@FRKEMRE
@Ahmet Bag
@atakan123
İlgiyle okuduğunuz ve yorum yazdığınız için çok teşekkür ediyorum sizlere. Bisiklet turları zamanı yakalamak için harika fırsatlardır bence. Benzer duyguları paylaşmanın lezzeti de paha biçilemez. Teşekkürler...
@vizeli gezgin
@vizeli gezgin
Vize küçük bir ilçe ama maşallah bisikletçisi çok
Sabahları genelde Anadolu lisesine çıkıyorum, yollarda görüşmek dileğiyle...
7.Bölüm: Ezine Peyniri, Assos ve Deniz
Hedef: Ahmetçe Sahili- Şamata Kamping
Bayramiç’te bir pansiyon odasında saat 8 gibi uyanıyorum. Dingin ve serin bir Ağustos sabahı. Balkonumdan bu küçük ve şirin Çanakkale ilçesini seyrediyorum. Bir yandan da televizyondan haberleri takip ediyorum. Ülke gündemi her zamanki gibi yoğun ve sıkıcı. Aman Allahım, bu yolculuğa çıkmasam belki de çıldıracaktım!
Kahvaltı yapmadan çıkıyorum yola. Yol zaten düz ve 20 km. sonra Ezine’de kahvaltı molası vereceğim. Su ve hurma beni idare eder. Yol, adeta bu tokgözlü tavrımı ödüllendirircesine karşıma bir manav çıkarıyor. Bu karşılaşma sayesinde hiç tatmadığım bir meyveyle tanışıyorum: Bayramiç Beyazı. Sadece bu yöreye ait bir tür, tüysüz ve sulu şeftali bu meyve. Bu nefis meyveyi yerken bir yandan da bu manav ailesiyle sohbet etmek…İşte yolun sunduğu güzellikler…
Saat 12’ye doğru Ezine’ye varıyoruz varmasına ama hayal kırıklığı yaşıyoruz. Altyapı çalışması var ve her yer çukur, toz, duman. Bisiklet sürmek bir yana yürümek bile zor. Fakat burada kahvaltı yapmaya mecburum. Gitmem gereken çok fazla yol var ve hava çok sıcak. Esnafa kahvaltı yapılacak güzel bir mekân soruyorum. Bir yer tarif ediyorlar, anladığımı sanıyorum; ama yarım saatlik arayıştan sonra bulabiliyorum. Bir esnaf lokantası burası da ve çok fazla inşaat tozu çekiyor. Neyse ki mekânın sahibi abla benimle ilgileniyor ve içerde güzel bir masada oturuyorum. Orada yaptığım kahvaltıda aklımda kalan iki şey var: Tadına doyamadığım zeytin ve Ezine peyniri. Zaten bu mekânı tarif eden teyzelerden biri “Buranın peynirini bir kez yersen bir daha buradan gitmek istemezsin.” demişti. Kasaba için aynı şeyi söyleyemem ama bu mekândan ayrılmak istemiyorum, özellikle de bu sıcakta. Sürekli gelip giden işçiler, lokantacı ablanın çalışanlarla diyalogları benim için harika gözlem malzemeleri.
Lokantacı ablanın kayınbiraderi de bisikletçiymiş ve 50’li yaşlarda olmasına rağmen uzun turlara çıkıyormuş. O bisikletçiyle tanışmak için tarif edilen markete gidiyorum ama kendisini göremiyorum, oğlu benimle ilgileniyor, soğuk su ve ayran ikram ediyor. Güzel dileklerle uğurluyor beni.
Saat öğleden sonra 2’yi geçiyor ve hava hala çok sıcak. Bu küçük Çanakkale ilçesini daha iyi tanımak istiyorum. İstanbullu’yu bir cami avlusuna emanet edip çarşıda dolanıyorum. Tarihi bir çınar altı kahvesinde soğuk limonata içiyorum. Sonunda tüm bu oyalanmalar meyvesini veriyor ve defterime bir şiir daha yazıyorum:
“…Sanki şu tepenin ardından sen çıkacaksın,
Sanki her susadığımda,
Seni içeceğim,
Serinsin, gölgesin,
Yakan güneşe inat,
Sanki tutuversen ellerimden,
Kanatlanıp uçacağım ardından…”
Şiir yazıldığına ve öğlen sıcağı atlatıldığına göre artık yola koyulma zamanı. Güneş kremi sürünüp rotamı belirledikten sonra ayrılıyorum bu insanları güzel ama yolları bozuk kasabadan.
