Fotolar (harita da dahil olmak üzere):
Küçük boyutta hepsi tek sayfada:
(link)
Orta boyutta 4 sayfada:
(link)
Katılımcılar:
1) Cahit Turhan (Kron)
2) Gökhan Atila (Bianchi Meta-Pro)
Rota:
1.gün) Lüleburgaz – Seyitler – Muratlı – Tekirdağ – Kumbağ – Uçmakdere
2.gün) Uçmakdere – Hoşköy – Mürefte – Şarköy – Yeniköy – Kavak (Saroz) – Keşan
2,5. gün) (Cahit yalnız olaraktan) Keşan – Malkara - Hayrabolu – Lüleburgaz
Teknik veriler:
http://farm4.static.flickr.com/3045/2570053024_832acbfd2f.jpg
17 mayıs Cumartesi sabahı 09:00’da Lüleburgaz’da buluştuk, tanıştık. Evet, aynı zamanda bir tanışma gezisi oldu. Sonra bisikletlerimizi tanıştırdık. Fark ettim, benimki kıskançlık krizine girdi. Göz ucuyla Kron’u süzdü durdu. Zaten geç kaldık diyerek tanışmanın kalanını bisiklet üstünde yapmaya karar verdik ve bastık pedallara. Eh, benim gibi bir acemi bulursa guruyu, 2 gün boyunca durmadan sorar artık. Çok şükür ki bu bisiklet sevdalıları anlatmayı seviyorlar.
Biraz asfaltta gittikten sonra Yenibedir’den sağa kırdık ve ilk defa keşfedeceğimiz bir köy yoluna girdik. Artık rahatlıkla yan yana gidebildiğimiz için için yol boyu sohbeti koyulttuk. Vay be, insan başka biri ile iki gün boyunca saatlerce konuşabiliyormuş. Hem de futboldan bahsetmeden, siyasete soyunup memleketi kurtarmadan...
(Cahit abi, bir sonraki gezi için söz veremiyorum, en azından bir kez “N’olcak bu memleketin hali”, iki kez de “bu AB bizi hayatta almaz abi” derim).
Yol boyu gelincikler ve -adını unuttuğumuz- sarı çiçekler bize eşlik ettiler.
http://farm4.static.flickr.com/3288/2514473366_a0b27be7e9.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2362/2513650249_801e639ab4.jpg
Cahit abinin bu sarı çiçeklere karşı özel ilgisi varmış. Hatta turun sonlarına doğru koca bir öbek görünce dayanamadı, onlara sarılıp poz verdi. Tabi dervişliğimizi de yaptık ve büyük ozanımız Yunus Emre’yi yad ederek sarı çiçeklere anne-babalarını sorduk.
http://farm4.static.flickr.com/3077/2513685091_f33fcbd08c.jpg
Bölgenin bu bölümü bir doğa harikası değil ama yine de bolca çiçek, birkaç leylek, bir adet su kaplumbağası ve katran gibi simsiyah bir ırmak (Ergene) fotoğraflamayı başardık.
http://farm4.static.flickr.com/3168/2513647665_d1a1cd0be1.jpg
Ve ilk durak Muratlı’ya vardık (merakımızı uyandıran Arzulu köyüne girmedik, sanırım oraya özel ayrı bir tur düzenleriz).
Bu arada dedim ya henüz acemiyim, bende başta bir endişe var: “Acaba nereye kadar gidebileceğim?”. Hele ki ilk defa olarak bisiklete bagaj takıp heybe, çadır felan atmışım. Bunlar beni süründürür diye düşünürken Muratlı’ya bu kadar kolay girince gaza geldim
Tabi maksat gezinti olduğu için pek zorlamıyoruz. Gayet lay lay lom. Bölgenin bu kesimi de resmen dümdüz., rüzgar da yok. Hep böyle olsa, hayat bayram olsa (olmuyor tabi, ileride geleceğiz). Ve yola koyulurken ortada net bir hedef yok. Zaten son güne kadar ben kararsız kalmışım, başka düşünenler ve iptal edenler olmuş, son gün hadi bakalım hele düşelim yola demişiz. İyi de oluyor yahu böyle plansız programsız. Ne kaç gün yapacağımız belli, ne de nereye gideceğimiz. Kafamıza göre takılacağız.
Muratlı’da ikişer muzu depoya indirdikten sonra beklemeden devam ettik. Zaten tarihi-turistik bir yeri yokmuş. İlk hedef Tekirdağ. Bu yolda hafif iniş-çıkışlar var. Yine de Tekirdağ’a girişimiz de kolay oldu.
http://farm4.static.flickr.com/3252/2514494962_3ce512a2f7.jpg
Vay be, ben doğuştan bisikletçiymişim
(görürsüüün, du bakalım hele). Tekirdağ’da gruptan İslam arkadaşımız ile tanışasımız vardı ama yakında askere gideceği ve o gün müsait olmadığı için görüşemedik. Vasıtası ile Mehmet Öznal ile tanışmış olduk, kendisinin yaptığı güzel aktiviteleri dinledik, heveslendik (sahi niye fotoğraf çektirmedik! Ben bu makineye alışamadım gitti). Mehmet abi ile Cahit abi “ah bu gençler, bir kere geliyorlar, sonra ara ki bulasın” diye dertleşirken ben içimden “ben öyle değilim, valla değilim” diye yırtınıyorum. Eh, zaten ben artık genç de değilim. 
