Ankara Çevresi Turu (4 Gün)

trinitrotoluen

Forum Demirbaşı
Kayıt
1 Ağustos 2006
Mesaj
555
Tepki
259
Şehir
Ankara Beştepe
ANKARA ÇEVRESİ TURU

4 HAZİRAN 2006

1.Gün

Hayalimizdeki büyük tura başlamanın heyecanıyla sabah 5.30 da kalktık. 6:30da Güdak’ta olup 7:00’da yola çıkmayı planlıyorduk. Her zamanki gibi rötar yaparak 8:00’da pedal çevirebildik.
(link)
Daha önce defalarca çıkmamıza rağmen arkamızdaki bagajların ağırlığını hesaba katarak 3.5 km’lik Gölbaşı rampasını nasıl tırmanacağımızı düşünüp duruyordum. Yokuşun sonundaki büyük marketten herkesin almayı planladığı şeyler varmış. Ancak şaşkınlığımıza gelmiş olacak ki orayı es geçtik. Daha sonra bu marketi geçmiş olmamızın pişmanlığını her eksikle karşılaştığımızda ‘Aaa! Bak ben marketten şunu da alacaktım’ şeklinde dile getirmelerinden anlayabiliyordum. Anlayabiliyordum diyorum çünkü ben aklıma gelen her şeyi liste yaparak yanıma almıştım. Bana ‘Kevser bu çantaya bu kadar ne doldurdun Allah aşkına’ diyenler tur boyunca getirdiklerimden faydalandılar. Her neyse! Gölbaşından Haymana yoluna girmemiz gerekirken yanlışlıkla düz gidip fazladan 7km. yol katetmiş olduk ki bunun yarısı yine yokuştu.
(link)
Her ne kadar aralarda suluklarımıza su doldurmak için kısa molalar versek de ilk ve tek büyük molamızı saat 11:57’de Ballıkpınar’da verdik. Adından da anlaşılacağı gibi yol boyunca pınarlar vardı. Biz de onlardan birinin yanında büyük bir ağaç gölgesinde durarak öğle yemeğimizi yedik. Misler gibi kokan domates, salatalık, peynir ve zeytinin tadına bir de yorgunluk ve açlık eklenince doyum olmuyordu. Size kolay bir soru! Vücuttan ter ile atılan tuzu geri kazanmaları gerektiğinde, domates ve salatalığı tuzsuz yiyemediklerinde onlara tuzu kim çıkartıp verdi çantasından ‘ben de var’ diyerek bilin bakalım. Tabi ki yine Kevser :) Ballıkpınar’da yaklaşık 2 saat kadar dinlenip yola çıktık.

Turgut Hoca yanımızda olmasaydı her şey çok daha zor olurdu bizler için. Motoruyla fazla yükümüzü taşıyor, aralarda bize çikolata, tuzlu ayran takviyesi yapıyor en önemlisi de manevi destek oluyordu. Yola çıktıktan yaklaşık 20 dk. sonra dalağım şişti. Nefes alıyım geçsin dedikçe ağrı şiddetleniyordu. Erhan ve Kenan bana eşlik ediyordu. Acı çektikçe titiz Kevser’den eser kalmıyor durun bi’ diyip kendimi çakılın dikenin ortasına atıp sırt üstü yatıyordum. Ağrı geçiyor, bisiklete binince yeniden şiddetleniyordu. Tam iki kere yere yattım ama bu da fayda etmedi. Arkadaşların yardımıyla 5-6 km kadar gittikten sonra neyse ki kendiliğinden geçti.

İlk etabı 75km sanan bizler ‘Daha gelmedik mi?’, ‘Nerde bu Türkobası?’, ‘Ne zaman varırız?’ demekten kendimizi alamıyorduk. Turgut hoca ise bize sürekli ‘Ha gayret az kaldı çocuklar, 5km. kaldı, 5km kaldı’ diyerek bizi gaza getiriyordu. Biz bir hışımla yol bitsin artık diye pedala yükleniyorduk ama yol bitmiyordu. Avrupa yakasında İfo Annemin ‘Ay soldan soldan geliyorlar Tahsin’ dediği gibi bir rüzgarla karşı karşıya kalmıştık.
(link)
Biz direksiyon hakimiyetini sağlamaya çalıştıkça soldan vuran rüzgar bizleri itekliyor, sesi kulaklarımızda uğulduyordu. Konaklayacağımız Tekke köyüne varmaya çalışıyorduk. Turgut Hoca, Erhan, Kenan ve Mesut çoktan köye varmış Muratla ben ise rüzgara yenik düşen bedenlerimizi yürütmeye karar vermiştik. Orda bir köy var uzakta. O köy bizim köyümüzdür her ne kadar varamasak da diyerek 2-3 km.lik yolu yürüdük. Bu yüzden ilk günün sloganı ‘Ha gayret az kaldı’ olmuştu. Köyün girişinde bizlere meraklı gözlerle bakan köylülerle muhabbet ede ede son 500m’yi tamamlarken gözlerimizdeki sevinci görmeliydiniz. 105 km’lik yolu zor da olsa molalar dahil 11,5 saatte tamamlamıştık. Etap sonunda anladım ki gölbaşı yokuşu karşılaşacağımız en küçük engelmiş.

Köylüler çok cana yakın ve yardımseverdiler.Biz nereye çadır kuracağımızı öğrenmeye çalışırken Önden giden Turgut Hoca muhtarla konuşarak köy konağındaki yerimizi çoktan ayarlamıştı. Şansımız yaver gitmiş, elektriği, suyu hatta mutfağı bile olan bir yer bulmuştuk. Bizler matları açıp hemen yere yatıp dinlenmeyi seçerken Turgut Hoca makarnayı pişirmiş, yumurta haşlamış hatta çayımızı bile demlemişti. Açıkcası tura çıkmadan önce Turgut Hoca hakkında sahip olduğum önyargılarım kırılmış, onun anne şefkatiyle bize yardımcı olması beni çok şaşırtmıştı.
(link)
Çocuklardan biri o gün vefat eden ve hayrına pide dağıtılan bir evden pide toplayıp getirmiş, köylülerden Abdülmuttalip Akbaş ise bazlama ve yoğurt getirmişti. Ben bir kenarda oturup gün sonunda ilgili notları almaya çalışırken, bizimkiler bu beyle uzunca muhabbet ettiler. Hatta bir ara baya kalabalık bir gurup da ‘selamünaleyküm' diyerek içeri geldi. Saat 22’ye yaklaştıkça bizlerin yorgunluktan gözleri kayıyor, bir an önce uyuma hayalleri kuruyorduk. Sonradan duyduğuma göre köydeki gençler bizimkilere ‘Yanınızda bayan olmasaydı toplanıp gelecektik’ demişler. Bir kez daha onları kurtardığımı benim sayemde erken yatabildiklerini söylesem de yine beni kimse iplemedi :) Erken yatmalıydık çünkü erken kalkmalıydık. Öğle sıcağına kalmadan ne kadar çok yol katedebilirsek bizim için o kadar iyiydi. O gece ben sızıdan ve mekan değişikliğinden uyuyamazken, zavallı Murat ise güneş kremi kullanmayı unuttuğu için yanıklarından dolayı uyuyamamış. Ben odanın içinde pıtır pıtır fare gibi dolanıp bir o pencereye bir bu pencereye gidip, sürekli su içip, oflayıp puflayıp can sıkıntısından konuşacak adam ararken o da uyumaya çalışıyormuş. Ha ben bunu bir gün sonra öğrendim tabi. Zamanında öğrenseydim onunla muhabbet ederdim. Kevser yine uykumuzu kaçıracak diye korkmuş olacaklar ki kimse sesini çıkartmamış uyuyamasalar da…

Tur kalemi : Kewser
 
Scudo

trinitrotoluen

Forum Demirbaşı
Kayıt
1 Ağustos 2006
Mesaj
555
Tepki
259
Şehir
Ankara Beştepe
ANKARA ÇEVRESİ TURU

5 HAZİRAN 2006

2.Gün

(link)
Tekkeköyü

Telefonların saatlerini sabah 6’ya kurarak zor da olsa uyandık. Gece sıcaktan bunalıp bir türlü içine girmek istemediğim tulumdan bu sefer de çıkmak istemiyordum. Benim için uykusuzluk huzursuzluk ve huysuzluğun toplamından daha küçük değildi. Kendime gelmem sandığımdan daha az vakit aldı. 6:45’de kahvaltıyı yaptık.