Yaklaşık 20 km. pedalladıktan sonra ilk hedefim olan Ayvacık ilçesine varıyorum. Yollar temiz, düz ve sakin. Dik tepeler beni zorluyor; ama o tepeleri aşmanın da bir ödülü var elbette: Buz gibi taze karadut suyu. Ayvacık’tan sonra yollar pürüzleniyor, mıcırlaşıyor ve vakit de giderek daralmakta. Beni bir telaş sarıyor. Acaba güneş batmadan kamp alanına varabilecek miyim? Yoksa bu ıssız dağ başlarında kurda kuşa yem mi olacağım? İşte bunlar hep yeni yolların o tatlı telaşlı duyguları. Bu telaş vücudumdaki adrenali artırıyor ve ben giderek daha da acele ediyorum, pedallara daha bir hırsla asılıyorum.
Saat 7 gibi çıkışlar bitiyor ve artık sert inişler başlıyor. Ancak dikkatli olmalıyım, bilmediğim bu yollar hiç beklemediğim sürprizlere gebe olabilir. İşte bir anlık boşluğa düşmenin sonucunda az daha takla atıyordum! Saatte 40-45 km. hızla gidiyordum ve tarihi Assos antik kentinin girişini kaçırmayayım derken derin çukura düşmekten son anda kurtulabildim.
Kendimi toparlayıp dikkatimi tamamen yola verdikten 5 dakika sonra neredeyse 10 km.lik bir inişin ardından denizle buluşuyorum. İşte büyük buluşma! Güneşin batmasına yarım saat var ve ben sonunda denize varabildim. Durup dinleniyorum, şükrediyorum, sağ salim bu manzarayı görebildim. Tarifsiz, kelimelere sığmayan bir manzara bu ve onun içimde yarattığı huzur da anlatılamaz…
Sahil yolundan ağır ağır ilerliyorum, karşıma oteller, lokantalar, kamp alanları çıkıyor, yol giderek kalabalıklaşıyor. Hiçbir kampingi beğenmiyorum ve internetten gördüğüm Şamata Kamping’te konaklamaya karar veriyorum. Çadırımı harika deniz manzarası olan bir yere kuruyorum. Kamp lokantasında biraz pahalı da olsa, şimdi adını hatırlayamadığım, taze ve lezzetli balıklarla bugünümü ödüllendiriyorum. Km. saati bugün 70 km. pedal çevirdiğimi söylüyor. Yorgunum ama yine de kamp çalışanlarıyla ve çadır komşularımla çay içip sohbet etmeden günü bitiremem. Birbirimizle hikâyelerimizi paylaşıyoruz, birbirimizin zihninde çok küçük de olsa yer kaplıyoruz, birbirimizin yüreğine dokunuyoruz…
Gece yarısına doğru çadırıma çekiliyorum. Dalgaların ve rüzgârın tatlı ninnisi eşliğinde, içimde sonsuz bir huzurla derin bir uykuya bırakıyorum yorgun bedenimi, yüzümde hep belli belirsiz bir gülümseme…
Devamı kesinlikle gelecek…
8.Bölüm: Selam Olsun Zeytin’e, Kazdağı’na, Dostlara
Hedef: Ayvalık
Gün doğmadan uyanmak ve sabahın o huzur verici sessizliğini, o rahatlatıcı serinliğini, o dinlendiren sakinliğini yaşamak… Yaşamak ki basitçe ama tamamen insanca yaşamak…
Harika bir gün, çadırımı toplayıp duşun altında yıkıyorum. Eşyalarımı topladım, yollanmaya hazırım. Fakat önce bu güzel denizin tadını çıkarmalıyım. İskeleden yürüyüp denize giriyorum ve çarşaf gibi durgun, berrak ama biraz da serin Ege denizinin keyfine varıyorum. Yarım saat yüzdükten sonra çıkıyorum, enerjimi burada çok fazla harcamak istemiyorum, daha gidecek onlarca km. yolum var.
Saat 8 gibi asılıyorum pedallara. Zeytin ağaçlarıyla çevrili, sakin sahil yolundan aheste aheste gidiyorum. Henüz kahvaltı etmedim. Ciddi ciddi acıkınca, öğlen vakti kahvaltı yapmayı planlıyorum.
