Borntobewild
Aktif Üye
- Kayıt
- 23 Nisan 2014
- Mesaj
- 129
- Tepki
- 659
- Şehir
- İzmir
- Bisiklet
- b'Twin
Alın beni bırakın o vadiye
Belki yüzyıllarca yaşarım
Şu bizim Külebi ne oldu diye
İsterse sormasın ahbaplarım
Sesler seslere karıştı mı artık, yollara düşme zamanının geldiği, yeni suların, yeni yeşillerin, yeni bozkırların bizi beklediği anlaşılıyordu. Bir kere yola düştü mü insan, sonunda bir yeni incelikle, bir değişik duyguyla karşı kaşıya geliyordu. Birinden kurtulmadan bir yenisiyle karşılaşması önce biraz şaşkınlık yaratıyor, sonra yavaş yavaş bedeni baştan aşağı sarıyordu.

Tarlalar yavaşça dalgalanırken, rüzgarın sessizliği uzayıp giden vadiyi dolduruyor, sararmış başaklar zarif hareketlerle dans ediyordu. Gökyüzünde parlayan güneşe, yer yüzündeki bereketli toprağa gün kısa geliyordu. Saptan samandan ayrılmış buğday tanelerinin serüveni bitmek bilmiyordu. Rüzgarla her biri bir başka uçuşuyordu etrafta.

Sıcak güneş altında ağır ağır dönmenin, rüzgarda savrulanları uzun uzun, bıkmadan seyretmenin bir başka tadı, bir başka çekiciliği filizleniyordu içimde. Şehirlerde yaşayan insanların, çocukların dünyalarındaki masal ülkeleri kadar uzakta olan bu harman yerlerinin, kendine göre düşleri olduğunu hissedebiliyordum. Daha fazla dayanamayıp, gözlerimi kapatarak ruhumu bedenimden salıveriyordum. Dağlardan esen hafif bir rüzgar ile önce havalanıyor, daha sonra başaklar arasında süzülerek kayboluveriyordu. Hiç geri gelmesin istiyordum. Sonsuza kadar kaybolsun, bu aciz bedeni bir daha bulmasın istiyordum. Ne olursa olsun, sebepsizce bu bedeni bulup içini tedirginlikle dolduruyordu. Belki bir süre sonra bütün bu görüntülerin hafızalardan silinecek olmasından dolayıdır. Anadolu'nun böylesine bir geçmişi olduğu bile unutulacağındandır. Kısacası hiç yaşanmamış olacak korkusundandır.

Yola düşen her damla ter, ruhunuzda yeşeren her istek, bacaklarınızdaki her acı, her defasında benzer gibi gözüken, ancak her daim yolda oluğun için genede bir öncekinden ayrı bir güzelliği sunar.

Gün batımındaki kızıllığı, gökyüzünün sonsuz maviliğinin içinde uçuşan bulutları izlerken, birden bire çarşaf gibi serilmiş suyun üstünde süzülen martılarla karşılaşmak şaşırtır sizi. Böylesine güzel manzaralara ne kadar çok alışsanız, genede şaşkınlığınız azalmaz. Böylesi duyguları akla getiren çok az yer vardır dünyada. Gün doğarken, gök yüzü ışırken birden bire çok şey gerçekleşir. Hangisine bakacağınızı şaşırırsınız.

Bu manzara karşısında susmalı insan. Susup dağlardan esen o yumuşak rüzgarın sesini dinlemeli. Yüzüne vuran kızıllığı hissetmeli. Konuşarak sözleriyle kirletmemeli. Ruhunun en derinlerine kadar götürmeli bu kızıl rüzgarın sesini. Tam konuşacağı vakit aklına Oğuz Atay'ın şu sözleri gelmeli: "Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın. Sussan; acıtır, konuşsan; kanatır." Bırakın acısın!