(link)

Bagajları bağlayalım, iyice toparlanalım, ardımızı pis bırakmayalım derken yola çıkmamız 7:40’ı bulmuştu. Köylüler Tekke’den Ayaş’a iki şekilde gidebileceğimizi söylediler. Yollardan biri daha kolay fakat uzun, bahçelerin içinden geçen toprak yol ise daha rampa ve kısaydı. Biz rampa da olsa bahçelerin içinden gidelim dedik. Bizler önden yola çıktık, Turgut Hoca ise her zamanki gibi arkamızdan gelip bize yetişip hatta bizi geçecekti. Ancak yolda bize sürpriz yapan kocaman çoban köpeklerinden onun haberi yoktu. Bizden biraz önde olan Kenan ve Mesut önde altı tane çoban köpeğinin havlayarak bize doğru koştuğunu söylediğinde bisikleti tersine çevirdiğim gibi zorla çıktığım yokuştan aşağı kaçışımı görmeliydiniz. ‘Kevser dur kaçma!’ diye bağırdıklarını duyduğumda fren sıktığımı hatırlıyorum. Sonra hepimiz bir araya toplanarak bisikletlerden indik. O sırada Turgut Hoca imdadımıza yetişti. Bize birkaç sopa vererek köpeklerin gözünü bunlarla korkutmamızı, sakin davranmamızı ve bisikletleri yanımıza alarak yavaşça yürümemizi söyledi. Anne şefkatli Hoca gitmiş yerine babayiğit koruyucu Turgut Hoca gelmişti. Neyse ki köpekler bize fazla yaklaşmadan havlaya havlaya geçmemize izin verdiler. Biraz daha ilerledikten sonra bir kiraz ağacının benden yemeden sakın buradan geçme der gibi dallarını eğdiğini fark ettik. O sıcakta bu sevimli ağaç kırılır mı hiç. Etrafta ne izin alacak kimse ne de bizim bekleyecek sabrımız yoktu. İnşallah sahibi helal, Allah da affeder diyerek daldık ağaca. Turda aç kalmazsınız, en güzel taze meyve sebzeleri yersiniz diyenlerin yüzünü kara çıkarmamış olsak da tur için en iyi zamanın iki-üç hafta sonra daha iyi olacağına karar verdik. Çünkü şimdi ham diye yüzüne bakmadığımız tüm meyveler o zamana olgunlaşmış olacaktı :)

(link)

Sanırım ekibin en büyük ortak noktası buydu. Gırtlaktan konu açıldı mı herkesin bir fikri mutlaka oluyordu. Kiraz ağacının gölgesinde dinlendikten sonra bizi zorlu bir yokuş bekliyordu hem de toprak. Ah o sürtünme kuvvetini yensem süper gidecektim de tüm enerjimi ona harcadığımdan ilerlemeye pek bi’ gücüm kalmıyordu. 12 km’lik yolu tırmandıktan sonra Gökler köyüne vardık.
Görünen son rampayı çıkacak gücü bulamadığımdan yine yürümeye karar vermiştim. İlk gün sürekli olarak şikayetçi olduğumuz rüzgardan eser yoktu. Yokuş çıkarken de hiç hava akımı olmuyordu. Bu yüzden çok bunalmış, sıcaktan dolayı sürekli mırın kırın edip su içiyordum. Ama nafile su da işe yaramıyordu artık, çoktan ısınmış banyo suyu gibi olmuştu. Sürekli ‘Ah şimdi buz gibi karpuz olacaktı, yada buzlu cacık’ diyip duruyordum. Ancak onların içimdeki alevi söndüreceğine inanıyordum. Tam o sırada bir evin bahçesinde uğraşan bir amca ilişti gözümüze. ‘ Kolay gelsin amca ‘dedik. ‘Sağ olun gençler, nerden böyle?’ diyince başladık Kenan’la anlatmaya. Muhabbet esnasında ben hemen atladım ‘Amca bi’ soğuk suyunuz var mı?’ diye. İçerde oturan hanımına seslenerek bize yardımcı olmasını istedi. Hatta kandırabilirseniz ayran bile yapar dedi ama biz şansımızı daha fazla zorlamak istemiyorduk. Önden gidenleri de telsiz yardımıyla durdurup geri çağırdık. Hep birlikte buz gibi sularımızı içip elimizi yüzümüzü yıkadık. Bu cidden çok iyi gelmişti. Bahçede köpekleri ördek yavrularını sevip biraz muhabbet ettikten sonra yol uzun diyip müsaade istedik.

Gördüğümüz her çeşme başında durarak suları tazeliyor, elimizi yüzümüzü ıslatıyorduk. Saat daha 12 bile olmamıştı ancak sıcağa dayanmak mümkün değildi. Bizimkiler bana çok sızlandığımı, enerjimi konuşmaya değil pedal çevirmeye harcamamı söyleseler de onların da dayanamadığı Ayaş’a giderken en son karşımıza çıkan çeşmede girdikleri yalaktan anlaşıldı.

(link)

Onlar yosun tutmuş yalağa kafayı sokarken suratımdaki şaşkınlıktan da anlaşılabileceği gibi bir kez daha erkeklerin rahatlığına hayret ettim. Ben her zamanki gibi elimi yüzümü ıslatarak rahatlamayı seçtim.

(link)

Saat 11:10’da 22 km’lik yoldan sonra Ayaş’a varmıştık. Meydanda bir çay bahçesinde oturup dinlenmeye karar verdik. Turgut Hoca yiyeceklerimizi çıkardı. Yemekten sonra bir isteğiniz var mı çocuklar dediğinde 'Hocam ne olur karpuz alın' dedim. Sağ olsun ben kırmayıp almış. Karpuzu en çok isteyen bendim ama bizimkilerin gözünün içi güldüğünde anladım ki bu karpuz olayı hepimize yaramıştı. Hocamız dilimlemek istediğinde hayır diye isyan ederek ısırarak yemek istediğimiz söyledik. Kollarımızdan sular aksa da afiyetle yedik. Matları açıp akmayan dere duvarına yatan Kenan ve Erhan’a ‘Bak uyuyunca aşağı düşersiniz’ diye her ne kadar kandırıp matın birini almaya çalışsam da yemediler. Bagajı sökmeye üşendiğimden oradaki sandalyelerden 3ünün halısını alarak çimlere atıp koca vücudu sıkıştırmaya çalıştım. Ama ne oldu? Rahattım ama bir türlü uyuyamıyordum. Ben de çantamdan mp3 çaları çıkararak müzik dinlemeye karar verdim. Sonra ne mi oldu? Erhan ve Kenan sözüme gelip çimlere yanıma geldiler korkularından düşüyorduk diye. Ha ha ha:) Kenan tıs diye ses çıkararak uyurken Erhan’la şarkı söyleyerek müziğe eşlik ediyorduk. Ancak burada da anlaşamadık. Ben diyordum şu şarkıda kalsın. O diyordu bunu dinleyelim. Ah Erhan ah!.. Saat 15:15'de Ayaş’dan ayrılmak üzere harekete geçtik.
Önümüzde çok dik bir yokuş vardı. Onu atlattıktan sonra ana yola çıkacak ve Kazan’a doğru hareket edecektik. İşte tam o yokuşun ortasında aniden bi’ şey oldu. Ben yine Kenan’ın bagajı düşmüştür derken arka tekerin gevşeyip çıktığını öğrendik. Erhan hemen geri dönerek Kenan’a yardımcı oldu. Kısa sürede aksaklığı gidererek bize yetiştiler. Yol fena sayılmazdı ancak asfalt olduğu için sıcaktan eriyerek tekerimize yapışıyordu. Belediye araçları yola kum ve çakıl serperek asfaltı tutmaya çalışıyorlardı.

(link)

Karşımıza 3.5 km.lik dik bir yokuş çıktı. Elimden geldiğince pedala yüklensem de vitesim düşük olduğu için çok yavaş gidiyor öndekilere bir türlü yetişemiyordum. Bizimkiler baktılar araçlar yakın geçiyor, sırtımdan iteklemekle bu iş olmayacak, bağladılar kancalı lastikle beni kendi bisikletlerine. Ancak kalkışta çakıllar tekeri kaydırdığı için pedal aniden dönerek metal çıkıntıları kemiğime tak diye vurdu. İlk yaramı da bu şekilde aldım. Bacağım kanamaya başlamış, benim acım yetmiyormuş gibi bir de kan emen sinekler başıma üşüşmüştü. Onları kovmaya çalıştım dengemi kaybetme uğruna da olsa. Ouv süper bi’ şeydi bu yöntem. Nerdeyse bir iki vites kolaylaştırıyordu benin işimi. Erhan ile Kenan arada sırada yer değiştiriyordu. Onlara yük olduğum için bir yandan üzülüyor bir yandan da arkada bagaj varken bir de beni nasıl çektiklerine hayret edip performanslarını alkışlıyordum. Neyse yokuş bittikten sonra ipi çıkardık. Süper inişler vardı. Yokuş aşağı inmek tam bana göreydi ama yolda bozuk yerler olduğu için korkuyordum ve yavaş gitmeye çalışarak sürekli fren sıkıyordum. Kenan en arkadan gelerek bana göz kulak oluyordu. Ancak bir an arayı fazla açmışım. O sırada taşlar dış lastiği yararak içtekini de patlatmış. Bisikletteki dengesizliği anlar anlamaz iyice fren sıkmaya çalıştım. Ön lastiğe baktığımda patlamış olduğunu gördüm ve dengemi kaybederek sonunda kayıp düştüm.