Eveet, sahil boyu gezimizi de yaptık, şehir ahalisine havamızı attık, iyicene acıktık. Gerçi insan hareket halinde iken acıktığını fazla hissetmiyor ama iyi ki ikimizden biri usta. Bana kalsa pilim bitince yiyeceğim ama Cahit abi ne zaman yeneceğini biliyor. Ben önce “çorba istemem” dedim ama iyi ki fikrimi değiştirmişim. Çorba ve nefis köfte o kadar iyi geldi ki! Artık nereye kadar daha pedallarım belli değil. Gerçi ben bir gün öncesinde düşünürken ilk gün en fazla Tekirdağ’a varırım, orada kampı kurarız diye düşünüyordum ama yol kolay olduğu için bir gaza gelmişim ki sormayın., tutana aşk olsun. Gerçi yol kolay ama güneş fena. Malumunuz sıcaklar aniden kavurmaya başladı. Hava 30-32 derece. Güneş kremini geç sürmenin acısını da çektim. Halen siyah-beyaz desenli dolanıyorum (bir dahakine şekilli çıkartmalar yapıştırcam vücuda, şahane dövme gibi olcak valla).
Artık daha güzel parkurlar başlıyor. Sahil boyu, mis gibi manzaralar. Barbaros ve Kumbağ’dan geçtik. Bunlardan birinde ilk önce düğün sandığım ama sonra asker uğurlaması olduğunu anladığım olaya şahit olduk. Hatta birazcık içine karıştık.
http://farm4.static.flickr.com/3044/2513671633_3814984a88.jpg
Sonra yolda süper bir şey gördük yahu! Bisiklet hastanesi – Doktor Erol
Fotolarda göreceksiniz, hasta kabul bölümü vaar, bekleme odası vaar. Maalesef kapalı idi, bu zengin dünyalı insan ile tanışma fırsatı bulamadık.
http://farm4.static.flickr.com/3086/2514496178_17283bffb3.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2344/2514496462_479f0363e2.jpg
Marmara Adası’nı solumuza aldık, uzun bir süre hiç bırakmadık.
http://farm3.static.flickr.com/2364/2514496726_51b751f52f.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2386/2514496978_e95cd64ffe.jpg
Biraz yorulmaya başlamıştık (ya da başlamıştım) ama manzara dinlendiriyordu insanı. Yollar da hafiften engebelenmeye başlamıştı.
http://farm3.static.flickr.com/2405/2514498560_583c9d5570.jpg
Eh, artık ilk gün hedefi büyük ölçüde netleşmişti: Uçmakdere. Yolda bir yurdum insanına sorduk: “Uçmakdere kaç km dayı?” “7 km ey oğul”. Cahit abi yılların deneyim ile teşhisi koydu: Genelde başındaki 1 rakamını unuturlar
Nitekim haklı çıktı yahu, gidiyoruz gidiyoruz bitmiyor. Ve rampalar iyice sertleştiği için ben artık bazı yerlerde bisikletin üstünde değil yanında gitmeyi tercih etmeye başladım. Uzun süre sonra bir tabela gördük: Uçmakdere 7 km
Ben gaza gelmişim ya, “belki Uçmakdere’yi de geçeriz, yolun sonrası düz zaten, Şarköy’e doğru gidebildiğimiz kadar gideriz” diye düşünüyordum ama buralar hiç de Lüleburgaz-Tekirdağ arası gibi değil. Buranın 10 km’si diğer tarafın 50 km’sine bedel. Velhasıl hava kararmaya başladı, bisikletleri gece moduna geçirdik, fenerleri yaktık.
http://farm3.static.flickr.com/2261/2513674097_8dbc3bc07c.jpg
http://farm4.static.flickr.com/3236/2513674983_6aa0fdff59.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2321/2514499076_556597f5f3.jpg
Ve nihayet Uçmakdere’ye vardık. Anıt ağacın hatırı kalmasın deyip şöyle bir dokunduk. Ekmek bulamadığımız için marketten bisküvi alıp köy kahvesinin bahçesine kurulduk. Bir tarafta tuzlu bisküvi, bir tarafta tatlısı, zengin bir akşam yemeği yedik.
Artık kamp zamanı. Köyün altında sahilde bir kamp alanı var ama hoşumuza gitmedi. Etrafı çevrilmiş alanda kendimizi hiç de kamp yapmış gibi hissetmeyecektik. Hele bir sahil boyu yollanalım bakalım, elbet güzel bir yer buluruz. Çok gitmeden de bulduk zaten. Hemen denize sıfır, müstakil bir alan. Önce biraz dolunay ve yakamoz seyri. Dalgalar şıp şıp vuruyorlar (tamam dalga şıp diye vurmaz, şıpıdık desem o da terlik, bilemedim işte). Sonra biraz iri bir tanesi şaaap diye vurmaz mı? Biz birbirimize bakakaldık. Denizle aramız daş çatlasın 7-8 metre. Gece bu dalgalar azar mı acep? Tepemize tepemize çıkar mı acep? Ama yok yahu, hava çok güzel, çok sakin. Acaba çadıra gerek var mı yok mu derken baktık ileride iki köpek. Çadıra gerek var abi, yüzümün yalanması ile uyanmak istemem.
