör üzerinden konuşan kişi belki de radyasyona maruz kalma ihtimalini azaltmaya çalışıyordur. Empati yaptım.
Eminim öyledir. Deniz seni severim, gözünü sevem empati yapma. :ssrtcbya: Çok zorlama olmuş.
-----------------_
Millete bunu yapmak lazım. Yapalım ki görsünler,anlasınlar
13170_en-komik-karikaturler_188031.jpg
 
  • Hahaha
Tepkiler: -Deniz-
Evimin yatak odasının penceresi, sitenin arkasındaki parka bakıyor. Bu parka gece 12-01 arası elemanın biri çocuğunu getiriyor ve akülü arabaya bindiriyor. Tam 1 saat, o akülü arabanın elektrik motorunun çıkardığı viiiiuuuuuyyyyyy sesi yüzünden delirecek gibi oluyorum.
Ben de delirirdim. Ama bendeki şöyle. Diyelim ki o an bilgisayarda pinekliyordum, bu kişi geldi, ve duymamak için ses kesici kulaklık taktım, ses kesici kulaklığın bana konforsal bir etkisi olmasın, yani rahatım zerre kadar bozulmasın, ve kulaklık sayesinde hiç ses de duymuyorum. Benim için sinir bozulması aynen devam ediyor. O sesi duymamı engellemek olayı bitirmiyor benim için. Çünkü asıl mevzu, oradaki "acaba bu aletin çıkarttığı sesten rahatsız olan biri var mıdır?" diyemeyen, veya da "rahatsız olan olursa da s.kimde olmaz, çocuğumun istekleri her şeyin üstündedir, had bildirmeye çalışan olursa da döver yollarım" diyen davarın bir yaptırıma uğramaması. Beni asıl delirten şey bu. Ses değil. Belki sende de budur.
 
  • Beğen
Tepkiler: Devenez ce que
Çünkü asıl mevzu, orada "acaba bu aletin çıkarttığı sesten rahatsız olan biri var mıdır?" diyemeyen, veya da "rahatsız olan olursa da s.kimde olmaz, çocuğumun istekleri her şeyin üstündedir, had bildirmeye çalışan olursa da döver yollarım" diyen davarın bir yaptırıma uğramaması. Beni asıl delirten şey bu. Ses değil. Belki sende de budur.
Bende de aynı sorun vardı, saç ektirdim kurtuldum. "Kedi yine goygoya başladı" dediğini duyar gibiyim.
Nasıl mı?
Başkalarını düşüne düşüne yoruldum. En basitinden otomobilimi parkederken, aracımı öyle bir parkediyorum ki bir araba daha fazla park etsin diye. Çoğu kişi için aynı durumda umrunda bile olmuyor, koyup geçiyor arabasını, başkası umurlarında bile değil. Ama onların kafası rahat.
Yoldan taşları, camları temizlemeler.Düşüncesiz, bencil, vurdumduymaz insanlara kızmalar daha neler neler.
Baktım ki bu kadar düşünmek, düşünceli duyarlı olmak saçlarımı dökmüş, gittim estetisyene ek şu saçı dedim. Dünyanın parasını bayıldım.Artık kimse umurumda değil kusura bakmasınlar, saçlarımı kimse için dökemem. Çok para gitti. :ssrtcbya:

Sadece sokaktaki kedilerin, köpeklerin sorunlarına kafa yormaya devam ediyorum. :harika:
 