(link)

Sol dizim şişmiş ve taşlardan dolayı kanamaya başlamıştı. Bir de ellerimin içini çakıllar parçalamıştı ama o da çok derin değildi. Kenan gelir gelmez bisikletini yana bıraktı. Bir araba yanımızda durarak ‘Yardımcı olabileceğimiz bir şey var mı?’ dediğinde 'öndeki bisikletlileri durdurarak geriye yollarmısınız' rica ettik. Benim çanta Mesut’un bisikletine bağlı olduğundan yedek lastik ve yamalar da onda kalmıştı. Kenan hemen lastiği değiştirdi, Erhan fren ayarlarını yaptı. Ben de bir dizlik takarak yola devam etmeye karar verdim. Bu sırada başka bir araba durarak Ankara’ya kadar gideceğini ve istersek götürebileceğini söyledi. Sağ dizim sakat olduğundan ya bunada bir şey olursa diye korktuğumdan hani dönmek aklımın ucundan geçmedi de değil. Ama gezi çok eğlenceliydi ve ben bunu yarıda kesmek istemiyordum. Teşekkür edip adamın teklifini geri çevirdikten sonra bir kamyonet yanaştı. Arkadaşlar aşağıda konuşmuş arkadaşımız yaralandı diye, o da dayanamayıp geri dönmüş. Sonunda Murat’ı ve beni bisikletlerimizle yükleyip şoföre İlyahut köyü girişinde bırakmalarını söylediler. Sohbet etme fırsatı yakaladığım için Ayaşlı Numan’ın Sincan hattında otobüs şoförlüğü yaptığını, köye hanımını ve çocuğunu bırakmaya geldiğini öğrendim. İlyahut’a geldiğimizde grubun keyfine en düşkün iki elemanı Murat ve ben daha gelmelerine çok vardır diyerek matı açıp gölgede dinlenmeye çalıştık. Ancak hevesimiz kursağımızda kalmış bizimkiler çok çabuk gelmişlerdi. ‘Acı yok, acı yok’ diyerek oturduğum yerden kalktım ve yola devam ettik.

(link)

Aradan daha yarım saat geçmeden Erhan’ın durun çağrısına çakıllı yolda birden dönerek cevap veren Murat kendini yerde buldu. Onun yaraları benimkiyle kıyaslanamayacak kadar derindi. Sol kolu, dizi, omzu yaralarla dolmuş toprakla kan birbirine karışmıştı. Kevser bu çantada bu kadar ne getirdin diyenlere bir kez daha cevap vererek sağlık çantamı fışt diye çıkartıp Murat’a pansuman yaptım. Acısı biraz dindikten sonra yolumuza devam etmek üzere bisikletlere atladık. Murat’ın güneşten alev alev yandığı yetmiyormuş gibi bir de yaralanması olayın tuzu biberi olmuştu.
Bol kazalı ve yaralı bir gün geçiriyorduk. Güzel olan ise Kazan’a varmak için hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ediyorduk. Bu yüzden ikinci günün sloganı ‘Acı yok, acı yok’ olmuştu :D

(link)

Sabah yola çıktıktan nerdeyse 12 saat sonra saat 19:15’i gösterirken 73 km yolculuğumuzu tamamlayarak Kazan’a vardık. Acaba nereye kamp kursak diye bakınırken itfaiyeyi fark ettik. Turgut Hoca nerde kalabileceğimizi öğrenmek için önden gitti. Sağ olsunlar bahçelerine çadır kurabileceğimizi söylemişler. Yer bulmanın mutluluğuyla bagajları çözüp, çadırları kurmaya başladık. Kalacak yer bulduktan sonra otomatikman akla gelen ilk şey akşam yemeğinde ne yiyeceğimizdi. Orda mangal bile yakabileceğimizi söyleyerek itfaiyeciler günün en güzel haberini vermiş oldular. Ancak arkadaşlar bir tek mangalla doymayacaklarını düşünmüş olacaklar ki ben çadırın içinde eşyalarımı düzeltemeye çalışırken makarna suyunu koymuşlardı ocağa. Allah’ım ne büyük mutluluk. Her gittiğimiz yerde elektrik, su ve ocak bulmak. Bu tür geziler insan sahip olduğu şeylerin kıymetini bilmesini çok daha iyi anlatıyor. Hayat dersi dedikleri bu olsa gerek. O kadar terlemiş, toz toprak olmuştuk ki banyo yapmak istiyorduk. Söyleyin bana itfaiyeden başka nerde bulabiliriz bu kadar çok suyu. İtfaiyecilerden Sadık Ağabey’e 'Biz şöyle sıraya dizilsek de tazyikli suyla bi’ yıkasan’ dediğimizde gülmekten yıkıldılar. Meğersem itfaiyede sıcak duş bile varmış. Bunu duyunca ağzımız kulaklarımıza vardı. Ortalıkta bir sürü kişi olduğu için birbirimizi bekleyerek nöbetleşe duş almaya karar verdik. Sıcak su maalesef çoktan bitmiş benimse bundan haberim olmadan saçımın örgüsünü falan açmıştım. Erhan ‘Kevser su buz gibi, emin misin yıkanacağına?’ diyince bir kes daha düşündüm. Ama dönüşü yoktu artık. İçerde ciyaklayıp donsam da banyo yapınca kendime geldim. Yaşasın temizlik, aklık, paklık. Güneş yanıklarımıza soğuk su iyi geldi. Güneşten ve sıcaktan sürekli şikayet edip duruyordum tamam ama bu kadar serinlikten de bahsetmiyordum. Annem iş yerinde arkadaşlarına anlatıp bir güzel dalga geçmişler ‘Bizim kızın ateşini anca itfaiye söndürebilmiş’ diye. :D Sadık Ağabey benim tam tersimdi. Ben her fırsatta konuşmak için yer ararken o sorulan tüm sorulara başını eğerek evet yada kaldırarak hayır yapıyor, gayet kısa cevaplar veriyordu. Çaylarımızı da yudumladıktan sonra çadırlara dağıldık. Benden kurtulmak için beni iki kişilik çadırda yalnız bıraktılar. Çok rahattım ama yine uyuyamıyordum. Gecenin bir yarısı ışık geliyor diye çadırın yönünü çevirttirdim. Baktım yine olmadı gittim arkadaşların çadırına yattım. Sabaha kadar köpek havlamalarından, su sesinden, cam tıkırtısından, kamyon sesinden uyuyamadım. Allah’ım uykusuz bir gece daha geçirmiştim. Nereye kadar gidecekti bu böyle…

Tur kalemi : Kewser
 
T

Tuğrul

Misafir
Harika ...Bu günde okuyacak birşeyler çıktı...
Çok teşekkürler
 

trinitrotoluen

Forum Demirbaşı
Kayıt
1 Ağustos 2006
Mesaj
555
Tepki
259
Şehir
Ankara Beştepe
ANKARA ÇEVRESİ TURU

6 HAZİRAN 2006/ Salı

3.Gün

Uykusuzluktan dolayı iyice huzursuz olan ben sabah saat 6’da çalan saate ve arkadaşların ‘Hadi toparlanın’ çağrılarına aldırış etmiyordum. Bir türlü çadırdan çıkmak istemiyordum ama o kadar bağrış çağrış içinde uyuyamayacağım da kesindi. Zor da olsa kalktım ve kendi çadırıma tulumla birlikte balıklama atladım. Üstümüzü değişip, çadırları toplayıp yine bagajları hazırladık. İtfaiyeciler çayın hazır olduğunu söyleyince bizimkiler sevinçle mutfağa atladılar. Ancak ben aç karna çay içmek istememiştim. Bir iki hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra saat 7:00’da oradan ayrıldık.

(link)

Hedefimiz yol üstünde bir lokantaydı. Bir yandan pedal çeviriyor bir yandan da ne yiyeceğimizi düşünüyorduk. O sırada gözümüze bir lokanta ilişti. Sabah sabah çorba var mı diye sorduk. Erhan ve Turgut Hoca işkembeyi tercih ederken bizler ağır olur düşüncesiyle mercimeği seçtik. Çorbayla ekmek yeme adetim yoktur. Dolayısıyla yemeden önceki halimle yedikten sonraki halim arasındaki farkı pek anlayamadım. Sanki hala açtım. 7:30’da çorbacıdan ayrıldık.