Zoru nasıl güzel kılması gerektiğini insan yollarda öğreniyor. Benliğine bunu kazıyor. Her karşılaştığı güçlüğü bir çırpıda kolaylığa çeviriyor. Artık onun için hiç bir şey zor olmuyor. Her şey yapılabilir hale geliyor. Dört tarafı sularla fethedilmiş bir kale olsa bile.

Pertek kalesi geride kalmış tozlu tarihi gözler önüne seriyor. Dört tarafını sulara teslim etmiş olmasına karşın göğe doğru baş uzatarak, heybetli olduğunu etrafa gösteriyor. Kıyıdan balıkçı teknesine atlayıp, kendine doğru gelenlere bu manzarayı sunmakla övünüyor. Heybetiyle sizi sarıp sarmalamak istiyor. Toprağına adım atan yabancıları baş üstüne koyuyor ve gölgeleri sulara vuran uçsuz bucaksız karlı dağlara bakmasını istiyor.

Bu coğrafyada tarihin tozlu sayfalarına tükenmez kalemle yazılan sadece kaleler değildir. Mimariden musikiye her sahada eser veren Selçuklu ve Osmanlı sanatkarlarının birçok eseri de mevcuttur. Anadolu toprakları üzerinde maharetlerini gösteren bu sanatkarların eserleri günümüze kadar gelebilmiş kadim mabetlerdendir.

İslam dini, sanata, güzelliğe, insanın sanatı geliştirmeye gayretlerine şüphesiz ki karşı değildir. Nitekim bunu her gördüğüm eserde hissedebiliyorum. İster cami olsun isterse rahle. En büyük eserden en küçük esere kadar bunu görebilirsiniz. Ecdadımız teknik ile sanatı, geometri ile estetiği nasıl büyük bir ustalıkla kullandığını gözler önüne sererek, bunu kanıtlar mahiyetinde eserler ortaya koymuşlar.

İslamın temel ibadeti olan namazın mümkün olduğunca cemaat eşliğinde kılınması tavsiyesi, cami mimarisinin doğuşunu hazırlayan en önemli etken olmuş. Hutbe okuma görevi mimberi, vaaz geleneği de vaaz kürsüsünü oluşturmuş. Aynı şekilde temizlik görevi de şadırvan ve hamam mimarisini geliştirmiş. Bunun yanı sıra İslamın ilme ve eğitime verdiği önem medrese mimarisini, kitap ve hat sanatını, insan sağlığına verdiği önem şifahane gibi sağlık kurumlarıyla ilgili mimariyi geliştirmiş.

