birkaç saniyeliğine ortalık sessizleşti. hani, kız doğdu derler ya… sanırım lafa dalmalıydım. kız babasına baktım. o ise damat adayını süzüyordu. zavallı kanka, iki ayağını sarmaşık gibi oturduğu sandalyenin bacaklarına dolamış, mide krampları geçirircesine dizlerine doğru kapaklanmış, yalvaran gözlerle müdüre bakıyordu. müdürde çıkaracak gaz kalmamıştı artık. ağzımdan belli belirsiz bir iki laf çıkar gibi oldu. herkes bana bakınca akortta bir problem olduğunu hissettim. ses tonum kahtalı mıçı ile küçük ibo arasında gidip geliyordu. gereken havayı ses tellerimin arasından geçirmekte zorlandım. oysa yıllardır ne de kolay yapıyormuşum bu işi… tipik bir öhö öhö çıktı ağzımdan. çıkmaz olaydı.
valide hanım daldı söze: “su ister misiniz vakur bey oğlum?” su istemek ne demek… isterdim ki fırat sağımdan, dicle de solumdan aksın, bütün fiziki haritalar şattül arab’ın kralını görsün. tüm mezopotamyanın tapusunu verseler, bir bardak suyu tercih edeceğim neredeyse.
bütün dil ve dudak kaslarım çift taraflı anestezi yemiş gibi sanki. dilim damağıma yapışmış. spastik bir çaba var ama makul bir cümle çıkamıyor. müdür yine yırtık dondan fırlar gibi girdi söze: “valla iyi olur yeng’aanım.” yok olmayacak. seni basra körfezi’nde boğmayan saddam olsun.
gelin hanım suyu getirene kadar biz de müdürden yozgat boğazlıyan yöresine ait bir türkü dinledik. muhtemelen alt ve üst kattakiler de dinledi. fiskos masasının kenarıyla da ritm tuttu herif. gençliğinde istanbul’da öğrenciyken sahil gazinosu’nda güngör hoşses ile tanışması, akabinde birlikte tutturdukları altılı, paraları da gündüz matinesinden kaldırdıkları iki oryantalle yemeleri ve bayram dolayısıyla memlekete gidiş biletini alabilmek için bir hafta gazinoda bulaşık yıkaması gibi, birbirinden gereksiz ve de münasebetsiz bir dizi olayı fatih altaylı çabukluğuyla anlattı.
fenalık geçiriyordum. midemde yarım düzine mart kedisi, bahara yeni yavrularla merhaba demek için birbirini kovalıyordu adeta. ruhsatlı bir silahımın olmasını, hayatımda ilk kez arzu ettim. bu şartlarda nefs-i müdafadan fazla ceza almazdım herhalde. kaldı ki altı kişinin daha hayatını kurtarmış oluyordum. bırakın cezayı, insan hakları derneği bana şilt vermeliydi. ancak yaban hayatı koruma derneği ve panter emel’i karşıma alabilirdim. peki ya sandalyeyi kafasında kırsam… antarktika’daki fok katliamına seyirci kalan uluslararası kamuoyu, bu olaya da tepki göstermezdi herhalde. yarılan kafa bir fokunkinden daha değerli değildi kanımca. delta t kadar sürede müdürün postunun bülent ersoy’un omuzlarını süslediğini hayal ettim. ivmelenmeliydim. kuvvet eşittir kütle çarpı ivme ise ve benim kütlem 75 kg ise, ne kadar ivmelenirsem müdüre o kadar kuvvetli çarpabilirdim.
newton’dan aldığım bu güç ile derin bir nefes aldım. aşkın kimyasını görmezden gelip şiddetin fiziğine sarıldım. baldız da kusura bakmasındı artık. hem belki de polat alemdar tabiatındaki erkeklerden hoşlanıyordu. konsey monsey sallayacak durumda değildim açıkçası. ulusun bekası için vazifeye atılmalıydım. ahval ve şerait buna müsaade ediyordu ne de olsa.