Velhasıl çadırları kurup attık kendimizi içine.
http://farm3.static.flickr.com/2405/2514499294_23c1e37ec2.jpg
Sağa döndüm olmadı, sola döndüm olmadı, uyuyamadım. Uzun zamandır çadır yapmadığım için olsa gerek, gece boyu dalgaların şıpırtısını dinledim.
http://farm3.static.flickr.com/2165/2513675657_55885626ca.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2202/2513676493_cb61088f12.jpg
http://farm4.static.flickr.com/3074/2514501898_6b90bc3c2f.jpg
http://farm4.static.flickr.com/3024/2513678263_8feefec382.jpg
Sabah kalktık düştük yine yollara. Asıl keyif burasıymış be. “Hep böyle olsa, hayat bayram olsa” burasıymış. Yol düz. Denize sıfır gidiyorsun. Solda Marmara adası halen bizi bırakmıyor.
http://farm4.static.flickr.com/3156/2513677671_c8553c831f.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2013/2513678555_a93ca791cf.jpg
Ve arka arkaya güzel beldeler. Gaziköy, Hoşköy, Mürefte, A.Kalamış, Eriklice ve Şarköy.
http://farm3.static.flickr.com/2323/2513679255_181978b9e2.jpg
Hoşköy’de kahvaltı ararkene bir amca yanaştı. Biz deli muamelesi görmeyi beklerken amcamızın da bisiklet meraklısı olduğunu öğrenince önce derin bir şaşkınlık, hemen akabinde coşkun bir sevinç yaşadık (neyse, yazarlığa heveslenip fazla dramatize etmeyeyim). Sahildeki bir çay bahçesinde birlikte sohbet ettik, kahvaltı yaptık.
http://farm4.static.flickr.com/3259/2513678855_d7c454d598.jpg
Amcamın yüzündeki nuru, gözlerindeki ışıltıyı, dudaklarındaki sanki hiç bitmiyormuş izlenimi veren gülümsemeyi görünce (yine kopuyorum bak), “işte be” dedim, insan böyle bir yerde yaşamalı. Sana bir kereliğine kısa bir ömür verilsin, sen git Çerkezköy’de organizenin içinde heba et ömrü. İşte benim hayatımın dönüm noktası o andır. Işığı gördüğüm, beynimde şimşeklerin çaktığı an o andır. Kesin kararımı verdim, ilk fırsatta piyango bileti alacağım.
Telefonlarımızı aldık-verdik, yola devam edip Şarköy’e ulaştık. Orada da bir sahil molası verdik, yine ikişer muzu mideye indirdik (sevdim ben bu Cahit abiyi, ne güzel şeyler yiyoruz yahu). İkinci hedef belirlendi: Saroz. Aslında Cahit abi geziyi “Üç günde üç deniz” olarak planlamış. Kıyıköy’den (karadeniz) başlayıp, Marmara ve sonra Ege. Ama iptaller olunca, sona da benim gibi bir acemi kalınca işler değişti. Olsun, şimdi de iki deniz yaparız. Nihayetinde ben Saroz’a kadar gidebileceğimi gördüm. Zaten artık yollar düz, dedim ama değilmiş. Şarköy’de bir bilene sorduk. Sayın bir bilen, acep şu köy yollarına mı girsek, asfalttan mı gitsek. Bir bilen beni bir süzdü önce, sonra dedi ki: “O köy yolları hem karışıktır kaybolursunuz, hem çok sert rampalar vardır yamulursunuz”. Ben içimden “noolur asfalttan gidelim” diye yalvarıyorum. Ben olmasam Cahit abi kesin köy yollarına girmişti ama içimdeki sesi gözlerimden okudu sanırım. Bir bilen bizi asfaltta da önce uzun bir rampanın beklediğini söylemişti. Gerçi bu güne yeni başladık ama ben dünün yorgunluğunu tam olarak atamamışım, rampa zorluyor. Bisiklet de ufaktan teklemeye başladı.
Dediğim gibi ikinci hedef Saroz ama sonrası belirsiz. Ben ya Keşan’dan, ya da Gelibolu’dan otobüse binmeyi düşünüyorum. Cahit abi ise Lüleburgaz’a kadar bisikletle devam etmeye kararlı. Rampa uzadıkça benim kafa bulanıyor. Güneş de bugün daha beter. Karayolları müdürlüğünde ne kadar gıcık adamlar varmış yahu. “Bakın şurda bir tepe var, yolu ordan da geçirelim. Aha bir tepe daha, hadi bakalım, millet arabası ile hep zirvelerden gitsin, manzara seyretsin” diye diye yol yapmışlar. İtiraf ediyorum, kafamdan şunlar bile geçti: “Şimdi lojmanın bahçesinde olacaktım, portakal suyu yudumlayıp gazetemi okuyacaktım, ne işim var la burda benim”
Ama yok, bunlar sadece bazı sert ve uzun rampalarda ööle bi gelip geçiyordu. Yoksa gezi genel olarak gayet keyifli idi. Nihayet rampanın en tepesine vardık. Tamam dedik, boşa alıyoruz
Koyver gitsin abi. Koyverdik, biraz gitti, sonra hoop bir rampa daha. Onu da çıkıp sonra tekrar koyverdik ki hiç pedal çevirmeden Saroz’a vardık. Fren yapmasak denize de gireceğiz.