Böylesine güzel mirasları varken insanın; hayıflanmak yerine, övünmeli, gurur duymalıdır. O mabede sahip çıkmalıdır. Orada yüzyılların birikimi kaderine terk edilirken, kafasını başka yönlere çevirmemelidir. Görmelidir insan, benliğini unutmaması için. Asrın şairi ne güzelde anlatmış bu kanayan yarayı;
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir
Onu en çolpa herifler de emin ol becerir.
Sade sen gösteriver 'işte budur kubbe' diye
iki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi heyhat o zaman
Bir Süleyman daha lazım yeniden bir de Sinan.
Pertek kıyısında bir sabah. Derin sabah sessizliğini inatçı beyaz kuşlar bozuyor. Ona eşlik eden balıkçı teknesinin çıkardığı motor sesleri kulağımı hafiften tırmalıyor. Tek gözümü açıp etrafı kolaçan ediyorum. Bir anda, suyun mavisi, çevrenin yeşili, güneşin ışıkları içerisinde kalıyorum. Güneşin tatlı ışıkları çadırın kapısından içeri sızarak yumuşak dokunuşlarla, "Hadi uyan artık." diyor. Bunu duyan Orhan Veli'de hemen koşup geliyor, kaleminden bir kaç dize dökülüyor;
Arzular başka şey,
Hatıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?
Anadolu'nun hemen hemen her yerinde olduğu gibi tarih ve doğa iç içe geçmiştir. Ayrılmaz bir bütün olmuşlardır. Engin dağların başında bir kale, yeşilin bol olduğu bahçelerin içerisinden göğe doğru uzanan bir kubbe çıkmaz ise bir şeyler eksik kalacaktır bu coğrafyada.
Bozkır arazide giderken, birden karşınıza yemyeşil, her yerinden sular akan bir yer çıkıveriyor. Zoru güzelliğe çeviriyor. Tüm güzel duyguları etrafında topluyor. Yüzüne hafif bir gülümseme kondurarak, seni bağrına basıyor karşılık beklemeden.
Kıvrılarak akan nehirlerin içerisinden geçip, göğe baş uzatmış bir başka kale daha çıkarıveriyor karşına. Derin vadilerden geçiriyorsun, her tarafı yeşil olan. Karşısında pamuk pamuk bulutlar, etrafında uçuşan kuşlar. Uzayıp giden koyu maviliklerin altındaki kayalıklar. Tepesine bir çıktımı insan, bir daha inmek istemiyor. Ufukta kaybolup giden Munzur dağlarına bakıp içleniyor. Peri suları gözünün önünden akıp giderken, yavaş yavaş ruhundan şu kelimeler dökülüyor:
Alın beni bırakın o vadiye
Belki yüzyıllarca yaşarım
Şu bizim -bisikletçi- ne oldu diye
İsterse sormasın ahbaplarım
Cahit Külebi
Yüksek kaleleri ve kayalara oyulmuş taş mezarlarının olduğu bu coğrafya yine bana çok şey katıyor. Karşılık beklemeden ruhuma dolup doluşturuyor tüm güzellikleri. Bakmayın bu kadar cömert davrandığına. Bir daha bu topraklara adım atacağımı bildiği içindir tüm bunlar. Eğer içinizde bir haset sezdi mi, hemen yağdırır karı, yağmuru. Don tutar. Kapatıverir tüm yolları. Ulaşamazsınız bir daha ona. Hasret çekmeye başladığı vakit dayanamaz; açıverir çiçekleri, akar nehirleri, eser rüzgarları...
Kaynak: (link)
Belki yüzyıllarca yaşarım
Şu bizim Külebi ne oldu diye
İsterse sormasın ahbaplarım
Sesler seslere karıştı mı artık, yollara düşme zamanının geldiği, yeni suların, yeni yeşillerin, yeni bozkırların bizi beklediği anlaşılıyordu. Bir kere yola düştü mü insan, sonunda bir yeni incelikle, bir değişik duyguyla karşı kaşıya geliyordu. Birinden kurtulmadan bir yenisiyle karşılaşması önce biraz şaşkınlık yaratıyor, sonra yavaş yavaş bedeni baştan aşağı sarıyordu.

Tarlalar yavaşça dalgalanırken, rüzgarın sessizliği uzayıp giden vadiyi dolduruyor, sararmış başaklar zarif hareketlerle dans ediyordu. Gökyüzünde parlayan güneşe, yer yüzündeki bereketli toprağa gün kısa geliyordu. Saptan samandan ayrılmış buğday tanelerinin serüveni bitmek bilmiyordu. Rüzgarla her biri bir başka uçuşuyordu etrafta.

Sıcak güneş altında ağır ağır dönmenin, rüzgarda savrulanları uzun uzun, bıkmadan seyretmenin bir başka tadı, bir başka çekiciliği filizleniyordu içimde. Şehirlerde yaşayan insanların, çocukların dünyalarındaki masal ülkeleri kadar uzakta olan bu harman yerlerinin, kendine göre düşleri olduğunu hissedebiliyordum. Daha fazla dayanamayıp, gözlerimi kapatarak ruhumu bedenimden salıveriyordum. Dağlardan esen hafif bir rüzgar ile önce havalanıyor, daha sonra başaklar arasında süzülerek kayboluveriyordu. Hiç geri gelmesin istiyordum. Sonsuza kadar kaybolsun, bu aciz bedeni bir daha bulmasın istiyordum. Ne olursa olsun, sebepsizce bu bedeni bulup içini tedirginlikle dolduruyordu. Belki bir süre sonra bütün bu görüntülerin hafızalardan silinecek olmasından dolayıdır. Anadolu'nun böylesine bir geçmişi olduğu bile unutulacağındandır. Kısacası hiç yaşanmamış olacak korkusundandır.