çok olsa çalıştığı okula “şehit öğretmen bilmemkim lisesi” diye adını verirlerdi. kendi kendime söz verdim. çocuğum olursa o okulda okutmayacaktım.
ayağa kalkmışım. müdürün oturduğu koltuğun önünde buldum kendimi. kanka kemerimden yakalamış, beni kendine doğru çekiyor. işte yanlış zamanda yanlış yerde bulunmak bu olmalı. kahrolası bir atasözü yüzünden, yaklaşık iki saniye kadar durakladım. müdürün ağzındaki su bardağını gördüm. ne bileyim, belki hekim olmasam bu kadar hürmet etmezdim bir yılanın bir insan evladına tanıdığı uzatma dakikalarına.
müdür suyunu bitirdi. bir an için gövdesinde oluşan o peristaltik dalgalanmayı fark ettim. saatlerdir midesine konuşlandırdığı bilimum nevale, sonunda yerini yadırgadı. oniki parmak bağırsağı nahiyesinde başlayan o devasa tsunami, yemek borusunu geçip benim kucağımda kıyılara ulaştı. karnımda bir sıcaklık hissettim. müdürün midesinde ısıttığı volkanik kütle ile alakası yoktu bunun. kanım tüm vücudumdan çekilmiş, olanca gücüyle beynime hücum etmekteydi. sağ elimin avuç içiyle, müdürün çenesine, adalı halil’i bile kıskandıracak bir osmanlı tokadı aşketmişim. ne yalan söyleyeyim, allah da beğendi, kul da.
sağına doğru devrilen müdür, faaliyetine koltuğunun yanında duran deve tabanı saksısının içinde devam etti. artık iş işten geçmişti. en sonunda safra kesesini de hanımının kucağına bıraktı. yediğinin tamamını ve iç organlarının yarısını bizlere göstermekte bir beis görmeyen o mendebur herif koltukta pelte gibi kendisinden geçerken, benim beynime toplanan kan da yavaş yavaş olması gereken yerlere doğru dağılıyordu. yemyeşil olmuştum ve gerçekten çok fena kokuyordum. sağıma soluma bakındım. herkes ayaktaydı ama kimse kıpırdayamıyordu. birden kendimi cüzzamlı gibi hissettim. hareket edersem, zaten paçalarımdan aşağıya doğru süzülmeye başlayan bu organik kitlenin, yerde duran cânım ısparta halısının bitpazarındaki satış fiyatını iyice düşüreceğini biliyordum. artık kimse için kaybedecek bir şey yoktu.
ve sonunda beklenen sözler ağzımdan döküldü.
İsmail Akman
akmanismail@gmail.com
valide hanım daldı söze: “su ister misiniz vakur bey oğlum?” su istemek ne demek… isterdim ki fırat sağımdan, dicle de solumdan aksın, bütün fiziki haritalar şattül arab’ın kralını görsün. tüm mezopotamyanın tapusunu verseler, bir bardak suyu tercih edeceğim neredeyse.
bütün dil ve dudak kaslarım çift taraflı anestezi yemiş gibi sanki. dilim damağıma yapışmış. spastik bir çaba var ama makul bir cümle çıkamıyor. müdür yine yırtık dondan fırlar gibi girdi söze: “valla iyi olur yeng’aanım.” yok olmayacak. seni basra körfezi’nde boğmayan saddam olsun.
gelin hanım suyu getirene kadar biz de müdürden yozgat boğazlıyan yöresine ait bir türkü dinledik. muhtemelen alt ve üst kattakiler de dinledi. fiskos masasının kenarıyla da ritm tuttu herif. gençliğinde istanbul’da öğrenciyken sahil gazinosu’nda güngör hoşses ile tanışması, akabinde birlikte tutturdukları altılı, paraları da gündüz matinesinden kaldırdıkları iki oryantalle yemeleri ve bayram dolayısıyla memlekete gidiş biletini alabilmek için bir hafta gazinoda bulaşık yıkaması gibi, birbirinden gereksiz ve de münasebetsiz bir dizi olayı fatih altaylı çabukluğuyla anlattı.