http://farm4.static.flickr.com/3240/2513682549_a3bcc950a0.jpg
Üstat yemek zamanı olduğunu söyledi. Ben yine acıktığımı hissetmiyorum ama ekmeğin arasına ton balığı ile taze domatesi koyunca öyle bir yumuldum ki, kendimden utandım bir an. Bir taraftan da düşünüyoruz. Şimdi ne yapacağız? Ben Gelibolu’yu gözüme kestirmişim. Cahit abi ise Keşan’da arkadaş ziyareti yapıp (Kamil abi) Lüleburgaz’a kadar bisiklet sürmeye kararlı.
Bu arada hemen yeni bir arkadaş edindik. Yahu bisikletçi olunca insanın çevresi kolay genişleyecek anlaşılan. Abimiz de zamanında yamaç paraşütü yapmış. Tatlı tatlı anlattı sağolsun. Üstüne bir de gaz verdi: “Ayrılmayın bakayım, sonuna kadar beraber gidin”. İyi de abi ben Lüleburgaz’a nasıl giderim yahu. E, hadi en azından Keşan’a kadar da birlikte dedik.
http://farm4.static.flickr.com/3089/2514505800_55c61fc310.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2005/2513683681_0720cf5d3e.jpg
Bir süre Saroz boyu düz pedal bastıktan sonra aniden karşıma çıkan bir tabela ile irkildim: 5300 mt rampa! Ooo haaaa!! İlk bölümü canımı çıkarsa da sonrası daha kolay çıktı.
http://farm4.static.flickr.com/3018/2513684475_c42b7186eb.jpg
Rampanın ortasında bir tesiste kısa bir molanın ardından tekrar pedal bastık. Dinlenmek iyi gelmiş ki sonrası çok zorlanmadan bitiverdi.
http://farm3.static.flickr.com/2297/2514509314_d8fb43a541.jpg
Ee, ne demişler, her çıkışın bir inişi, her gecenin bir gündüzü, her kışın bir baharı, her genç kızın bir rüyası ve her topalın bir kör alıcısı vardır. Yine boşa aldık vitesleri, koyverdik bayır aşağı. Maks 66,3 km hız yapmışız (forumda bazen düz yolda buna benzer hızlara ulaşanları okuyorum da, yok be abi, ben frensiz koyuvermişim bisikleti 66 km yapmışım, sen nasıl düz yolda... helal olsun, ne diyim). Buralarda çok güzel çam ormanları var, Keşan ahalisi pikniğe gelmiş. Kamil abimiz de buradaymış. Vesilesi ile onunla da tanışmış oldum. Devam ederek Keşan’a girdik, otogarda hüzünle yolları ayırdık.
http://farm3.static.flickr.com/2043/2514509672_178f3aac0e.jpg
Cahit abi pedalla Lüleburgaz’a kadar gitmiş. Ben ise sabah 03:00 otobüsünü bekledim. Bu arada Keşan’ı gezdim. Güzel bir esnaf lokantasında (Göktaş) ziyafet çektim. Yine güzel bir dondurmacıyı ziyaret ettim. Bu arada bir hamam bulup piri pak oldum. Neme lazım otobüste yanıma biri düşerse bayılmasın adamcağız.
Gelelim bu gezinin kazanımlarına ve ana fikrine.
Kazanımlar: Güzel bir dostluk, harika hatıralar, pedalda yapabileceklerimin ve henüz yapamayacaklarımın keşfi, bisiklet üzerine bi dolu bilgi, cesaret, beynimde çakan ışıklar (piyangoyu unutma), siyah-beyaz bir ten.
Ana fikir:
Yıldırmasın sizi zorluklar
Her çıkışın bir inişi var
Sen hele bir yola koyul
Hele yar, yar yar

Şimdi gezinin Keşan’dan sonraki bölümünde utanarak bi başına bıraktığım Cahit abi’ye mikrofonu uzatıyoruz:
Sevgili Gökhan’ın harika anlatımından sonra bir şeyler yazmak oldukça güç. Keşan-Malkara arası vızır vızır bir trafik ve önceleri alaca sonraları tam karanlıkta yola devam ediyorum. Bu kısımda asfaltı kazımış (patlayan lastiği ya da çıkan tekerleği ile) bir otobüs dışında fazlaca olağanüstü bir durumla karşılaşmıyorum. (neyse ki otobüs devrilmemiş….Bisiklet en güvenli ulaşım araçlarından biri mi yoksa ?!!)