Yola düşen her damla ter, ruhunuzda yeşeren her istek, bacaklarınızdaki her acı, her defasında benzer gibi gözüken, ancak her daim yolda oluğun için genede bir öncekinden ayrı bir güzelliği sunar.

Gün batımındaki kızıllığı, gökyüzünün sonsuz maviliğinin içinde uçuşan bulutları izlerken, birden bire çarşaf gibi serilmiş suyun üstünde süzülen martılarla karşılaşmak şaşırtır sizi. Böylesine güzel manzaralara ne kadar çok alışsanız, genede şaşkınlığınız azalmaz. Böylesi duyguları akla getiren çok az yer vardır dünyada. Gün doğarken, gök yüzü ışırken birden bire çok şey gerçekleşir. Hangisine bakacağınızı şaşırırsınız.

Bu manzara karşısında susmalı insan. Susup dağlardan esen o yumuşak rüzgarın sesini dinlemeli. Yüzüne vuran kızıllığı hissetmeli. Konuşarak sözleriyle kirletmemeli. Ruhunun en derinlerine kadar götürmeli bu kızıl rüzgarın sesini. Tam konuşacağı vakit aklına Oğuz Atay'ın şu sözleri gelmeli: "Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın. Sussan; acıtır, konuşsan; kanatır." Bırakın acısın!

Zoru nasıl güzel kılması gerektiğini insan yollarda öğreniyor. Benliğine bunu kazıyor. Her karşılaştığı güçlüğü bir çırpıda kolaylığa çeviriyor. Artık onun için hiç bir şey zor olmuyor. Her şey yapılabilir hale geliyor. Dört tarafı sularla fethedilmiş bir kale olsa bile.

Pertek kalesi geride kalmış tozlu tarihi gözler önüne seriyor. Dört tarafını sulara teslim etmiş olmasına karşın göğe doğru baş uzatarak, heybetli olduğunu etrafa gösteriyor. Kıyıdan balıkçı teknesine atlayıp, kendine doğru gelenlere bu manzarayı sunmakla övünüyor. Heybetiyle sizi sarıp sarmalamak istiyor. Toprağına adım atan yabancıları baş üstüne koyuyor ve gölgeleri sulara vuran uçsuz bucaksız karlı dağlara bakmasını istiyor.

Bu coğrafyada tarihin tozlu sayfalarına tükenmez kalemle yazılan sadece kaleler değildir. Mimariden musikiye her sahada eser veren Selçuklu ve Osmanlı sanatkarlarının birçok eseri de mevcuttur. Anadolu toprakları üzerinde maharetlerini gösteren bu sanatkarların eserleri günümüze kadar gelebilmiş kadim mabetlerdendir.

İslam dini, sanata, güzelliğe, insanın sanatı geliştirmeye gayretlerine şüphesiz ki karşı değildir. Nitekim bunu her gördüğüm eserde hissedebiliyorum. İster cami olsun isterse rahle. En büyük eserden en küçük esere kadar bunu görebilirsiniz. Ecdadımız teknik ile sanatı, geometri ile estetiği nasıl büyük bir ustalıkla kullandığını gözler önüne sererek, bunu kanıtlar mahiyetinde eserler ortaya koymuşlar.