(link)

Yolda giderken etrafımıza bakıp ne tarlası olduğunu tahmin etmeye çalışıyorduk. Bir ara Erhan ‘Ouv ıspanaklara bakın’ dedi. Ben de ‘Ne ıspanağı teredir onlar’ dedim. Var mısın iddiaya derken girdik fıstıklı çikolatasına. Gidip tarladan bir tanesini çıkardı. Mesut hemen ‘A! turpmuş’ diye yorum yaparken ben beyaz havuç olduğunu düşünüyordum. Arkamızdan fotoğrafımızı çekip bize gülen Kenan olaya el atarak ‘Pancar bunlar Allah sizi kahretmesin’ diyerek olaya son noktayı koydu. Görüldüğü gibi dört şehirliden bir köylü çıkmıyordu :)
Aralarda sadece su molaları vererek ilerliyorduk. Yılmaz köye geldiğimiz de bir pınar başında durduk. Orda turuncu saçlı bir amcayla muhabbet ettik. ‘Amca bu su içilir mi?’ dediğimiz de ‘İçersen içilir, içmezsen içilmez’ diye cevap verdi. ‘Nasıl yani amca içilmez mi?’ diye sorduğumda ‘Bir acı vardır bir de tatlı su. Bu su acı içerseniz için.’diye cevap verdi. Bizde içtik gitti. ‘Peki bundan sonra yol nasıl, yokuş çok var mı?’ diye sorduğumuzda bize gülerek ‘Şimdi siz bisikletlere binersiniz, ama ilerde bisikletler size’ diyerek cevap verdi. Bu sefer soru sırası amcaya gelmiş ‘Ya siz nerden geldiniz? Hele söyleyin bakalım nereye gidiyorsunuz?’ dediğinde ise Kenan ‘Haydan geldik, huya gidiyoruz amca’ diye karşılık verdi. :D Aslında her gittiğimiz köyde ilk sordukları şey buydu. Nerden geldiniz, nereye gidiyorsunuz? Ardından nerelisiniz, bu sıcakta delirdiniz mi ve hele sen kızım ne işin var bunlarla soruları geliyordu. İleride gerçekten amcanın dediği gibi yol zorlaşıyordu. Rampa bize göz kırparken, rüzgar terk ediyor, toprak yol ise merhaba diyordu. Ben nasıl çıkacağımı düşünürken bizimkiler yine beni kancalı iple çekmeye karar verdiler. Erhan ve Kenan arada sırada değişerek bana yardımcı oluyordu. Onların yükünü hafifletmek için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor çok yoruluyordum. O zaman da ‘Tamam Kevser sen fazla zorlama, biz hallederiz’ diyip kıyamıyorlardı. Ee! Grubun tek kızı o kadar da naz yapsın değil mi? Bu yüzden üçüncü günün sloganı benim için ‘Gereken her an, işte Erhan ve Kenan’ olmuştu.

43km.lik yolu 12:05’de tamamlayarak Çubuk’a vardık. ‘Hocam burası neresi? Çubuk’a çok benziyor ‘ dediğimde ‘Daha gelmedik burası Değnek’ dedi. E tabi güneş çarpması ve aç karna ben bu espriyi anlamadım. Anladıktan sonra da ‘Hayret bi’ şeysiniz Hocam, ben de öyle bir yer var zannettim,’ dedim. Öyle garip köy ve ilçe isimleri vardı ki ben de gerçekten böyle bir yer olduğuna inanmıştım. Turgut Hoca her fırsatta ‘Ben bu kadar performans beklemiyordum, tahmin ettiğimden daha iyisiniz’ diyerek bizi gururlandırdı.Çubukta kurulan pazardan sebze ve meyveleri aldıktan sonra meydandaki parkı gözümüze kestirdik. Bir ağaç gölgesi bulup sofrayı kurduk. Yemeğimizi yedikten sonra keyif ve kestirme zamanı gelmişti. Herkes matları çıkarıp yan yana serdi. Meraklı gözlerden kaçmak için ben de iyice sinip arkadaşlarıma yanaştım. İyice dinlenip, öğle sıcağının geçmesini bekledik. Eczanende Murat’a yanık merhemi bize ise yumuşatıcı krem aldık. Yolda enerji versin diye yanımıza kuru incir ve kuru üzüm çeşitlerinden alarak 16:30da Çubuk’tan yola çıktık.

(link)

Hedefimiz kestirme bir yoldan Akyurt’a direkt geçmekti. Turgut hoca bugün bizden ayrılmak zorunda olduğunu Çarşamba günü işlerinin olduğunu söyleyince üzüldük. Çünkü o bize manevi destek ve güven veriyordu. Turgut Hoca ‘Gitmeden önce zincirlerinizi yağlayalım’ dediğinde çektik bisikletleri bir evin önündeki ağaç gölgesine. Biz orda işimize bakarken bi’ adam gelip orada ne aradığımız sordu. Amacımızı anlattığımızda ise arkasındakilerle anlamadığımız şekilde kürtçe bir şeyler konuşup orayı terk etmemizi söyledi. Bu tutum karşısında çok şaşırmıştık. Bize o kadar yakınlık gösteren köylülerden sonra bu duruma çok şaşırmıştık. Biraz uzaklaşmamıza rağmen işimiz bitene kadar başımızda bekledi. Daha sonra Murat’la ben önden çıktık yola. Biraz arayı açıyım diye Murat’ı sollayım diyince ortalık dağıldı. ‘Solundayım dikkat et!’ dememe rağmen zamanından önce sağa yanaşınca -Erhan’ın dediğine göre makas atmışım- koca çınar devrildi. Murat’ın derdi kendine yetmiyormuş gibi bir de ben düşürmüştüm. Yanına gidip kaşlarımı çatıp üzgün bir ifadeyle yerden kaldırmamı, yardımcı olmamı beklersiniz. Ama ben ne yaptım! Onun başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi diye başladım gülmeye. Kendimi durdurmak için sıktıkça yeni bir patlama yaşıyor durduramıyordum. Ağzını ‘Anam anam ah!’ demekten başka bir şey için açmayan Murat’ı taktir etmiş, sabrına hayran kalmıştım. Çünkü orda ne söylese, kızsa haklıydı. Bir de karşısına geçmiş yerlere yatıyordum gülmekten. Yol boyunca düşürdün çocuğu bak ne hale getirdin diyenlere ‘Ben sadece yaralarını tazeledim yenilerini açmadım’ diyordum. Tabi ki bu bir mazeret olamazdı. Düşünüyorum da aynı durumda ben olsaydım ağzımı açıp, yummuştum gözümü.
Hocamızdan ayrılmak üzereyken bir market önünde durduk. Daha sonra beyaz bir araba önümüzde durup camını açarak bizi turist sandığını ve dil bildiği için yardımcı olabileceğini söyledi. Biz de teşekkür ederek el salladık. Baya bir yol katetmiş kaleciğe az bir yolumuz kalmıştı. Yine suluklarımızı doldurmak için bir çeşme de durduğumuzda gözlerim yuvalarında on tur attı. Orda büyük bir minibüs vardı ve şansımız yaver giderse bizi yokuş yukarı götürebilirdi. Saat akşamın 7’si olmuştu ve gözümün önündeki 4km.lik yokuşu tırmanmayı istemiyordum.

(link)

Murat’la beni Baykuş Boğazında bırakmalarını rica ettik. Mesut’un dediğine göre yokuştan sonra 3 km.lik müthiş bir iniş varmış. Biz kaçırdık. Biz iki keyfine düşkün bizimkiler gelene kadar önünde durduğumuz tesiste saç kavurma yesek mi acaba diye düşünüyorduk. Daha sonra Murat’a pansuman yapmaya karar verdik. Yaralarını temizledim. Kolonya sürmemi istedi. Saçmalama yanarsın bak dediğimde sür diyince büyük bir zevkle sıkmaya başladım şişeyi. Kolu birden titremeye başlamış o da benim kolumu sıkarak acısını dindirmeye çalışıyordu. Bizimkiler beklediğimizden de çabuk ulaştılar. Yine hevesimiz kursağımızda kaldı. Kalecik’e varmak üzere atladık bisikletlere. Önümüzde çok güzel bir yol bizi bekliyordu. Daha bir kilometre gitmeden aniden durdum. Gözlük takamıyordum, hava kararmıştı. O sırada gözüme küçük sineklerden kaçtı. Başımızı biraz daha aşağıya eğip gözlerimizi kısarak yola devam ettik. Yokuş aşağı inerken tekerden gelen vuuv sesine hayran kalmamak mümkün değildi. Hızımız 65km/h’ e kadar çıkmıştı. Ben yine de işi sağlama alıyım diye sürekli fren sıkıyordum. Kalecik’e vardığımızda üstümüz başımız sinekten geçilmiyordu. Kaskın deliklerinden bile girip saçımıza yapışmışlardı. 96 km.lik etabı tamamladığımızda saatler 20:10’u gösteriyordu.
İyice temizlendikten sonra esnafın birine emniyeti sorduk. Emniyete vardığımızda ise Gazi Üniversitesi öğrencileri olduğumuzu bize kalacak bir yer gösterip gösteremeyeceklerini sorduk. Emniyetin bahçesi göze çok hoş geliyordu. Güvenle kalırız diye ben hemen atladım ‘Burada kalabilir miyiz?’ diye ama mümkün olmadığını karşıdaki parkta kalabileceğimizi söylediler. Parkta su da elektrikte tuvalette mevcuttu. Buna da şükür diyerek geçtik yolun karşısındaki parka. İyi ki gitmişiz. Çadırları yemyeşil çimlere kurduktan sonra, Erhan ve Kenan emniyetten bir ağabeyin tarif ettiği, hesaplı ama güzel diye övdüğü pideciye gitti. O sırada bizler de çantaları söküp bisikletleri birbirine bağladık. Aç kurtlar gibi onların gelmesini bekliyor, telsizden sipariş veriyorduk. Kenan öğrenci adamız diye ayran almak yerine marketten yoğurt almayı tercih etmişti. Ama ikisinin aynı fiyata geldiği her nedense gözünden kaçmış. Bir de o yoğurdu pet şişeye koyacağım diye bizi dakikalarca bekletmesin mi. ‘De geth işine Kenan’ diyip pideleri daha fazla soğutmama kararı aldık.