Keşan’a gelince, Rahman’ın Tekirdağ’da olduğunu hatırlayıp onu arıyorum. Henüz eve gelmiş ancak yaptığı yaklaşık 200 km yetmemiş olmalı ki; ben seni karşılıyım teklifi yapıyor. Canıma minnet, gece gece ıssız (Malkara’dan sonrası) yollarda yalnız gitmeyeceğime seviniyorum. Kozyörük köyünde eski maraton sporcusu (şimdi bakkal) Mehmet ile tanışıyorum. Fırıncının bize katılması ile koyu bir sohbet ortamı sarıyor. Saat 23:40 dolayında fırından mis gibi ekmek kokuları yükselirken fırıncı, sıcak ekmek ve kaşar teklifi yapıyor. Yutkunarak geri çeviriyorum, gerekçem kendimce gayet haklı; onları yersem pedal basmam artık olası olmaz, yatar uyurum… Olsun kalırsın burada diyor güzel insanlar. Vedalaşıp ayrılıyorum, biraz daha oyalansam Rahman buralara kadar gelecek ya da bir yerlerde beni çok uzun süre bekleyecek. Yükleniyorum pedallara, bülbül ve kurbağa ötüşleri eşliğinde sonunda Hayrabolu’dayım. Rahman’la buluşup, duraksamadan basıyoruz pedallara. Lüleburgaz’a 15 km kala bir opet benzinliğe dalıyoruz, sabahın 03.45 inde gelsin dondurmalar, nescafeler, soğuk sandviçler. Benzinlik market personelinin gözleri yerlerinden uğruyor. Rahman’ı sabah aynı yönde kalabalık bir grupla aynı yöne pedal basıyorken gördüklerinden, ne zaman nereye nasıl gidip geldiğini, 300 km dolayında yol yaptığını anlamakta güçlük çekiyorlar. Sabahın alaca karanlığında Lüleburgaz’a aramızdaki şu tartışmayla giriyoruz: en geç döndüğümüz bir tur mu bu? Yoksa en erken mi? Karar vermek gerçekten güç, buna da siz karar verin dilerseniz…
Küçük boyutta hepsi tek sayfada:
(link)
Orta boyutta 4 sayfada:
(link)
Katılımcılar:
1) Cahit Turhan (Kron)
2) Gökhan Atila (Bianchi Meta-Pro)
Rota:
1.gün) Lüleburgaz – Seyitler – Muratlı – Tekirdağ – Kumbağ – Uçmakdere
2.gün) Uçmakdere – Hoşköy – Mürefte – Şarköy – Yeniköy – Kavak (Saroz) – Keşan
2,5. gün) (Cahit yalnız olaraktan) Keşan – Malkara - Hayrabolu – Lüleburgaz
Teknik veriler:
http://farm4.static.flickr.com/3045/2570053024_832acbfd2f.jpg
17 mayıs Cumartesi sabahı 09:00’da Lüleburgaz’da buluştuk, tanıştık. Evet, aynı zamanda bir tanışma gezisi oldu. Sonra bisikletlerimizi tanıştırdık. Fark ettim, benimki kıskançlık krizine girdi. Göz ucuyla Kron’u süzdü durdu. Zaten geç kaldık diyerek tanışmanın kalanını bisiklet üstünde yapmaya karar verdik ve bastık pedallara. Eh, benim gibi bir acemi bulursa guruyu, 2 gün boyunca durmadan sorar artık. Çok şükür ki bu bisiklet sevdalıları anlatmayı seviyorlar.
Biraz asfaltta gittikten sonra Yenibedir’den sağa kırdık ve ilk defa keşfedeceğimiz bir köy yoluna girdik. Artık rahatlıkla yan yana gidebildiğimiz için için yol boyu sohbeti koyulttuk. Vay be, insan başka biri ile iki gün boyunca saatlerce konuşabiliyormuş. Hem de futboldan bahsetmeden, siyasete soyunup memleketi kurtarmadan...
Yol boyu gelincikler ve -adını unuttuğumuz- sarı çiçekler bize eşlik ettiler.
http://farm4.static.flickr.com/3288/2514473366_a0b27be7e9.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2362/2513650249_801e639ab4.jpg
Cahit abinin bu sarı çiçeklere karşı özel ilgisi varmış. Hatta turun sonlarına doğru koca bir öbek görünce dayanamadı, onlara sarılıp poz verdi. Tabi dervişliğimizi de yaptık ve büyük ozanımız Yunus Emre’yi yad ederek sarı çiçeklere anne-babalarını sorduk.
http://farm4.static.flickr.com/3077/2513685091_f33fcbd08c.jpg
Bölgenin bu bölümü bir doğa harikası değil ama yine de bolca çiçek, birkaç leylek, bir adet su kaplumbağası ve katran gibi simsiyah bir ırmak (Ergene) fotoğraflamayı başardık.
http://farm4.static.flickr.com/3168/2513647665_d1a1cd0be1.jpg
Ve ilk durak Muratlı’ya vardık (merakımızı uyandıran Arzulu köyüne girmedik, sanırım oraya özel ayrı bir tur düzenleriz).