Türk insanında "ses" mefhumu olmadığına dair bir şeyler yazayım istiyorum, çünkü özellikle kapı pencere açık yaz aylarında bu durum beni "sinir hastası" yapıyor. Yakın zamanda, benim gibi kişilerin "mizofoni" olarak nitelendirildiğini duydum. Mizofoni hakkında bilgi toplamak için bakıldığında "özellikle bazı seslerden rahatsız olma" durumundan bahsedildiği görülüyor. Örnek olarak, yazma tahtasına tırnak ucu sürtme, strafor köpükleri birbirine sürtme gibi spesifik sesler. Benim kastettiğim bu değil. Bendeki bütün seslerden rahatsız olma hali. Pardon, sesten rahatsız olma hali değil aslında. "Gereksiz ses çıkarmaktan imtina etmeyen insanlar" ile aynı havayı solumaktan rahatsız olma hali. Penceremin pervazına bir karga konup yüksek sesle öttüğünde beni rahatsız etmiyor mesela. Veya deniz kenarında kıyıya çarpan dalga sesi rahatsız etmiyor, tam tersi hoşuma gidiyor, bu şekilde şezlong üstünde çok uyumuşluğum var. Rahatsız olmam için işin içinde insan (düşüncesiz, davar bir insan) olması lazım.

Bir kaç örnek;

- Uzunca bir sokağın başında bir kişiyle yanyana geldim ve bir süre aynı yönde yürüycem mesela. Sanki teknolojinin en büyük nimetiymiş gibi, insanlık 60 yıldır kulağına telefon yaslayarak bir "zulme" uğramışcasına, kablosuz kulaklık ile konuşmak. Eli kolu dolu falan da değil. Mikrofonu mu kötüdür nedir, bildiğin bağıra bağıra yürüyor. Muhabbetine ortak oluyorum. Mahremiyet kavramı da yok. Banane lan senin başka bir insanla diyaloğundan? Bunun bir üst versiyonu var, bunu kulaklıksız, mikrofonsuz yapanlar. Oturmuş bir park bankına. Sanki eforsal olarak çok büyük fark var da, telefonu göbek deliği hizasında tutmuş, hem kendi sesini telefon mikrofonuna yetiştirmek için bağırıyor duyuyorum, hem de karşıdakinin ne dediğini bangır bangır duyuyorum. Bu tip bir "gerizekalılığın" kuzey avrupa ülkelerinde olmayacağı üzerine yemin edebilirim, ama ispatlayamam.

- Bir klasik, yerken içerken gereksiz sesler çıkaranlar. İki dudağını birleştirip yemek çiğneyemeyen, çayı kahveyi höpürdeten davarlar. Üniversite olarak isimlendirilen yerde sırf bu sebeple bir kişiyle münasebetimi kesmiştim.

- Özellikle birbirini henüz yeni tanımış kişilerin olduğu gruplarda, özellikle 3 ve fazlası sayıdaki toplaşmalarda, o anki performans fobisi midir artık adına ne desem bilmiyorum, bağıra bağıra sözlü iletişim, sözüm ona "sohbet". 1 metre çapında yuvarlak masanın etrafında 4 kişi oturmuş, birbirine en uzak iki kafa arası 140 cm. Ben bu balkona 10 metre uzaktayım ve birbirlerine dedikleri her cümleyi anlayabileceğim bir volümle konuşuyorlar. İçlerinden biri de, "sağımızda solumuzda balkonlar var, insanlar bizim sesimize iştigal olmak zorunda değil, niye gerekenin 5 katı volümle konuşuyoruz" demiyor. Balkonları birbirine yakın yazlıkların adeta kaderi.

- Bulunduğum oda, ıssız bir sokağa bakıyor. (Umumi yerde alkollü içecek tüketilmesini yanlış bulanlardan değilim. Olay, ıssız olması alkollü içecek (bira) içen oranını arttırıyor. Eee, türk insanında "alkol = saçma davranışlarda bulunma hakkı" olunca, seyreyle gümbürtüyü). Özellikle yaz gecelerinde yakındaki bakkaldan marketten bir içecek alıp oturuyor/oturuyolar bir apartman kapısı merdivenine, telefondan müzik bangır bangır, veya açıyo kendisini terkeden hatuna telefon, "bana dönmezsem yakarım ulan kendimi!".

- Özellikle plajlarda, "kablosuz hoparlör terörü". Aynen kardeşim, dünyanın en büyük teknolojik nimeti bu olay, bunca yıl etrafa elektronik müzik dinletmeden güneşlenerek büyük zulüm görmüşsünüz. Aç bakalım ordan bi Tiesto, üç yüz beş yüz üç yüz beş yüz kopalım.