(link)

O ise inatla hala uğraşıyordu. Ayranı poşete koyup delik açarak şişeye sıkmasını söyledim. Onu da beceremedi. Biz bardaklarımıza yoğurdu alıp ayran yapmaya çalışırken o hala inat ediyordu. Sonunda cıldır cıldır bol sulu bir ayran yaptı kendine. Baktı içilecek gibi değil tuz attı ‘Hım böyle fena olmuyormuş’ diyerek. Emniyetten bir ekip arabası bize buzlu su getirdiğinde ise ‘Vay be emniyete bak polisler bize su getiriyorlar’ dedik kendi kendimize. Sonra acaba 155'i arayıpta çay koymalarını, bizim 10 dk'ya geleceğimizi mi sölesek diye düşündük Tabi bu bi şaka :D Hayatımızda yediğimiz en ekşi ve en kötü pideleri yedik. Her zaman dünyayı yiyen Erhan’ın (kendisi 16 dilim pizza yeme rekorunu elinde tutmaktadır) pek bir iştahı yoktu. Onun yerine Kenan iyice açılmıştı. Kenan’ın O’nun gücünü çaldığını düşünüyor ve dile getirmekten kaçınmıyordu. Dişlerimizi fırçalayıp üstümüzü değiştikten sonra yatmaya hazırlandık.

(link)

Gezi defterime bakarken Mesut’un bir yazısı gözüme çarptı. Bu gece de Kevser’in bizi uyutmayacağını sanıyorum diye not almış kenara. Ama hepsini şaşırttım. Bir kas gevşetici bir de uyku hapı attım mı mışıl mışıl uyudum sabaha kadar. Tur boyunca en huzurlu gecemdi diyebilirim hatta. Bu sefer de Erhan hiç uyuyamamış. En azından suçu benim üstüme atamayacaklardı bu sefer. Aslında birilerinin uykusuz kalması da iyi oluyordu. En azından hem bize hem de eşyalara göz kulak oluyordu. Bir ara Kenan yanımıza gelerek ‘Tıkır tıkır tıkır, tık tık tık, tıkı tıkı tık’ dedi sadece. Hepimiz onun ne dediğini anlamaya çalışıyorduk. Meğersem Murat’ın mesajlaştığını ve tıkır tıkır ses çıkardığını anlatmaya çalışıyormuş. ‘Tek kalmak kötüymüş, hakikaten insanın canı sıkılıyormuş. Hadi muhabbet edelim’ dediyse de kimse Kenan’ı iplemedi. Sadece ben ‘Ya nasıl oluyormuş Kenan Efendi’ dedim. Düşünün yani ben bile konuşacak bir şey bulamadım. Tura çıkmadan önce en büyük hayallerimizden biri gece yapacağımız muhabbetlerdi. Ancak buna ne dermanımız ne de vaktimiz kalmıyordu. Sabahları erken kalkıp öğle sıcağına kalmadan yol almak zorundaydık. Arada bir köpek sesleri ve Kenan’ın boynunun altına koymak için yamulttuğu pet şişenin tak eden sesine sıçradığımı saymazsak rahat bir geceydi. Sabah kalkıp ‘İçine su doldurmayı unutmuşum, sürekli uyandım’ demesin mi. Erhan’ın söylediğine göre ben yine deli yatmışım. Gece suluğumu elimle arıyor, içip uyuyor, suyun yerini değiştirdiğinde ise bunalıp aramaktan vazgeçiyormuşum. Erhan uykusu kaçınca ne yapacağını şaşırmış olacak ki benle dalga geçmiş. Soğuktan titreyip tuluma sarılıyor, yandıkça her şeyi tepiyormuşum. Ben böyle uykuya da razıydım iki gün süren uykusuzluktan sonra. Yatağımda olmama rağmen çadırdaki ortam en az evimdeki kadar sıcaktı. Hayatımda ilk defa bu gezide çadırda kalmama rağmen baya sevmiştim bu olayı.

(link)

Beni en çok şaşırtan görüntü ise o kadar güneş yanığı ve açık yarası olan Murat’ın nasıl mumya gibi yattığıydı. Hiç mi daralmadı sıkılmadı bu çocuk sabaha kadar anlamadım gitti…

Tur kalemi : Kewser
 

trinitrotoluen

Forum Demirbaşı
Kayıt
1 Ağustos 2006
Mesaj
555
Tepki
259
Şehir
Ankara Beştepe
ANKARA ÇEVRESİ TURU

7 HAZİRAN 2006/ Çarşamba

4.Gün

(link)

Sabahın 5’inde henüz hava aydınlanmamışken uyandık. Havanın serinliğinden tulumun içinden çıkmak bir türlü kalkmak istemiyordum. Ama insanı rahat bırakırlar mı. Söyle bir gerildikten sonra zor da olsa kalkıp üstümüz giyindim. Yüzümde tarifi imkansız bir huzur ve mutluluk vardı. Madem ki erken kalktık erken yola çıkalım derken, işleri ağırdan alıyor, sürekli vakit kaybediyorduk. Hele Kenan’a ne olduysa bir türlü eli ayar tutmuyordu. Öyle ki bagajı bile üç gündür nasıl bağladığını unutmuş bana bakıyordu. Pet şişeden gelen takur tukur seslere çok uyandı ki uykusuz kaldı diyip hoş gördük. Bağladığı bagaj ise daha parktan çıkmadan dağıldı. O gün Murat acılarına daha fazla dayanamayacağını belirterek Kalecik’ten bir otobüsle Ankara’ya dönmek istediğini söyledi. Arka tekerin jant tellerinden birinin kopması da gitme ihtimalini güçlendirmişti. Murat’ı da bıraktıktan sonra 6:45 de ancak yola çıkabildik. Turgut Hoca’nın ayrılmasından sonra Murat da bizi terk edince dört kişi kaldık. Bugünkü hedefimiz Elmadağ’ın arkasındaki köylerden geçerek Gölbaşı’na çıkmak ve evimize dönmekti. Ben aç karna bisiklet süremem desem de kimsenin aldırdığı yoktu. Yalvarışlarım üzerine yol üzerindeki pastanelerden birinde durduk. Saat çok erken olduğu için henüz poaça çıkmamıştı. Kuru pasta da mide bulantısı yapabilir endişesiyle aç aç yola devam ettik.

(link)

Kızılırmak kenarında durup muhteşem fotoğraflar çektik. Hava ısınmaya başladıkça biz de üstümüzdeki katları yavaşça azaltıyorduk. Hatta önlemimizi şimdiden almak için güneş kremlerimizi bile sürdük. Bizleri turist zanneden ve selamlamak isteyen kamyonlar ‘Eüğüe! yada Bulağn! diye korna çalıyorlardı. Korna sesleri geçici duyma kaybına neden olacak kadar kulaklarımızda inliyordu. Ana yola çıktığımızda bir benzinlikte yer alan restorandan dünden kalan bayat ekmekleri aldık. Henüz yenileri gelmemişti. Kenan açlıktan halsiz düşmeyelim diye Çubuk’tan aldığı kuru üzümlerden avuç avuç veriyordu. Bence yokuşları tırmanmanın en güzel tarafı ondan sonra müthiş bir iniş olduğunu hayal etmekti. Yine karşımıza 3,5km.lik süper bir iniş çıktı. Yere paralel olacak şekilde direksiyona eğilip iyice hızlanmaya, inişin tadını çıkarmaya bakıyorduk. Saat 11:10’da Kılıçlar’a geldiğimizde gözümüze bir tarla kestirdik. Her zamanki gibi bir ağaç gölgesi bulup altına yerleştik. Bu ağaçlar da olmasa biz ne yaparmışız ben bilmiyorum. Tarlada yaşlı bir amca ve eşi çalışıyordu. Daha önceden yakılmış kuru ağaç dallarının küllerini gördük. Burada konaklayabilir miyiz, biz de ateş yakabilir miyiz diye izin aldık. Ateş yakmak için odunları toplayıp dizmeye başladım. Amacımız Kenan’ın Kalecik’ten aldığı patatesleri közlemekti. Patatesleri bagajına poşetle bağladığından beri zaten karizma yerlerdeydi. ‘Hah! Şimdi Türk olduğumuz belli oldu, daha bizi turist zannetmezler’ diye espri yapıyorduk. Başka hangi milletin evladı bagajında patates, kuru incir ve üzüm taşırdı ki göstere göstere. Artık onları yiyip onu bu dertten kurtarmamız gerekiyordu.