Bu arada dedim ya henüz acemiyim, bende başta bir endişe var: “Acaba nereye kadar gidebileceğim?”. Hele ki ilk defa olarak bisiklete bagaj takıp heybe, çadır felan atmışım. Bunlar beni süründürür diye düşünürken Muratlı’ya bu kadar kolay girince gaza geldim
Muratlı’da ikişer muzu depoya indirdikten sonra beklemeden devam ettik. Zaten tarihi-turistik bir yeri yokmuş. İlk hedef Tekirdağ. Bu yolda hafif iniş-çıkışlar var. Yine de Tekirdağ’a girişimiz de kolay oldu.
http://farm4.static.flickr.com/3252/2514494962_3ce512a2f7.jpg
Vay be, ben doğuştan bisikletçiymişim
Eveet, sahil boyu gezimizi de yaptık, şehir ahalisine havamızı attık, iyicene acıktık. Gerçi insan hareket halinde iken acıktığını fazla hissetmiyor ama iyi ki ikimizden biri usta. Bana kalsa pilim bitince yiyeceğim ama Cahit abi ne zaman yeneceğini biliyor. Ben önce “çorba istemem” dedim ama iyi ki fikrimi değiştirmişim. Çorba ve nefis köfte o kadar iyi geldi ki! Artık nereye kadar daha pedallarım belli değil. Gerçi ben bir gün öncesinde düşünürken ilk gün en fazla Tekirdağ’a varırım, orada kampı kurarız diye düşünüyordum ama yol kolay olduğu için bir gaza gelmişim ki sormayın., tutana aşk olsun. Gerçi yol kolay ama güneş fena. Malumunuz sıcaklar aniden kavurmaya başladı. Hava 30-32 derece. Güneş kremini geç sürmenin acısını da çektim. Halen siyah-beyaz desenli dolanıyorum (bir dahakine şekilli çıkartmalar yapıştırcam vücuda, şahane dövme gibi olcak valla).
Artık daha güzel parkurlar başlıyor. Sahil boyu, mis gibi manzaralar. Barbaros ve Kumbağ’dan geçtik. Bunlardan birinde ilk önce düğün sandığım ama sonra asker uğurlaması olduğunu anladığım olaya şahit olduk. Hatta birazcık içine karıştık.
http://farm4.static.flickr.com/3044/2513671633_3814984a88.jpg
Sonra yolda süper bir şey gördük yahu! Bisiklet hastanesi – Doktor Erol
http://farm4.static.flickr.com/3086/2514496178_17283bffb3.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2344/2514496462_479f0363e2.jpg
Marmara Adası’nı solumuza aldık, uzun bir süre hiç bırakmadık.
http://farm3.static.flickr.com/2364/2514496726_51b751f52f.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2386/2514496978_e95cd64ffe.jpg
Biraz yorulmaya başlamıştık (ya da başlamıştım) ama manzara dinlendiriyordu insanı. Yollar da hafiften engebelenmeye başlamıştı.
http://farm3.static.flickr.com/2405/2514498560_583c9d5570.jpg
Eh, artık ilk gün hedefi büyük ölçüde netleşmişti: Uçmakdere. Yolda bir yurdum insanına sorduk: “Uçmakdere kaç km dayı?” “7 km ey oğul”. Cahit abi yılların deneyim ile teşhisi koydu: Genelde başındaki 1 rakamını unuturlar
http://farm3.static.flickr.com/2261/2513674097_8dbc3bc07c.jpg
http://farm4.static.flickr.com/3236/2513674983_6aa0fdff59.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2321/2514499076_556597f5f3.jpg
Ve nihayet Uçmakdere’ye vardık. Anıt ağacın hatırı kalmasın deyip şöyle bir dokunduk. Ekmek bulamadığımız için marketten bisküvi alıp köy kahvesinin bahçesine kurulduk. Bir tarafta tuzlu bisküvi, bir tarafta tatlısı, zengin bir akşam yemeği yedik.
Artık kamp zamanı. Köyün altında sahilde bir kamp alanı var ama hoşumuza gitmedi. Etrafı çevrilmiş alanda kendimizi hiç de kamp yapmış gibi hissetmeyecektik. Hele bir sahil boyu yollanalım bakalım, elbet güzel bir yer buluruz. Çok gitmeden de bulduk zaten. Hemen denize sıfır, müstakil bir alan. Önce biraz dolunay ve yakamoz seyri. Dalgalar şıp şıp vuruyorlar (tamam dalga şıp diye vurmaz, şıpıdık desem o da terlik, bilemedim işte). Sonra biraz iri bir tanesi şaaap diye vurmaz mı? Biz birbirimize bakakaldık. Denizle aramız daş çatlasın 7-8 metre. Gece bu dalgalar azar mı acep? Tepemize tepemize çıkar mı acep? Ama yok yahu, hava çok güzel, çok sakin. Acaba çadıra gerek var mı yok mu derken baktık ileride iki köpek. Çadıra gerek var abi, yüzümün yalanması ile uyanmak istemem.
http://farm3.static.flickr.com/2405/2514499294_23c1e37ec2.jpg
Sağa döndüm olmadı, sola döndüm olmadı, uyuyamadım. Uzun zamandır çadır yapmadığım için olsa gerek, gece boyu dalgaların şıpırtısını dinledim.
http://farm3.static.flickr.com/2165/2513675657_55885626ca.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2202/2513676493_cb61088f12.jpg
http://farm4.static.flickr.com/3074/2514501898_6b90bc3c2f.jpg
http://farm4.static.flickr.com/3024/2513678263_8feefec382.jpg
Sabah kalktık düştük yine yollara. Asıl keyif burasıymış be. “Hep böyle olsa, hayat bayram olsa” burasıymış. Yol düz. Denize sıfır gidiyorsun. Solda Marmara adası halen bizi bırakmıyor.
