Jordanred Bisiklet Forması, Bisiklet Taytı ve Bisiklet Giyimine Dair Her Şey

Kille koyu macerasi 1

blade

Üye
Kayıt
19 Eylül 2004
Mesaj
28
Tepki
2
Şehir
ankara
(link)





Kille Koyu Macerası



Başta söylemem gereken birşey varsa, o da bu gezide mükemmel tecrübeler yaşadığımdır (iyi ve kötü anlamda) Son derece tehlikeli düşüşler, mükemmel manzaralar, eşsiz koylar, deniz seviyesinden kilometrelerce devam eden toprak yokuşlar, beynimi kaynatan haziran ortası öğle sıcağı, yerli halkla bir sürü muhabbet... Hepsine de sırayla geleceğim inşallah.. Hadi başlayalım.



Yine sabah erken kalma gibi benim için artık absürdleşmiş bir statükoyla ayağa kalktım. Saat 8 i biraz geçiyordu. Ama evden çıkmam 10 u buldu. Yine çılgın bir sıcak var tabiki dışarıda. Ege güneşi bulutsuz gökyüzünde toprağı buharlaştıracak gibi kızarıyor. Ben de direk olarak yokuşlarla başlıyorum geziye. Dalaman' dan Göcek 'e giden dağ yolundan (eski Fethiye yolu) çamlar arasından tırmanıyorum. Birkaç km’ lik bir çıkış olmasına rağmen henüz optimum ayarlarına erişememiş motoru (beni) zorluyor biraz. Sürüş stilim olduğu üzere bisikletin tekerlerinin havası normalden az olduğu için de yere bir güzel yapışıyor. Arada sırada fotoğraf çekmek için durduğumda artık anlıyorum, beynimin bir kısmının buharlaşacağını bu gezide. Yokuşları elimden geldiğince hızlı çıkarak yol ayrımına geliyorum. Arabanın giremeyeceği kadar bozuk olan bir yoldan aşağı yollanıyorum. Yolda arı kovanları var ama Allah'tan pek arı yok. Birkaç taneye rastlıyorum sadece. Daha gezimin başındayken binlerce arının saldırısına uğramak isteyebileceğim son şeylerden biri. Başıma gelmesini istemeyeceğim birçok şeyi ilerleyen saatlerde yaşayacağımdan habersiz ilerliyorum son derece bozuk ve çamur olmasın diye CD büyüklüğündeki taşların parke niyetine kullanıldığı bu yoldan.



Göcek’ e giden ve dağa tırmanan yoldan değil de buradan inen toprak yola girmek aslında bir nevi suçluluk ve kolaya kaçma duygusu uyandırıyor bende. Nasıl olsa buluruz bir yokuş da ödeşiriz diyerekten bir köye varıyorum. Köyde benim yaşlarımda bir elemanla 2 dakika muhabbet ediyorum. Yolun denize gittiğini, ben diyeyim 10 km sen de 20 km devam ettiğini, yoldaki arıların beni gebertmeyeceğini ve benzeri konuları açıklığa kavuşturduktan sonra pedallara yükleniyorum. Yol başlarda bozuk ve kaliteli bir jeep olmaksızın motorlu araçların girmesinin ayıp olduğu bir yolken sonraları sıradan bir sedan arabanın gidebileceği kadar rahatlıyor. Bu ne kardeşim, biz buraya dağa geldik, şu düştüğümüz duruma bak, diyorum, dağ bisikletiyle böyle yollardan gittiğimi kimseye çaktırmadan utancımı kenardaki boş dere yatağına gömüyorum. Yüksek ağaçlar parçalı bir gölge yaptığı için bir nebze olsun rahat gidiyorum. Kolay yol baydığı anda kendimi berbat bir patikadan bozma yola atıyorum. Buraya da jeep meep işleyecek gibi görünmüyor. Sadece şöyle delikanlısından bir motocross geçebilir diye düşünüyorum ve buradan sadece insan gücüyle, bisikletimle geçmekten ayrı bir keyif alıyorum. Hede hödö derken vardığım taşlı dere yatağından bisikleti elimde geçirmek zorunda kalıyorum. Su hiç de berrak değil, hatta garip bir şekilde yosunlu ve içilesi durmuyor. Su içen arıların da “Hieyt, birader” demesine fırsat bırakmadan kas hücrelerimde üretilen gücün pedal, dişli, zincir ve tekerler sayesinde yere aktarılmasıyla sonuna kadar hissettiğim torkun tadını çıkararak ilerlemeye başlıyorum. Arka tekerin geriye fırlattığı ufak taşların çıkardığı sesi az çok duyabiliyordum kulağımdaki mp3 lere rağmen. Yol araba giremeyecek hatta traktör vb. giremeyecek kadar kötü olduğundan artık ot kaplamış yerlerden geçiyorum ve birkaç kuru dere yatağından uçuyorum. Sonunda patika bitiyor ve asıl toprak yoluma kavuşuyorum. Bas bakalım doktor, diyerek tekrar hızı artırıyorum. Bu arada yol nedir, yokuş mu çıkıyorum, rakım durumum nedir hiç bilemiyorum çünkü garip bir şekilde düz yol olmasına rağmen beni tutan birşeyler olduğunu hissediyorum. Rüzgar desen değil, ama denize gidiyoruz, nedir bu.