(link)

Dalları diziyim derken ağzım gözüm karalar içinde kalmış. Zaten dizdiğim şekli de beğenmeyip çekil bakıyım kenara diye beni dışladılar. Erhan daha önceden izcilik yapmanın verdiği tecrübeyle çok güzel bir ateş yaktı. Patatesler közlenen kadar biz domates, salatalık ve peynirden oluşan sıradan ama bize çok lezzetli gelen kahvaltımızı hazırladık. Yanına da emniyetten gelen buzla karıştırılmış vişne suyumuz vardı. Yeterli sayıda bardak olmadığı için vişne suyunun kutusunu keserek 2 tane bardak yaptık. Millet bir ekmeği bitine kadar ben anca yarıma yaklaşıyordum. Hep geç yediğim için de kalanları korumak ben de stres yapıyordu. Ekmeğimi, tabağımı koruyum derken bu sefer de Erhan vişne suyumu çaldı. Kenan ‘Ben de istiyorum, tek başına içemezsin’ dedi. Erhan gücünün Kenan tarafından çaldığını her fırsatta dile getiriyor, ‘ Ne oldu sana ya’ diye şaşkınlığını gizleyemiyordu. Erhan ‘Sen fazladan bir yudum içtin, koy bakalım şuraya’ derken Kenan ağzına dikiyordu. Erhan ‘Bak içirtmem hepsini dökerim haa!’ derken ben de aralarında geçen konuşmaları dinliyor başkasından çaldıkları vişne suyu hakkında nasıl bu kadar hak iddia edebildiklerine gülüyordum. :D Neyse ki doymuştum. Onlara sataşacak halim yoktu. Birden esen serin rüzgardan üşümeye başladım. Erhan üzerindeki montu çıkarıp bana verince mayışıp Mesut’la uyuyakalmışız. Onlar ise bir güzel çay demleyip patatesleri pişirmişler. Erhan bu arada patlayan lastiğini de tamir etmiş. Yarım saatlik şekerlemeden sonra bizi uyandırdılar ve patates yemek isteyip istemediğimizi sordular. Pişer de yenmez mi. Hemen kalktık. Gezi boyunca yokuşlarda yardımcı olmalarını fırsat bilerek ‘Hadi Kevser bir de bizim elimiz bulaşmasın, sen soyuver’ diyorlardı. Karşı çıkmaya kalktığımda ‘Görürsün sen yokuşta’ diye şantaj yapıyorlardı. Ee! Napalım. Soymaya başladım. Soyduğum yetmiyormuş gibi bir de beyefendilere tuzlayıp yedirdim. Yine elim yüzüm karalar içinde kalmıştı. Neyse ki Pazar gününden beri hayat kurtaran ıslak mendilim yanımdaydı. 13:15 de pılımızı pırtımızı toplayıp, orayı terk ettik.
Dağın tepesinde uçan kocaman bir doğandan tutun, pınardan akan suyu kıskanıp bizi sokmaya gelen arılara, koyunlara göz kulak olsun diye pusuda bekleyip bizi kovalayan azman gibi çoban köpeklerine şahit olduk. Bunların içinde en komiği ise önden giden Erhan ve Mesut’un kocaman eşeğin kulaklarını görünce köpek zannedip bize telsiz çağrısı yapmasıydı. Hava inanılmaz kuru ve sıcaktı. Her gördüğümüz pınarda Kenan’la duruyorduk. Elimi yüzümü yıkamakla kalmıyor artık ben de saçımı ıslatıyordum. Ancak on dakika geçmeden kuruyordu. Mesut’lara büyük bir pınar başında yetiştik.

(link)

Onlar da çok bunalmış olacaklar ki yalağın içine komple girmişlerdi. O kadar rahatlamış ve huzur dolu gözüküyorlardı ki ‘Yeminimi bozdum Allah Allah!’ diyerek ben de ayaklarımı soktum pis yosun tutmuş yere. Buz gibi suyla kafamı da ıslattım. Baktı ki çok eğleniyoruz Kenan da dayanamayıp geldi. Hatta çantasından şampuan falan çıkarıp saçlarını yıkadı. Kim bilebilirdi ki gezinin başında Turgut Hoca’ya 'Hocam ağzınızı suluğuma değdirmeden için, ben huylanırım’ diyen Kevser’in gezinin sonuna doğru yosun tutmuş yalaklara gireceğini. Baya oğlan çocuğu gibi ortalıklarda geziniyordum. Bu halime çok gülüyorlar, benimle sürekli dalga geçiyorlardı. Bu serinlik, ben ‘Öldüm bittim, yandım, tükendim’ diyip saat 15:30’u gösterene kadar yetti. Baktılar devam edebilecek gibi değilim, matları çıkarıp yattık bir ağacın gölgesine yarım saat kadar. Üstüme sürekli su sürerek, buharlaşmadan faydalanıp vücudumu soğutmaya çalışıyordum.
16:45 de Kerişli Köyü’nün önünden geçerken ihtiyaç molası için camiye gitmek istediğimi söyledim. Daldık köyün içine. Yolar çok ıssız ve sessizdi. Caminin bahçesinde oturmuş beklerken namaz kılmaya gelen bir amca bizimle muhabbet etmeye başladı. Ne yaptığımızı anlattıktan sonra bizi evine davet etti.

(link)

Biz sadece soğuk suya razıyken yine de buzlu ayran içebilir miyiz diye düşünüyorduk. Erol amca anlatırken bir ara Erhan ve benim yorgunluktan içimiz geçmiş kafalarımız önümüze düşmüş. Durumu fark eden Kenan bizi dürtükleyerek hemen kendimize getirdi. Erol Metin çok aklı başında bir köylüydü öyle ki bahçeden tulumbayla çektikleri suyu bile hıfsızsıhhada inceletmiş içilebilir olup olmadığını anlamak için. Kendileriyle baya bir muhabbet ettik. Hayalimizdeki buzlu ayranı bırakın, Erol Amcanın eşi Şaziye Teyze çok güzel bir sofra kurdu. Camız sütünden yapılmış peynir ve ayranın tadına diyecek yoktu. Tadına bakmadan ağzıma attığım yeşil biber o kadar acıymış ki ağzımı açsam ejderha gibi alev çıkartacaktım. Tabaktaki domates dilimini alıp dudaklarıma sürmeye başladım. Bu halimi görüp gülen Şaziye Teyze içeriye yoğurt getirmeye gitti. Baktım olacak gibi değil her şeyi tek hamlede ağzına atan Erhan’ın bu sefer tadını çıkarmak için elindeki bazlamanın üstüne koyduğu son domates dilimini çalıp ağzıma attım. Erhan çok kızıp, beni iterek ters ters baktı. Mesut’un söylediğine göre ise Erhan da o domatesi Mesut’tan çalmış. Erhan’ın çaldığı şeyleri kendi malı ve hakkı gibi bu derece sahiplenmesi bizi çok güldürüyordu. Bir ara amca biz seni engellemeyelim. Namazını kaçırmasaydın diyince, ‘Namaz kaçmaz eğer ben ondan kaçmazsam’ diye okkalı bir laf etti. Muhabbet de ortam da çok güzeldi. Bir türlü oradan ayrılıp da yeniden yola çıkmak istemiyorduk. Hatta bir ara evin bahçesine çadırları kursak mı diye düşünenler olmuş benden başka. Yaptıkları her şey için Allah razı olsun diyerek zor da olsa oturduğumuz yerden 17:20’de kalktık. Yol uzundu ne de olsa.

Sabahtan beri hiç esmeyen rüzgar bize sağdan vurmaya başladı. Bir kaç kilometre gittikten sonra ön lastiğimin patladığını Kenan fark etti. Allah’tan yanımızda yedek lastiklerimiz vardı yama işiyle uğraşmıyorduk. Kenan dış lastiği çıkartmak için uğraşıp duruyordu. Baktı ki beceremedi Erhan’a uzatarak ‘Al ağabey, sen çıkart’ diye uzattı. Bizim ekipte kimse Erhan gibi dış lastiği parmaklarıyla çıkartamıyordu. Parmaklarıyla pense gibi kavrayıp iki hamle de çıkartıyordu. Teorik olarak olayı kavramıştım ama bu konuda pratiğim yoktu. Bu sırada yoldan nasıl olsa hiç araba geçmiyor diye kalıbını yolun ortasına seren Mesut’un rahatı arkamızdan gelen traktörle bozuldu. Çok çabuk işimiz halledip yola devam ettik. Yol çok fazla yokuşlu olmamasına rağmen arada sırada çıkan küçük rampalar bile bizi yoruyordu.