http://farm4.static.flickr.com/3156/2513677671_c8553c831f.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2013/2513678555_a93ca791cf.jpg
Ve arka arkaya güzel beldeler. Gaziköy, Hoşköy, Mürefte, A.Kalamış, Eriklice ve Şarköy.
http://farm3.static.flickr.com/2323/2513679255_181978b9e2.jpg
Hoşköy’de kahvaltı ararkene bir amca yanaştı. Biz deli muamelesi görmeyi beklerken amcamızın da bisiklet meraklısı olduğunu öğrenince önce derin bir şaşkınlık, hemen akabinde coşkun bir sevinç yaşadık (neyse, yazarlığa heveslenip fazla dramatize etmeyeyim). Sahildeki bir çay bahçesinde birlikte sohbet ettik, kahvaltı yaptık.
http://farm4.static.flickr.com/3259/2513678855_d7c454d598.jpg
Amcamın yüzündeki nuru, gözlerindeki ışıltıyı, dudaklarındaki sanki hiç bitmiyormuş izlenimi veren gülümsemeyi görünce (yine kopuyorum bak), “işte be” dedim, insan böyle bir yerde yaşamalı. Sana bir kereliğine kısa bir ömür verilsin, sen git Çerkezköy’de organizenin içinde heba et ömrü. İşte benim hayatımın dönüm noktası o andır. Işığı gördüğüm, beynimde şimşeklerin çaktığı an o andır. Kesin kararımı verdim, ilk fırsatta piyango bileti alacağım.
Telefonlarımızı aldık-verdik, yola devam edip Şarköy’e ulaştık. Orada da bir sahil molası verdik, yine ikişer muzu mideye indirdik (sevdim ben bu Cahit abiyi, ne güzel şeyler yiyoruz yahu). İkinci hedef belirlendi: Saroz. Aslında Cahit abi geziyi “Üç günde üç deniz” olarak planlamış. Kıyıköy’den (karadeniz) başlayıp, Marmara ve sonra Ege. Ama iptaller olunca, sona da benim gibi bir acemi kalınca işler değişti. Olsun, şimdi de iki deniz yaparız. Nihayetinde ben Saroz’a kadar gidebileceğimi gördüm. Zaten artık yollar düz, dedim ama değilmiş. Şarköy’de bir bilene sorduk. Sayın bir bilen, acep şu köy yollarına mı girsek, asfalttan mı gitsek. Bir bilen beni bir süzdü önce, sonra dedi ki: “O köy yolları hem karışıktır kaybolursunuz, hem çok sert rampalar vardır yamulursunuz”. Ben içimden “noolur asfalttan gidelim” diye yalvarıyorum. Ben olmasam Cahit abi kesin köy yollarına girmişti ama içimdeki sesi gözlerimden okudu sanırım. Bir bilen bizi asfaltta da önce uzun bir rampanın beklediğini söylemişti. Gerçi bu güne yeni başladık ama ben dünün yorgunluğunu tam olarak atamamışım, rampa zorluyor. Bisiklet de ufaktan teklemeye başladı.
Dediğim gibi ikinci hedef Saroz ama sonrası belirsiz. Ben ya Keşan’dan, ya da Gelibolu’dan otobüse binmeyi düşünüyorum. Cahit abi ise Lüleburgaz’a kadar bisikletle devam etmeye kararlı. Rampa uzadıkça benim kafa bulanıyor. Güneş de bugün daha beter. Karayolları müdürlüğünde ne kadar gıcık adamlar varmış yahu. “Bakın şurda bir tepe var, yolu ordan da geçirelim. Aha bir tepe daha, hadi bakalım, millet arabası ile hep zirvelerden gitsin, manzara seyretsin” diye diye yol yapmışlar. İtiraf ediyorum, kafamdan şunlar bile geçti: “Şimdi lojmanın bahçesinde olacaktım, portakal suyu yudumlayıp gazetemi okuyacaktım, ne işim var la burda benim”
http://farm4.static.flickr.com/3240/2513682549_a3bcc950a0.jpg
Üstat yemek zamanı olduğunu söyledi. Ben yine acıktığımı hissetmiyorum ama ekmeğin arasına ton balığı ile taze domatesi koyunca öyle bir yumuldum ki, kendimden utandım bir an. Bir taraftan da düşünüyoruz. Şimdi ne yapacağız? Ben Gelibolu’yu gözüme kestirmişim. Cahit abi ise Keşan’da arkadaş ziyareti yapıp (Kamil abi) Lüleburgaz’a kadar bisiklet sürmeye kararlı.