- Köpeğinin havlamasını umursamayanlar. Sen köpekseversin diye, benim gecenin sessizliğini tatmamı engellemeye hakkın mı var? Bağlamış bahçeye, yatmış zıbarmış. Köpeğin derdi neyse bulacaksın, dışarı çıkarıp işetir misin, bir sıkıntısı var diye doktor mu arasın bilemem.

Daha çok senaryo var da, yazmaya üşendim. Schopenhauer'in gürültü üzerine bir sözü ile gönderimi tamamlamak istiyorum. Kontrol ettim, gerçekten böyle ifadesi var:

Çok iyi nokta ya, daha geçen gün eşimle konuştuk hatta benzer şeyi.

Beylikdüzü’den Sancaktepe’ye taşınınca en çok yadırgadığım mevzu ortam gürültüsü oldu. 7/24 durmaksızın muazzam gürültü kaynakları şeklinde dolaşan tipler var. Gece saat 2-3 gibi standart sokak sesleri; saçma sapan gürültülü egzozlar, telefonda sevgilisiyle kavga eden ‘erkek’ bağırışları, muhtemelen cadde üstünde bi yerlerde oturan sevdiği kıza ben burdayım demek için bangır bangır kalitesiz müzik sistemi gürültüsü, vb. Maalesef ki sığırlık parayla değil.
 
Ha, müzik sistemi "kaliteli" olsa şikayetçi değilsin yani? (Dayanamadım :ckkmk:)
Ya kaliteli olsa beeeeelki dicem ki çal arkadaşım çal beraber dinleyelim ama yok yav, zangır zungur cazır cuzur sesler 🤦🏼‍♂️😃
 
  • Hahaha
Tepkiler: Can Çelik
Türk insanında "ses" mefhumu olmadığına dair bir şeyler yazayım istiyorum, çünkü özellikle kapı pencere açık yaz aylarında bu durum beni "sinir hastası" yapıyor. Yakın zamanda, benim gibi kişilerin "mizofoni" olarak nitelendirildiğini duydum. Mizofoni hakkında bilgi toplamak için bakıldığında "özellikle bazı seslerden rahatsız olma" durumundan bahsedildiği görülüyor. Örnek olarak, yazma tahtasına tırnak ucu sürtme, strafor köpükleri birbirine sürtme gibi spesifik sesler. Benim kastettiğim bu değil. Bendeki bütün seslerden rahatsız olma hali. Pardon, sesten rahatsız olma hali değil aslında. "Gereksiz ses çıkarmaktan imtina etmeyen insanlar" ile aynı havayı solumaktan rahatsız olma hali. Penceremin pervazına bir karga konup yüksek sesle öttüğünde beni rahatsız etmiyor mesela. Veya deniz kenarında kıyıya çarpan dalga sesi rahatsız etmiyor, tam tersi hoşuma gidiyor, bu şekilde şezlong üstünde çok uyumuşluğum var. Rahatsız olmam için işin içinde insan (düşüncesiz, davar bir insan) olması lazım.

Bir kaç örnek;

- Uzunca bir sokağın başında bir kişiyle yanyana geldim ve bir süre aynı yönde yürüycem mesela. Sanki teknolojinin en büyük nimetiymiş gibi, insanlık 60 yıldır kulağına telefon yaslayarak bir "zulme" uğramışcasına, kablosuz kulaklık ile konuşmak. Eli kolu dolu falan da değil. Mikrofonu mu kötüdür nedir, bildiğin bağıra bağıra yürüyor. Muhabbetine ortak oluyorum. Mahremiyet kavramı da yok. Banane lan senin başka bir insanla diyaloğundan? Bunun bir üst versiyonu var, bunu kulaklıksız, mikrofonsuz yapanlar. Oturmuş bir park bankına. Sanki eforsal olarak çok büyük fark var da, telefonu göbek deliği hizasında tutmuş, hem kendi sesini telefon mikrofonuna yetiştirmek için bağırıyor duyuyorum, hem de karşıdakinin ne dediğini bangır bangır duyuyorum. Bu tip bir "gerizekalılığın" kuzey avrupa ülkelerinde olmayacağı üzerine yemin edebilirim, ama ispatlayamam.