(link)

Bir türlü yol bitmek bilmiyordu. Ne zaman ana yola çıkacağımız merak ediyorduk. Grubun en iyilerinden Erhan bile tükenmişti. ‘Utanmasam birinci viteste gideceğim’ diye bizi güldüren Erhan’a, ‘Ben hep birde gidiyorum bak hiç utanıyor muyum. Sen de utanma’ diye cevap verdim. Ağrıyan kaslarımızı dinlendirmek için hepimiz inip yürüdük. Bakmayın Kenan’ın fotoğraf çekip burada gözükmediğine O da yürüyordu. O yürüyüş esnasında hepimiz kopmuştuk. Erhan ne dese hepimiz gülüyor, hatta gülmekten yürüyemiyorduk.
O ne dediğini bilmiyor, biz de neye güldüğümüzü bilmiyorduk. Sadece gülüyorduk o kadar. Bir ara ‘ Ne zaman bitecek bu buğday tarlaları? Bir daha ekmek yemeyeceğim’ diyip bizi gülmekten koparttığını hatırlıyorum.

(link)

Biz yolu 110km. civarı zannediyorduk. Bundan çok daha fazla olduğunu geç de olsa anladık. Erhan gezi sonunda o kadar uykusuzdum ki, Kerişli’den sonra 10km. yolumuz var deseniz bile birinizden destek alsam orda kalırdım dedi. Ben de aynı fikirdeydim. Zaten Kerişli’den sonra ‘Gelin bakın turu beş günde tamamlayıp kendimize işkence yapmadan güzelce bitirelim’ diyip duruyordum. Ama içimizde eve varmanın umuduyla pedal çevirmeye devam ediyorduk.

Köy yollarını bitirip Beynam yoluna çıktık. Sağa dönmemizle birlikte demin sağdan esen rüzgar bu sefer karşımızdan gelmeye başlamıştı. Rüzgar o kadar şiddetliydi ki derya bile yapsak yarım saatte 3km. yolu zor gidebildik. Bu hızda gidersek sabaha anca Gölbaşı’na varırdık. Tekrar inip yürümeye başladık. Sürekli arkamıza dönüp bakıyor, otostop çekebilecek uygun bir araç arıyorduk. Tam o sırada arkamızdan gelen bir jandarma aracına işaret ettik. İlerde durdu. Derdimizi anlatınca karakola kadar bizi götürebileceklerini söylediler. Mesafe yakındı ama rüzgarla baş edemediğimiz için kar kardır diyerek kabul ettik. O sırada karşı yönden gelen başka bir lüks araba yanımıza yanaşarak durdu. İçinden üç tane adam çıkarak bizi turist zannedip yardım etmeye geldiklerini söyledi. Turistlere gösterilen bu kadar yakın alaka ve ilgiden dolayı bir ara aklımdan İngilizce konuşup milleti kandırmak da geçmedi değil. Çünkü yolarda ancak bu şekilde yardıma geliyorlardı. Bisikletleri araca yüklerken yüzümüzdeki sevinci, gözlerimizdeki parlaklığı görmeliydiniz.

(link)

Kenan bisikletin birinin sığmayacağını düşünerek ‘Siz gidin, ben size yetişirim’ şeklinde inat etti. Tabi ki O’nu orda bırakamazdık. Zor da olsa sıkıştırmak, sıkışmak zorundaydık. Çavuşlu karakoluna geldiğimizde bizi getiren askerler komutanla konuşmaya gittiler. Eğer izin verirse bizi jandarma sınırına kadar bırakacaklardı. Komutan bizi görmek istemiş ve yanına çağırtmıştı. Arkadaşlar beni öğreterek ‘Sakın Kevser, sen bi’ şey söyleme. Burası ciddi yerlerdir. Biz hallederiz' diye iyice beni tembihlediler. İçeri gittiğimizde elimizi yüzümüzü yıkamaya lavaboya gittik. Bana gelme dediler ama nafile. Sanki jandarmada bayan tuvaleti vardı da ben kullanmıyordum. Tipimizi düzelttikten sonra bir odaya aldılar bizi. Bir bizi getiren çavuş bir de sivil oturan biri vardı odada. Bize çay söylediler. Yorgunluğumuza çok iyi geldi. Ben kendimi sıktıkça gülesim geliyor, bir türlü kendimi durduramıyordum. Erhan’ın yüzüme gülümseyerek bakmasına dayanamayıp koyuvermiştim kendimi. Gülmeler krize dönüp, şiddetlenerek zıplamaya başlamıştım. Halimi gören arkadaşlar, ‘Kevser sen bi’ dışarı çık istersen’ dediler ama bunu da gülerek söyledikleri için çare olmuyordu. O sivil gördüğümüz kişi meğerse komutanmış. Ben nerden biliyim. Taa gölbaşına geldiğimizde söylediler. Çavuş ‘Arkadaşınız gülmeyi çok seviyor herhalde’ derken komutan da gülüyordu. Çayımızı içerken aniden misket büyüklüğünde dolu bastırdı. Bisikletlerin üstündeki kilometre sayaçları aklımıza gelince dışarı çıkmak istedim. Çavuş erlere kapıyı açmalarını emrettiğinde, çok kötü dolu yağdığını, dışarıya çıkılmayacağını söylediler. O sırada ben kafamı göstererek ‘ Benim kaskım var, ben çıkarım’ dedim. Bana çok güldüler. Kapıyı açmalarıyla birlikte rüzgar öyle şiddetli içeri doldu ki nerdeyse yer değiştirdik. Açılan kapıyı iki er itekleyerek zor kapattı. Ben de gülerek ‘Neyse ben Mesut’u yollayım bari’ diye odaya döndüm. Üstümdeki montu ona verip yolladım dışarı. O sırada komutan ikinci çayları söyleyelim gençler içer misiniz diyince ‘Ben alırım’ diye atladım. Komutanla muhabbete devam ediyorduk. Bizi ancak diğer jandarmanın sınırına kadar bırakabileceklerini söylüyorlardı. Ben o kadar rahat tavır sergiliyordum ki komutanla konuştuğumu bilmeden ‘Aman nerde tırak orda bırak yahu’ dedim. Bunun üstüne bizim çocuklar bir kez daha koptu. Şimdi aklıma gelmeyen bir çok şey söyledim. Gülmekten öldük. Dolu durup hava yumuşayınca bize bir jandarma minibüsü ayarladılar. İki bisikletin ön tekerini sökerek araca sığdırmayı başardık. Yol kısa demişlerdi ama sanki git git bitmiyordu. Bizimle birlikte yine aynı çavuş, ve arabayı kullanan bir er vardı. Sürekli konuşuyor, espri yapıyor, kendimi durduramıyordum. Erhan o ara ‘Deli bu deli diyoruz inanmıyorlar fizikçi diyince ha tamam o zaman diyorlar ağabey’ diye çavuşu da bizi de güldürdü. Er ise ya esprilerimizi beğenmiyordu yada çavuşun yanında gülemiyordu. Hakikaten bazen kontrolü kaybediyordum.O kadar çok güldük ettik ki sonunda çavuş dayanamayıp ‘Sen niye stand-upçı olmuyorsun’ dedi bana. Allah jandarmamıza, polisimize zeval vermesin diyerek indik minibüsten aşağı Konya yolu üzerinde. Dolu da yağmur da dinmiş ancak yerler sırılsıklamdı.