Bu arada hemen yeni bir arkadaş edindik. Yahu bisikletçi olunca insanın çevresi kolay genişleyecek anlaşılan. Abimiz de zamanında yamaç paraşütü yapmış. Tatlı tatlı anlattı sağolsun. Üstüne bir de gaz verdi: “Ayrılmayın bakayım, sonuna kadar beraber gidin”. İyi de abi ben Lüleburgaz’a nasıl giderim yahu. E, hadi en azından Keşan’a kadar da birlikte dedik.
http://farm4.static.flickr.com/3089/2514505800_55c61fc310.jpg
http://farm3.static.flickr.com/2005/2513683681_0720cf5d3e.jpg
Bir süre Saroz boyu düz pedal bastıktan sonra aniden karşıma çıkan bir tabela ile irkildim: 5300 mt rampa! Ooo haaaa!! İlk bölümü canımı çıkarsa da sonrası daha kolay çıktı.
http://farm4.static.flickr.com/3018/2513684475_c42b7186eb.jpg
Rampanın ortasında bir tesiste kısa bir molanın ardından tekrar pedal bastık. Dinlenmek iyi gelmiş ki sonrası çok zorlanmadan bitiverdi.
http://farm3.static.flickr.com/2297/2514509314_d8fb43a541.jpg
Ee, ne demişler, her çıkışın bir inişi, her gecenin bir gündüzü, her kışın bir baharı, her genç kızın bir rüyası ve her topalın bir kör alıcısı vardır. Yine boşa aldık vitesleri, koyverdik bayır aşağı. Maks 66,3 km hız yapmışız (forumda bazen düz yolda buna benzer hızlara ulaşanları okuyorum da, yok be abi, ben frensiz koyuvermişim bisikleti 66 km yapmışım, sen nasıl düz yolda... helal olsun, ne diyim). Buralarda çok güzel çam ormanları var, Keşan ahalisi pikniğe gelmiş. Kamil abimiz de buradaymış. Vesilesi ile onunla da tanışmış oldum. Devam ederek Keşan’a girdik, otogarda hüzünle yolları ayırdık.
http://farm3.static.flickr.com/2043/2514509672_178f3aac0e.jpg
Cahit abi pedalla Lüleburgaz’a kadar gitmiş. Ben ise sabah 03:00 otobüsünü bekledim. Bu arada Keşan’ı gezdim. Güzel bir esnaf lokantasında (Göktaş) ziyafet çektim. Yine güzel bir dondurmacıyı ziyaret ettim. Bu arada bir hamam bulup piri pak oldum. Neme lazım otobüste yanıma biri düşerse bayılmasın adamcağız.
Gelelim bu gezinin kazanımlarına ve ana fikrine.
Kazanımlar: Güzel bir dostluk, harika hatıralar, pedalda yapabileceklerimin ve henüz yapamayacaklarımın keşfi, bisiklet üzerine bi dolu bilgi, cesaret, beynimde çakan ışıklar (piyangoyu unutma), siyah-beyaz bir ten.
Ana fikir:
Yıldırmasın sizi zorluklar
Her çıkışın bir inişi var
Sen hele bir yola koyul
Hele yar, yar yar
Şimdi gezinin Keşan’dan sonraki bölümünde utanarak bi başına bıraktığım Cahit abi’ye mikrofonu uzatıyoruz:
Sevgili Gökhan’ın harika anlatımından sonra bir şeyler yazmak oldukça güç. Keşan-Malkara arası vızır vızır bir trafik ve önceleri alaca sonraları tam karanlıkta yola devam ediyorum. Bu kısımda asfaltı kazımış (patlayan lastiği ya da çıkan tekerleği ile) bir otobüs dışında fazlaca olağanüstü bir durumla karşılaşmıyorum. (neyse ki otobüs devrilmemiş….Bisiklet en güvenli ulaşım araçlarından biri mi yoksa ?!!)
Keşan’a gelince, Rahman’ın Tekirdağ’da olduğunu hatırlayıp onu arıyorum. Henüz eve gelmiş ancak yaptığı yaklaşık 200 km yetmemiş olmalı ki; ben seni karşılıyım teklifi yapıyor. Canıma minnet, gece gece ıssız (Malkara’dan sonrası) yollarda yalnız gitmeyeceğime seviniyorum. Kozyörük köyünde eski maraton sporcusu (şimdi bakkal) Mehmet ile tanışıyorum. Fırıncının bize katılması ile koyu bir sohbet ortamı sarıyor. Saat 23:40 dolayında fırından mis gibi ekmek kokuları yükselirken fırıncı, sıcak ekmek ve kaşar teklifi yapıyor. Yutkunarak geri çeviriyorum, gerekçem kendimce gayet haklı; onları yersem pedal basmam artık olası olmaz, yatar uyurum… Olsun kalırsın burada diyor güzel insanlar. Vedalaşıp ayrılıyorum, biraz daha oyalansam Rahman buralara kadar gelecek ya da bir yerlerde beni çok uzun süre bekleyecek. Yükleniyorum pedallara, bülbül ve kurbağa ötüşleri eşliğinde sonunda Hayrabolu’dayım. Rahman’la buluşup, duraksamadan basıyoruz pedallara. Lüleburgaz’a 15 km kala bir opet benzinliğe dalıyoruz, sabahın 03.45 inde gelsin dondurmalar, nescafeler, soğuk sandviçler. Benzinlik market personelinin gözleri yerlerinden uğruyor. Rahman’ı sabah aynı yönde kalabalık bir grupla aynı yöne pedal basıyorken gördüklerinden, ne zaman nereye nasıl gidip geldiğini, 300 km dolayında yol yaptığını anlamakta güçlük çekiyorlar. Sabahın alaca karanlığında Lüleburgaz’a aramızdaki şu tartışmayla giriyoruz: en geç döndüğümüz bir tur mu bu? Yoksa en erken mi? Karar vermek gerçekten güç, buna da siz karar verin dilerseniz…