- Bir klasik, yerken içerken gereksiz sesler çıkaranlar. İki dudağını birleştirip yemek çiğneyemeyen, çayı kahveyi höpürdeten davarlar. Üniversite olarak isimlendirilen yerde sırf bu sebeple bir kişiyle münasebetimi kesmiştim.

- Özellikle birbirini henüz yeni tanımış kişilerin olduğu gruplarda, özellikle 3 ve fazlası sayıdaki toplaşmalarda, o anki performans fobisi midir artık adına ne desem bilmiyorum, bağıra bağıra sözlü iletişim, sözüm ona "sohbet". 1 metre çapında yuvarlak masanın etrafında 4 kişi oturmuş, birbirine en uzak iki kafa arası 140 cm. Ben bu balkona 10 metre uzaktayım ve birbirlerine dedikleri her cümleyi anlayabileceğim bir volümle konuşuyorlar. İçlerinden biri de, "sağımızda solumuzda balkonlar var, insanlar bizim sesimize iştigal olmak zorunda değil, niye gerekenin 5 katı volümle konuşuyoruz" demiyor. Balkonları birbirine yakın yazlıkların adeta kaderi.

- Bulunduğum oda, ıssız bir sokağa bakıyor. (Umumi yerde alkollü içecek tüketilmesini yanlış bulanlardan değilim. Olay, ıssız olması alkollü içecek (bira) içen oranını arttırıyor. Eee, türk insanında "alkol = saçma davranışlarda bulunma hakkı" olunca, seyreyle gümbürtüyü). Özellikle yaz gecelerinde yakındaki bakkaldan marketten bir içecek alıp oturuyor/oturuyolar bir apartman kapısı merdivenine, telefondan müzik bangır bangır, veya açıyo kendisini terkeden hatuna telefon, "bana dönmezsem yakarım ulan kendimi!".

- Özellikle plajlarda, "kablosuz hoparlör terörü". Aynen kardeşim, dünyanın en büyük teknolojik nimeti bu olay, bunca yıl etrafa elektronik müzik dinletmeden güneşlenerek büyük zulüm görmüşsünüz. Aç bakalım ordan bi Tiesto, üç yüz beş yüz üç yüz beş yüz kopalım.

- Köpeğinin havlamasını umursamayanlar. Sen köpekseversin diye, benim gecenin sessizliğini tatmamı engellemeye hakkın mı var? Bağlamış bahçeye, yatmış zıbarmış. Köpeğin derdi neyse bulacaksın, dışarı çıkarıp işetir misin, bir sıkıntısı var diye doktor mu arasın bilemem.

Daha çok senaryo var da, yazmaya üşendim. Schopenhauer'in gürültü üzerine bir sözü ile gönderimi tamamlamak istiyorum. Kontrol ettim, gerçekten böyle ifadesi var:

Aramıza hoş geldin allahdan beni görünce daha ağzımı açmadan susuyorlar bisiklete binemiyorum diye üzülüyordum ama bazen iri yarı olmakda işe yarıyor.
 
Hep kendimizi överiz ama birazda gerçekçi olmak lazım. Bizim Anadolu Türk kültürümüz çok hoş bir kültür değil, yıllarca cehalet içinde ve fakirlik ile harmanlanmış yoz ve yobaz bir kültür.

Dedikodu, kıskançlık had safhada, başkaları için yaşarız, cenazemizde bile başkalarına hava atma derdindeyizdir. Kaba, görgüsüz, Afkan cehaletinde biraz daha hallice bir durumumuz var. Gösteriş merakı ve Padişahım çok yaşa olayımız zaten Ata sporu bizlerde. Ruslar gibi barbarlığımızda malesef var. Üretmeyiz, yok ederiz ele geciririz. Sızlanıp, şikayet edip hiç bir sey yapmayan toplumsal kafa yapimiz kesinlikle düzelecek gibi de değildir.