Anayola bağlandıktan sonra yolun kalabalığı ve tehlikesi artıyor. Emniyet şeridine bilinçsizce yapılan kaldırımlar yolu daraltıyor ve hızımı olumsuz etkiliyor. Edremit sınırını geçtim, artık sıcaklık da açlığım da giderek artıyor. Artık Kazdağı da görünüyor, yani mitolojik İda Dağı. Burası Edremit, yani Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” hikâyesinin geçtiği yer. Gördüğüm her şey zihnimde çağrışımlar zinciri oluşturuyor. Hayal gücümü tamamen serbest bırakıyorum. İçimde rengârenk bir cümbüş; anılar, dizeler, şarkılar, hayaller ve sevdicek…
Anayol trafiğinden sıkılıp bir yan yola sapıyorum ve hiç beklemediğim bir anda karşıma Altınoluk Öğretmenevi çıkıveriyor. Saat henüz 11 ve daha 25 km. kadar ilerleyebildim, 1 saat daha sürmeyi planlıyordum fakat yol üstünde başka öğretmenevi olmadığını anlayınca burada kahvaltı yapmaya karar veriyorum. 15 liraya güzel bir kahvaltı yapıp bol bol çay içiyorum. Yaklaşık 2 saat orada oyalandıktan sonra yeniden yola koyuluyorum. Güneş yakıyor, ama 50 faktör güneş kremi beni olabildiğince koruyor. Sık sık gölgede su molası veriyorum. Derken Akçay yakınlarında bir cami bahçesinde 1 saatlik bir mola veriyorum. Yanıma gelen topal bir kediyi seviyorum; ama onun için bir şey yapamadığım için üzülüyorum. Yeni bir şiir kitabına başlıyorum: İbrahim Tenekeci-Görmeden Ölmek. Gün boyu içimde biriken ilham tanelerinden bir şiir inşa etmeyi deniyorum:
“Yolda çocuklar var,
gülüşlerinde sen…
Yolda kadınlar var,
bakışlarında sen…
Yolda insanlar var,
vicdanlarında sen…”
Yol üstünde bisikletin sorunlu arka tekerleğini bir tamirciye daha gösteriyorum. “Jant yamulmuş.” diyor, çırak çocuk. Canım sıkılıyor; ama “Olsun ”diyorum, “Her şeye rağmen bu yolculuğu tamamlayacağım!”
Bir çay bahçesinde mola veriyorum, ham üzümlerin suyundan yapılan Koruk suyunu içiyorum. Güre sahilinde gezinirken karşıma bir müze çıkıyor: Sarıkız Kazdağı Etnografya Galerisi. Hemen içeri giriyorum. Müzede; Sabahattin Ali’den, Tuncel Kurtiz’e kadar bir şekilde yolu Edremitten geçen ünlülerin balmumu heykelleri; Kazdağlarının coğrafi ve tarihi özelliklerini anlatan görseller; zeytinciliğin tarihi, yöresel kıyafetler gibi pek çok değer sergileniyordu. Böyle bir müzeye rastladığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Birkaç küçük hediyelik eşya alıp müze müdürü ile lafladıktan sonra İstanbullu ile buluşup yeniden yollanıyoruz.
Saat 4’ü geçti, hızlanmam lazım, daha gidecek 30 km.’den fazla yolum var, diyerek tempoyu artırıyorum. Bu güzel turistik beldelerin tadını çıkaramadan ilerliyorum. Bir seyyar satıcıdan taze incir alıyorum, öğle yemeği niyetine yiyip enerjimi tazeliyorum. Şimdi artık hızlanabilirim. Altınkum ve Bahçelievler’i geçip Ayvalık yoluna giriyorum. Bir yokuşta çelik bisikletiyle ilerlemeye çalışan bir dayıya yoldaşlık ediyorum, düzlüğe gelene kadar onun hikâyesini dinliyorum, fikirlerine hak verip dertlerine ortak oluyorum. Yol üstünde çokça karadut suyu satılıyor. Bol bol içiyorum. Yokuşlar bitince rüzgârı da arkama alıp saatte yaklaşık 50-60 km. hızlarla Ayvalık’a giriş yapıyorum.
19 Ağustos akşamını 85 km. ile tamamladım. Ayvalık’ta çok sevdiğim bir öğretmen arkadaşım beni 2 gün 2 gece misafir ediyor. İlerleyen günlerde, Ayvalık’ı birlikte gezeceğiz. Buradan ona selam olsun. Eyvallah…
Devamı gelecek evelallah…