fenalık geçiriyordum. midemde yarım düzine mart kedisi, bahara yeni yavrularla merhaba demek için birbirini kovalıyordu adeta. ruhsatlı bir silahımın olmasını, hayatımda ilk kez arzu ettim. bu şartlarda nefs-i müdafadan fazla ceza almazdım herhalde. kaldı ki altı kişinin daha hayatını kurtarmış oluyordum. bırakın cezayı, insan hakları derneği bana şilt vermeliydi. ancak yaban hayatı koruma derneği ve panter emel’i karşıma alabilirdim. peki ya sandalyeyi kafasında kırsam… antarktika’daki fok katliamına seyirci kalan uluslararası kamuoyu, bu olaya da tepki göstermezdi herhalde. yarılan kafa bir fokunkinden daha değerli değildi kanımca. delta t kadar sürede müdürün postunun bülent ersoy’un omuzlarını süslediğini hayal ettim. ivmelenmeliydim. kuvvet eşittir kütle çarpı ivme ise ve benim kütlem 75 kg ise, ne kadar ivmelenirsem müdüre o kadar kuvvetli çarpabilirdim.
newton’dan aldığım bu güç ile derin bir nefes aldım. aşkın kimyasını görmezden gelip şiddetin fiziğine sarıldım. baldız da kusura bakmasındı artık. hem belki de polat alemdar tabiatındaki erkeklerden hoşlanıyordu. konsey monsey sallayacak durumda değildim açıkçası. ulusun bekası için vazifeye atılmalıydım. ahval ve şerait buna müsaade ediyordu ne de olsa.
çok olsa çalıştığı okula “şehit öğretmen bilmemkim lisesi” diye adını verirlerdi. kendi kendime söz verdim. çocuğum olursa o okulda okutmayacaktım.
ayağa kalkmışım. müdürün oturduğu koltuğun önünde buldum kendimi. kanka kemerimden yakalamış, beni kendine doğru çekiyor. işte yanlış zamanda yanlış yerde bulunmak bu olmalı. kahrolası bir atasözü yüzünden, yaklaşık iki saniye kadar durakladım. müdürün ağzındaki su bardağını gördüm. ne bileyim, belki hekim olmasam bu kadar hürmet etmezdim bir yılanın bir insan evladına tanıdığı uzatma dakikalarına.
müdür suyunu bitirdi. bir an için gövdesinde oluşan o peristaltik dalgalanmayı fark ettim. saatlerdir midesine konuşlandırdığı bilimum nevale, sonunda yerini yadırgadı. oniki parmak bağırsağı nahiyesinde başlayan o devasa tsunami, yemek borusunu geçip benim kucağımda kıyılara ulaştı. karnımda bir sıcaklık hissettim. müdürün midesinde ısıttığı volkanik kütle ile alakası yoktu bunun. kanım tüm vücudumdan çekilmiş, olanca gücüyle beynime hücum etmekteydi. sağ elimin avuç içiyle, müdürün çenesine, adalı halil’i bile kıskandıracak bir osmanlı tokadı aşketmişim. ne yalan söyleyeyim, allah da beğendi, kul da.
sağına doğru devrilen müdür, faaliyetine koltuğunun yanında duran deve tabanı saksısının içinde devam etti. artık iş işten geçmişti. en sonunda safra kesesini de hanımının kucağına bıraktı. yediğinin tamamını ve iç organlarının yarısını bizlere göstermekte bir beis görmeyen o mendebur herif koltukta pelte gibi kendisinden geçerken, benim beynime toplanan kan da yavaş yavaş olması gereken yerlere doğru dağılıyordu. yemyeşil olmuştum ve gerçekten çok fena kokuyordum. sağıma soluma bakındım. herkes ayaktaydı ama kimse kıpırdayamıyordu. birden kendimi cüzzamlı gibi hissettim. hareket edersem, zaten paçalarımdan aşağıya doğru süzülmeye başlayan bu organik kitlenin, yerde duran cânım ısparta halısının bitpazarındaki satış fiyatını iyice düşüreceğini biliyordum. artık kimse için kaybedecek bir şey yoktu.
ve sonunda beklenen sözler ağzımdan döküldü.
İsmail Akman
akmanismail@gmail.com