Atatürk zamanında bu yoz Anadolu kültürünü düzeltmeye calismis basta Kılık kıyafet devrimi ile ama biz anlamayiz halen şapkan
takmayanı astılar kafasindayiz.

Benim izlemledigim modern çagdaş ve düzgün kültür olarak Türkiyede 2 kültür var sınırlı bir alanda.
1- Trakya Balkan taraflarına yakın olan kısım kültürü
2- İzmirde ki eski Rum, Girit halkının kültürü.

Şimdi diyeceksiniz sallıyor kendisine baksin evet kendime bakiyorum bende bu toplumun, kültürün bir ferdiyim. Kişi kendinden bilirmiş işi :)
 
Hep kendimizi överiz ama birazda gerçekçi olmak lazım. Bizim Anadolu Türk kültürümüz çok hoş bir kültür değil, yıllarca cehalet içinde ve fakirlik ile harmanlanmış yoz ve yobaz bir kültür.

Dedikodu, kıskançlık had safhada, başkaları için yaşarız, cenazemizde bile başkalarına hava atma derdindeyizdir. Kaba, görgüsüz, Afkan cehaletinde biraz daha hallice bir durumumuz var. Gösteriş merakı ve Padişahım çok yaşa olayımız zaten Ata sporu bizlerde. Ruslar gibi barbarlığımızda malesef var. Üretmeyiz, yok ederiz ele geciririz. Sızlanıp, şikayet edip hiç bir sey yapmayan toplumsal kafa yapimiz kesinlikle düzelecek gibi de değildir.

Atatürk zamanında bu yoz Anadolu kültürünü düzeltmeye calismis basta Kılık kıyafet devrimi ile ama biz anlamayiz halen şapkan
takmayanı astılar kafasindayiz.

Benim izlemledigim modern çagdaş ve düzgün kültür olarak Türkiyede 2 kültür var sınırlı bir alanda.
1- Trakya Balkan taraflarına yakın olan kısım kültürü
2- İzmirde ki eski Rum, Girit halkının kültürü.

Şimdi diyeceksiniz sallıyor kendisine baksin evet kendime bakiyorum bende bu toplumun, kültürün bir ferdiyim. Kişi kendinden bilirmiş işi :)
Bölgesel bir konu değil bu tam olarak köylü-kentli olmakla ilgili, modernleşmeyi tam tamamlayamadık biz. Sakar solak şehre göç eden insanlar da kentli olamadı, belki onların 3. nesli ancak olur. İzmirde de yaşadım, Erzurumda da, Antepde büyüdüm, çok değişen bir şey yok. Hatta geçen Tekirdağa gittik, şehir bile değil bence kasaba.
 
Şu bi akademisyen genç sayılabilecek bi arkadaş var, geçenlerde Fatih Altaylı'ya da konuk olmuştu hatta çıkaramadım adını şu an. Onun bi vidyosu vardı, çok basit bi gerçeği anlatıyor; senin deden köyden kente gelmiş ama gitmiş bi ev kiralamış kaçak göçek işler girmemiş, komşunun dedesi de gelmiş dikmiş gecekonduyu, sahibi olmadığı yere çökmüş ne su ne elektrik parası vermiş, tam bi hırsız gibi, sonra iktidarlar gelmiş bunlardan oy toplamak için tapu vermiş, haksız yere mal sahibi yapmış bunu. Sonra gelmiş oraları kentsel dönüşüm adı altında almış rezidans dikilmesine izin vermiş, o hırsız şerefsizin milyonlarca lira değerinde malvarlığı olmuş. Senin şerefli deden kiralarda sürünmüş, vergisini vermiş ama devlet ona bu muameleyi reva görmüş. Sonra da o şerefsiz dedenin şerefsiz torunları tabi sokak ortasında kaldırıma Maybach'ını Lambo'sunu parketmekten imtina etmez, iPhone 15'ini 20'sini hoparlöre alıp avazı çıktığı kadar bağıra bağıra konuşmaktan imtina etmez, falanlar filanlar..

