Bülent Yanar
Üye
- Kayıt
- 3 Ağustos 2014
- Mesaj
- 24
- Tepki
- 49
- Şehir
- Adana
- Bisiklet
- b'Twin
Daha ilk bisikletimi satın alma planları yaparken anlamıştım nasıl bir işe niyetlendiğimi aslında.
Adana'da Dağ bisiklet ünlü bir yerdir. Ünlerine aldanıp oraya gittim bisiklet almak için. Kapı önünde ayakları lastik terlikli falan taburelerde oturan birileri vardı. Girdim mağazaya. Dolaştım içeriyi şöyle bir beş dakika kadar, anladım ki bu adamlar her ne satıyorsa piyasada tektir ve sadece onlardadır, onun için çok kıymetlidir, alıcıysan yalvarmalısın göstermeleri için. O kadar değerli bir şey alma fikrinde olmadığım için yerinden kaldırmak istemedim kimseyi ve çıktım dükkandan. (Bir yıl kadar sonra bir daha uğradım sırf o güne ait yanlış bir imaj mı oluştu bende diye, bu sefer de birisi elinde hortumla kapı önünü suluyordu, ilk katta şöyle bir dolandım, yine kimse bir şey sormadı, ilk düşüncelerimde ne kadar haklı olduğumu kesinleştirmiş oldum.)
Emin olun ki alacağım şey bisiklet değil de çok yaşamsal bir başka şey bile olsa o kafa yapısındaki bir satıcıdan almam. Belki de bir çok kişi sırf bu nedenle gidip Carrefour- Migros gibi yerlerden alıyor ilk bisikletlerini, sonra da rafa kaldırıyor bisiklet sevdasını.
Sektördeki kâr payının uçuk noktalarda oluşu mu acaba bu adamlardaki kibiri tavan yaptıran yoksa gelen meraklı bisiklet alıcısının sorduğu konu cahili sorular mı onu da bilemiyorum. Olmayacak iş değil yani; yıllardır aynı işi yapan birinin kendini konusunda ilah ilan edip, "bu dükkanda benim dışımdaki herkes eşektir" psikolojisine kapılması da bir tür meslek hastalığı sayılabilir.
Bu yaklaşımla yıllanmış bisikletçilerin kazıklanacaklarını, tersleneceklerini, en azından kendilerini mutlu hissetmeyeceklerini bildikleri bisiklet mağazalarından alış-veriş yapmalarını da anlayabiliyorum.
Adam şehir içinde kullanıyor, sırf araç trafiğine denk gelmesin diye sabahın kör karanlığında uyanıp yola atıyor kendisini. Yol üzerinde terse takılan mazgalların, tümseklerin yerlerini ezberlemiş olduğu yollardan gidiyor başına bir iş gelip de sakatlanmamak için. Sabahın gelişini kutlayan sokak köpeklerinden kaçıyor tüm gücüyle kimi zaman. Bir yere bağlayıp evdekiler uyanmadan sabah alış-verişini yapayım dese dönüşünde selesini-tekerini çalınmış buluyor. Karakola şikayet etse tersleniyor "başımıza iş çıkartıyorsunuz" diye. Asansörle eve çıkartıyor bisikletini, konu-komşu laf etmesin diye tekerin değdiği yerleri kolunun terli yeriyle siliyor. Yağmurdan kıçına kadar ıslanıp eve atıyor kendisini, hanımı bağırıyor mutfaktan "rezil ettin yine koridoru" diye.
Uzun turlara çıkıyor, çoluk çocuk peşinden koşturuyor "hello" diye. Paçalı şortlar giyiyor mutaassıp çevrenin ilgisine mazhar olmamak için, bu sefer de çember sakallı vatandaşlar camiye davet ediyor "farsi?" diyerek. O iki tekere çıkıp da şehirden ayrılınca pasaportunu kaybetmiş yabancı paranoyasına kapılıyor bisiklet bağımlısı. Yabancı sanılarak küfürlü davetler alıyor köy kahvelerinin önünden geçerken. "Gel lan bilmem ne yaptığım çay ısmarlayım sana" diyen adamı aklına kazısan ne işe yarayacak, bir daha karşına çıksa çay mı ısmarlayacaksın ki. Sinirlendiğin yanına kâr kalıyor sürekli. Kamyon şoförü korna çalıp hoplatıyor, çocuklar taş atıp kaçıyor, köpekler tilki muamelesi yapıp kovalıyor, arabalardan bira şişesi atıldığı bile oluyor kafası hizalanarak. Türk olduğunu kanıtlasa bile aklından zoru olan bir Türk muamelesi görüyor her gittiği yerde. Kimi zaman "özenti" gözüyle bakılıyor, kimi zaman "serseri".
Bu psikolojiye alışıyor belki de bisiklet bağımlısı. Sırf o yüzden koşarak gidiyor suratsız-sahtekar-saygısızsız-beceriksiz bisikletçilere... Belki de ancak kökten bir şeyler değiştiğinde, köpekler kovalamaz olduğunda, kafamıza şişe fırlatılmayıp mazgallara düşme riskimiz kalmadığında ortadan kalkacaktır bu tür işletmeciler de...