Bildiğimiz yola çıkmış eve daha da çok yaklaştığımızı hissetmeye başlamıştık. Kafa fenerlerini Turgut Hoca’da unutmanın acısını yaşıyorduk. Karşı taraftan gelen arabaların farları gözümüzü alıyor, ancak arkamızdan bir araç geldiğinde önümüzü görebiliyorduk. Benim stop lambasını en arkada kalan kişinin bisikletine bağlayıp yaktık. Ben dizimin şiştiğini artık daha fazla devam edemeyeceğimi söylüyordum. Bu yüzden ilk benzinlikte durduk. Kamyonet falan bulabilirsek beraber dönecektik. Hiç sesim soluğum çıkmıyordu. Bunu fark eden Kenan ne olduğunu sorduğunda ‘Yorgunum, üşüyorum, uykum geldi ve dizim şişti’ dedim yüksek bir ses tonuyla hızlıca. Erhan ‘Kevser’i susturmanın yolu bak dört maddeden geçiyormuş biz hiç bunları bir arada denemedik’ diye asık suratımı biraz da olsa toparladı. Sonradan dört maddeyi bir araya getirmeye çalışsa da tekrar ederek hatırlayamadı. Bu yazıyı okuduktan sonra aklının bir köşesine not alacağına eminim. Kenan ise beni üzgün görmeye dayanamadığını, esas böyle durumlarda onları güldürüp, destek olmam gerektiğini söyleyerek grup bilincinden, beraberlikten bahsediyordu. Ben orda acı çekerken ne kadar istesem de gülmek gelmiyordu içimden. Her hangi bir araç ayarlayamayınca yüklendik pedallara. Kimsenin mecali kalmadığından kendi başımın çaresine bakmak zorundaydım. Artık bana ne Kenan ne de Erhan yardımcı olabilirdi. Bu yüzden dördüncü günün parolası benim için ‘Allah’ım güç ver bana, sığındım sana’ olmuştu. Yolu görmüyorum diyerek en önde giden Kenan’ı izlemeye çalışıyordum. Bir ara banket boşluğuna kayarak dengemi kaybettim. Yağmurdan ıslanan ayakkabı tabanları kaymasın diye karpiyere takmıştım. Zamanında çıkaramadan X şeklinde yapıştım yere. Hemen arkamdan gelen Mesut yerden kalkamayan halimi görünce ‘Kevser ya ağlıyor ya da şimdi bize bağıracak’ diye tedirginlikle yanaşmış yanıma. İki kişi zor tutup kaldırdı. Vücudumun çoğu yeri uyuştuğu için neremin acıdığını tam hissedemiyordum, sadece avuç içlerimin biraz soyulduğunu görebildim. Murat’tan sonra ben de ikilemiştim. ‘ Nasılsın’ diye sorduklarında ‘Bi'şeyim yok devam edelim. Acı yok, acı yok’ dedim. Sızı bütün vücudumda kol geziyordu tam olarak nerden hasar aldığımı anlayamıyordum. Zor da olsa o gece 22:30’da Emek’e vardık. Hepimiz Erhan’ların evine gittik. Dışardan yiyecek bir şeyler aldıktan sonra, çayımızı içip dağılalım dedik. Mesut Beştepe’de oturuyordu ve evi Erhan’lara çok yakındı. Bu yüzden bisikletle eve gidip hemen yatmayı tercih etti. Ben ise bisikletle 6km. daha gitmeyi göze alamıyordum. Bisikleti orda bırakıp, taksiyle eve döndüm. Kenan’ın gözüyse eve gitmeyi hiç yemiyordu. O gece orda kaldı. Taksiyle gelirken iki kere uyuyakalmışım. Araba çukura düşmese uyanamıyordum. Saat gece bire yaklaştığında evimdeydim. Bu anlatması çok zor, müthiş bir duyguydu. Hemen banyo yapıp, yattım. Öğlene kadar hiçbir ses duymadım. Ölü gibi uyumuşum…

Tur kalemi : Kewser
 

trinitrotoluen

Forum Demirbaşı
Kayıt
1 Ağustos 2006
Mesaj
555
Tepki
259
Şehir
Ankara Beştepe
ANKARA ÇEVRESİ TURU

8 Haziran 2006/ Perşembe

5. Gün (Tur bittikten sonraki ilk gün)

(link)

Ankara çevresi büyük turumuz bitip herkes öğlene kadar dinlendikten sonra saat 16:00’da hepimiz Güdak’ta toplandık. Güdak’a teslim etmemiz gereken malzemeleri bıraktık. Günün anlam ve önemini belirten konuşmayı yaparken, yanında mercimek köftesi iyi gider diye üşenmeden yaptım. Mercimek köftenin yanına tur boyunca sürekli ‘Ah şimdi bi’ buzlu cacık olacaktı ki nasıl giderdi’ diye serzenişlerim aklıma gelip cacık yapıp götürmeyi düşündüm. Ama onun için kase ve kaşık taşımaya üşendim. O yüzden marketten kocaman soğuk ayranlardan aldım. Termosta da buz götürdüm. Güdak’a en son ben geldim. Yemeğin kokusunu alanlar hemen oturmam için en yumuşak ve güzel yeri bana ayarladılar. Herkes elimdeki poşette ne olduğunu merak ediyordu. İçi gözükmediği için iyice heyecan yapıp, konuşmadan sonra açacağımı söyledim.

(link)

Kenan ve Erhan’a bana tüm zorlu yokuşlarda yardımcı oldukları için, Murat’a onu düşürdüğümde büyük sabır gösterip bana tek bir kötü söz söylemediği için, Mesut’a tur boyunca bana masaj yaptığı için ve Turgut Hoca’ya bizlere anne şefkatiyle yaklaşarak bizi çok şaşırttığı için teşekkür ederek poşetten köfteleri çıkardım. Mercimek köfteyi görünce hiç bi’ şey söylememişim gibi hemen ortaya üşüştüler. Yahu bu erkeler amma da ruhsuz oluyorlar. günün anlam ve önemi mideye indirgenerek tur bitimi kutlanmış oldu.

(link)

Tur kalemi : Kewser
Yayımlayan : Mesut
Şimdilik


...Güzergah için tıklayın...

 

Serkan Taşdelen

Forum Bağımlısı
Kayıt
27 Şubat 2006
Mesaj
2.660
Tepki
4.807
Şehir
Türkiye
Çok güzel bir gezi olmuş. Tuğrul şefimin dediği gibi bugünde okunacak yazı bulduk. Yazınızda geziniz kadar güzel olmuş. Ellerinize ve ayaklarınıza sağlık. Birde ben çıkabilsem konaklamalı turlara. Ahhh ahhh. Neyse inş. çıkarım.

Sevgiler...
 
  • Beğen
Tepkiler: trinitrotoluen

trinitrotoluen

Forum Demirbaşı
Kayıt
1 Ağustos 2006
Mesaj
555
Tepki
259
Şehir
Ankara Beştepe
Ewt tur gerçekten çok eğlenceli ve zevkliydi :) ama bu turda kewser olmasaydı bu kadar eğlenceli olacağını sanmıyorum... :)
izmir - antalya turunada getirmeye çalışıyoruz :p
Herkesin kewser gibi bi arkadaşı olması lazım :D
 
  • Beğen
Tepkiler: KevSerSeri

İLKER TAŞ

SPECİALİZED. S-WORKS M5 HARDTRAİLL ALL......
Kayıt
10 Aralık 2005
Mesaj
1.873
Tepki
794
Yaş
44
Şehir
istanbul
İsim
İLKER
Bisiklet
Scott
@trinitrotoluen
cok güzel bir gezi yapmışınız ben ne zaman katılacam böyle turlara yavvvvvvvvv calış calış calış
kıskanıyorum sizleri
 

Ender Alıcıoğlu

Forum Bağımlısı
Kayıt
5 Haziran 2006
Mesaj
2.405
Tepki
3.923
Şehir
Antalya
Geziniz Muhteşem olmuş seneler önce Liseyi bitirip, 3 arkadaşımla çıktığım Antalya dan , kıyıdan egeyi bitirip İstanbul' a gittiğimiz geziyi hatırladım. Sene 1975 yaz gibiydi. Hakikaten geziler çok neşeli oluyor.
Sizin bu gezinizi okurken kendi gezim geldi aklıma. Gezilerde dostluk , kardeşlik, arkadaşlık çok önemli. Herşeyinizi arkadaşınızla paylaşıyorsunuz.

Çok zevkli bir gezi yapmışsınız. Kevser kardeşimde gezinizin maskotu ve neşe kaynağı imiş . tabi aynı zaman da yazarınız olmuş.

Böyle neşeli bir ekibi Antalya da görmekten büyük zevk alacağız.
Tüm ekibinize mutlu, neşeli, bol pedallı günler diliyorum.
Hoşçakalın.
 

KevSerSeri

Forum Bağımlısı
Kayıt
2 Ağustos 2006
Mesaj
1.351
Tepki
3.345
Şehir
Ankara
Ender Ağabey sağolasın. Ya bizim ekibin erkekleri var ya ha işte onlar bana bi' kamyon dolusu laf ediyorlar. Çadırda uyuyacağımız zaman hepsi çil yavrusu gibi dağılıyor ben Kevser ile aynı çadırda kalmam, uyutmuyor adamı diye. Hem de bensiz bi' yere gidemiyorlar. Sağolsunlar seviyorlar nazımı çekiyorlar da bunu pek dile getirmiyorlar. Gerçi Mesut arkadaşıma teşekkür edip eyvallah diyorum güzel sözleri için. Hani normalde de şımarık bi karakter olduğum için belki iyice şımartmak istemiyorlardır. Ne dersin hı?
 
  • Beğen
Tepkiler: Ender Alıcıoğlu

trinitrotoluen

Forum Demirbaşı
Kayıt
1 Ağustos 2006
Mesaj
555
Tepki
259
Şehir
Ankara Beştepe
Evet kevser kesinlikle maskot ama onunda dediği gibi onsuz yapamıyoruz o olmadan asla
 

KevSerSeri

Forum Bağımlısı
Kayıt
2 Ağustos 2006
Mesaj
1.351
Tepki
3.345
Şehir
Ankara
Vay be neydik ne olduk diyor insan yillar oncesine donup bakinca. :)))