Maalesef bi tarafta dedesi lisans, babası lisansüstü eğitim almış (veya almaya çalışmış) ama kiralarda sürünmüş veya hasbelkader bi daire bi yazlık bi araba bişey almayı başarmış (veya başaramamış bile), kültür demiş, karakter demiş, onur demiş insanlar varken diğer tarafta dedesi eşeklere hallenmiş, komşunun karısına kızına hallenmiş (hatta oğluna hallenmiş), babasından aldığı tek karakter özelliği garip gurebaya zorbalık yapmanın normalleştirilmesi olmuş, airpodu elindeyken telefon hoparlöründen ses gelmediği için kendi sesini duyurabilmek (??) için aygır gibi bağıran insanımsılar var. Ayrıca da coğrafyayla falan da pek alakası yok bu sonucun, sadece davranışların ahlaki boyutu bi miktar değişiyor, davarlık aynı davarlık.
 
Bence Türk milletinin (Türk milleti derken, coğrafya olarak ülke sınırları içinde yaşayanlar) şu milliyetçilik ve din konusunu bir kere rafa kaldırmaları gerek. Çünkü, milliyetçi olduğu zannına kapılan biri, bu kelimenin içeriğinin ne ifade ettiğini, tarihsel yükünü bilmeden, keza dinci bir diğer kişi de, dinine dair muhteviyattan yoksun, oruç tutup namaz kılmakla cennete gireceğini garantilemiş gibi yaşayan kişilerden bir potansiyel ben göremiyorum. Bu her iki konu her ne kadar hayati gibi görünse de asıl mesele, bunları kontrol edebiliyor olmak..Ve bir şeyi bilmeden onu kontrol etmek imkansız.. Aynı aile içinde yetişen kardeşler ya da o ailenin anne ve babası arasında bile dine ve milliyetçiliğe karşı 10'larca anlayış farkı çıkmakta.. Kaldı ki, aynı cemaat, aynı millet, aynı tarikat,aynı vs bireyleri bile bambaşka kafada olabiliyor. Dolayısıyla bu iki kavram bana göre hastalıktan öte bir varoluş vaad etmiyor.. Görünürde birleştirici gücü olduğu iddası taşısa da aslında amacı ayrıştırmak...Medeniyetin geldiği son çağda, bu iki kavramın yoğun yaşandığı yerlerde; savaşlar, katliamlar, haksızlıklar bitmezken; bu konuları aşmış memleketlerde huzur, barış , maddi ve manevi refah görürüz.. İlahi dinlerin aslında pagan astronomi inançlarından doğduğunu kabul ettiğimizde, zaten yeryüzündeki en sabit ve ezeli-ebedi şeyin aslında insan yapımı olduğu sonucuna varırız... Bununla ilgili bir içerik var kısa, vakti olanlar izleyebilir ..


Dolayısıyla; beslenirken, kıyafet seçerken, ev ya da araba alırken nasıl ki aşırıya kaçmak hata ve yanlışlar getiriyor ise bu konuda da milletimizin önündeki en büyük sınav, bence bu eşikleri aşmak olmalı..

Geçen tarama yapılmış halka,anket.. milletin ağzından çıkan şeyler; ekonomi, eğitim, silahsız işgalciler, işsizlik... Oysa medya ve yönetim zümresinin ağzında sokak hayvanları ve Hamas konuları geziyor.. Bir tarafta gerçekler önümüzde dururken diğer yandan bize rüya ya da gerçek dışı gündemler yaratıp, insanlar üzerinde geçici körlük, sağırlık ve dilsizlik meydana getiriliyor.. Adeta hipnoz edilen insanlar sadece komutlara göre yaşar hale gelmiş, ruhu alınmış canlılara dönüşüyor... Tam da bu anlarda, din ve milliyetçilik harika bir yama, bir pansuman,bir uyuşturucu etkisi yaratıyor ve kafalar güzel yaşamaya devam ediyoruz ..
 
Geri