İslamın temel ibadeti olan namazın mümkün olduğunca cemaat eşliğinde kılınması tavsiyesi, cami mimarisinin doğuşunu hazırlayan en önemli etken olmuş. Hutbe okuma görevi mimberi, vaaz geleneği de vaaz kürsüsünü oluşturmuş. Aynı şekilde temizlik görevi de şadırvan ve hamam mimarisini geliştirmiş. Bunun yanı sıra İslamın ilme ve eğitime verdiği önem medrese mimarisini, kitap ve hat sanatını, insan sağlığına verdiği önem şifahane gibi sağlık kurumlarıyla ilgili mimariyi geliştirmiş.

Böylesine güzel mirasları varken insanın; hayıflanmak yerine, övünmeli, gurur duymalıdır. O mabede sahip çıkmalıdır. Orada yüzyılların birikimi kaderine terk edilirken, kafasını başka yönlere çevirmemelidir. Görmelidir insan, benliğini unutmaması için. Asrın şairi ne güzelde anlatmış bu kanayan yarayı;
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir
Onu en çolpa herifler de emin ol becerir.
Sade sen gösteriver 'işte budur kubbe' diye
iki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi heyhat o zaman
Bir Süleyman daha lazım yeniden bir de Sinan.
Pertek kıyısında bir sabah. Derin sabah sessizliğini inatçı beyaz kuşlar bozuyor. Ona eşlik eden balıkçı teknesinin çıkardığı motor sesleri kulağımı hafiften tırmalıyor. Tek gözümü açıp etrafı kolaçan ediyorum. Bir anda, suyun mavisi, çevrenin yeşili, güneşin ışıkları içerisinde kalıyorum. Güneşin tatlı ışıkları çadırın kapısından içeri sızarak yumuşak dokunuşlarla, "Hadi uyan artık." diyor. Bunu duyan Orhan Veli'de hemen koşup geliyor, kaleminden bir kaç dize dökülüyor;
Arzular başka şey,
Hatıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?
Anadolu'nun hemen hemen her yerinde olduğu gibi tarih ve doğa iç içe geçmiştir. Ayrılmaz bir bütün olmuşlardır. Engin dağların başında bir kale, yeşilin bol olduğu bahçelerin içerisinden göğe doğru uzanan bir kubbe çıkmaz ise bir şeyler eksik kalacaktır bu coğrafyada.
Bozkır arazide giderken, birden karşınıza yemyeşil, her yerinden sular akan bir yer çıkıveriyor. Zoru güzelliğe çeviriyor. Tüm güzel duyguları etrafında topluyor. Yüzüne hafif bir gülümseme kondurarak, seni bağrına basıyor karşılık beklemeden.
Kıvrılarak akan nehirlerin içerisinden geçip, göğe baş uzatmış bir başka kale daha çıkarıveriyor karşına. Derin vadilerden geçiriyorsun, her tarafı yeşil olan. Karşısında pamuk pamuk bulutlar, etrafında uçuşan kuşlar. Uzayıp giden koyu maviliklerin altındaki kayalıklar. Tepesine bir çıktımı insan, bir daha inmek istemiyor. Ufukta kaybolup giden Munzur dağlarına bakıp içleniyor. Peri suları gözünün önünden akıp giderken, yavaş yavaş ruhundan şu kelimeler dökülüyor:
Alın beni bırakın o vadiye
Belki yüzyıllarca yaşarım
Şu bizim -bisikletçi- ne oldu diye
İsterse sormasın ahbaplarım
Cahit Külebi
Yüksek kaleleri ve kayalara oyulmuş taş mezarlarının olduğu bu coğrafya yine bana çok şey katıyor. Karşılık beklemeden ruhuma dolup doluşturuyor tüm güzellikleri. Bakmayın bu kadar cömert davrandığına. Bir daha bu topraklara adım atacağımı bildiği içindir tüm bunlar. Eğer içinizde bir haset sezdi mi, hemen yağdırır karı, yağmuru. Don tutar. Kapatıverir tüm yolları. Ulaşamazsınız bir daha ona. Hasret çekmeye başladığı vakit dayanamaz; açıverir çiçekleri, akar nehirleri, eser rüzgarları...
Kaynak: (link)