Adana'da Dağ bisiklet ünlü bir yerdir. Ünlerine aldanıp oraya gittim bisiklet almak için. Kapı önünde ayakları lastik terlikli falan taburelerde oturan birileri vardı. Girdim mağazaya. Dolaştım içeriyi şöyle bir beş dakika kadar, anladım ki bu adamlar her ne satıyorsa piyasada tektir ve sadece onlardadır, onun için çok kıymetlidir, alıcıysan yalvarmalısın göstermeleri için. O kadar değerli bir şey alma fikrinde olmadığım için yerinden kaldırmak istemedim kimseyi ve çıktım dükkandan. (Bir yıl kadar sonra bir daha uğradım sırf o güne ait yanlış bir imaj mı oluştu bende diye, bu sefer de birisi elinde hortumla kapı önünü suluyordu, ilk katta şöyle bir dolandım, yine kimse bir şey sormadı, ilk düşüncelerimde ne kadar haklı olduğumu kesinleştirmiş oldum.)
Emin olun ki alacağım şey bisiklet değil de çok yaşamsal bir başka şey bile olsa o kafa yapısındaki bir satıcıdan almam. Belki de bir çok kişi sırf bu nedenle gidip Carrefour- Migros gibi yerlerden alıyor ilk bisikletlerini, sonra da rafa kaldırıyor bisiklet sevdasını.
Sektördeki kâr payının uçuk noktalarda oluşu mu acaba bu adamlardaki kibiri tavan yaptıran yoksa gelen meraklı bisiklet alıcısının sorduğu konu cahili sorular mı onu da bilemiyorum. Olmayacak iş değil yani; yıllardır aynı işi yapan birinin kendini konusunda ilah ilan edip, "bu dükkanda benim dışımdaki herkes eşektir" psikolojisine kapılması da bir tür meslek hastalığı sayılabilir.
Bu yaklaşımla yıllanmış bisikletçilerin kazıklanacaklarını, tersleneceklerini, en azından kendilerini mutlu hissetmeyeceklerini bildikleri bisiklet mağazalarından alış-veriş yapmalarını da anlayabiliyorum.
Adam şehir içinde kullanıyor, sırf araç trafiğine denk gelmesin diye sabahın kör karanlığında uyanıp yola atıyor kendisini. Yol üzerinde terse takılan mazgalların, tümseklerin yerlerini ezberlemiş olduğu yollardan gidiyor başına bir iş gelip de sakatlanmamak için. Sabahın gelişini kutlayan sokak köpeklerinden kaçıyor tüm gücüyle kimi zaman. Bir yere bağlayıp evdekiler uyanmadan sabah alış-verişini yapayım dese dönüşünde selesini-tekerini çalınmış buluyor. Karakola şikayet etse tersleniyor "başımıza iş çıkartıyorsunuz" diye. Asansörle eve çıkartıyor bisikletini, konu-komşu laf etmesin diye tekerin değdiği yerleri kolunun terli yeriyle siliyor. Yağmurdan kıçına kadar ıslanıp eve atıyor kendisini, hanımı bağırıyor mutfaktan "rezil ettin yine koridoru" diye.
Uzun turlara çıkıyor, çoluk çocuk peşinden koşturuyor "hello" diye. Paçalı şortlar giyiyor mutaassıp çevrenin ilgisine mazhar olmamak için, bu sefer de çember sakallı vatandaşlar camiye davet ediyor "farsi?" diyerek. O iki tekere çıkıp da şehirden ayrılınca pasaportunu kaybetmiş yabancı paranoyasına kapılıyor bisiklet bağımlısı. Yabancı sanılarak küfürlü davetler alıyor köy kahvelerinin önünden geçerken. "Gel lan bilmem ne yaptığım çay ısmarlayım sana" diyen adamı aklına kazısan ne işe yarayacak, bir daha karşına çıksa çay mı ısmarlayacaksın ki. Sinirlendiğin yanına kâr kalıyor sürekli. Kamyon şoförü korna çalıp hoplatıyor, çocuklar taş atıp kaçıyor, köpekler tilki muamelesi yapıp kovalıyor, arabalardan bira şişesi atıldığı bile oluyor kafası hizalanarak. Türk olduğunu kanıtlasa bile aklından zoru olan bir Türk muamelesi görüyor her gittiği yerde. Kimi zaman "özenti" gözüyle bakılıyor, kimi zaman "serseri".
Bu psikolojiye alışıyor belki de bisiklet bağımlısı. Sırf o yüzden koşarak gidiyor suratsız-sahtekar-saygısızsız-beceriksiz bisikletçilere... Belki de ancak kökten bir şeyler değiştiğinde, köpekler kovalamaz olduğunda, kafamıza şişe fırlatılmayıp mazgallara düşme riskimiz kalmadığında ortadan kalkacaktır bu tür işletmeciler de...