O ne, bu ne derken yeni bir köye daha geliyorum. Belki eski köyün devamı olabilir ama o kadar da gittik, belki dağınık yerleşme vardır, hani arazi parçalı ya, coğrafya kitaplarından bir şey öğrendiysek onlardan biri de budur herhalde. Başlarım köyüne diyerek oradaki at, inek, börtü böcek resmi çekiyorum. Suyum azalmasına rağmen sıhhati konusunda şüpheye düştüğüm çeşmeyi es geçiyorum, halbuki göreceğim susuzluğun ne demek olduğunu, ya bak sıcak ama ne kadar sıcak anlatılmaz yaşanır, şu anda bunları yazarken bile güneşin yakıcılığını hissettim desem yalan olmaz. Sonuç olarak su tazelemeyerek günün süper hatalarından birini yapıyorum. Hafiften kendini belli eden deniz havasına doğru bırakıyorum kendimi.Bırakıyorum bırakmasına ama bisikletin böyle gideceği yok, tamam be tamam basıyoruz işte pedala, senin de hiç nazın çekilmiyor hea diyerek ilerliyorum çam kokulu çamların arasından. Bu çam kokulu çamlar mıydı yoksa bunlar çam değil ardıç mıydı, orasını bir türlü öğrenemedim ama işte her neyse, insanın beynini gıdıklayan bir kokusu var, fena değil yani öyle çok ahım şahım da değil ama.



Toprak yol birazcık daralıyor ve ben de tepelerin tepesine tırmanmaya başladığımızı fark ediyorum, ortalama hızım hatta hızım parabolik olarak düşüyor ve motor sıcaklığı artmaya hatta yer yer hararet yapmaya başlıyor. Yokuşlar devam ettikçe ve hararet arttıkça bazı gölgelerde durmaya çalışıyorum ki karbüratörü dağıtmayalım. İşte bu molalarda anlıyorum su doldurmayarak ne büyük bir abulobutluk yaptığımı. Buluruz bir çaresini diyorum, gerçi deniz suyunu içemeyeceğime ve bu dağ başında süpermarket bulamayacağıma göre nasıl bir çare bulacağım bir soru işareti olarak yandaki birkaç yüz metrelik şarampolden aşağı uçuyor. Ağaçlar, toprak yol, yer yer keçi sürülerinin tozlarla kaplanmasına neden olduğu ve benim içerisinden büyük keyif alarak ve tozutarak geçtiğim beyaz killi yollardan ilerliyorum. Bazen insek de genel olarak iflah kesici yokuşlar var. Sadece tek bir araba arkadan gelip geçiyor beni toprak yola girdim gireli. Yani trafik yok denecek kadar az. Her seferinde yok denecek kadar az deyiminin nasıl amaçsız bir kelime öbeği olduğunu düşünmüşümdür. Madem az, az de, yada madem yok, o zaman yok de, hem yok hem de az ise yada hem az hem de yok ‘un arasındaki bir nokta ise belirtmeye çalıştığın çok az de, ne bileyim ben, de bir şeyler ama şu tekno gençliğin ve word’ un habire kırmızıyla altını çizip durduğu şu yazımı mahvetme lütfen günümüz paradigması.



Gerçekten zorlandığımı söylemeden yokuşlar bitiyor ve mükemmel bir iniş başlıyor. Hatta öyle iniyoruz ki, diyorsun ki bu iniş anca ve kanca Ege denizinde son bulur. Ama inerken çakıl taşından biraz büyük ve yola saçılmış durumda olan, bisikletçi için ölümcül olan kayacıklardan kaçınmakla hız yapmak arasında kalan ben etraftaki ağaçlar arasından görünen denizi yeni fark ediyorum. Sadece ufak bir deniz kırıntısı ama iki ağaç arasından güzel görünüyor. Üşenmiyor bir fotoğraf çalıyorum hemen. Bekleyemiyorum daha fazla. Bu inişin tadına son damlasına kadar varmam gerekiyor. Saat güneşin ultraviyole maksimum açıyla düştüğü, o gözün retinasının kurutucu sıcaklığa doğru yaklaşırken ben Akdeniz’e karşı downhill yapıyordum. Gerçekten büyük stres altında tamamen kasılmış durumda hızla aşağı doğru ilerlerken, devamlı frenlediğim halde yamaçtan hızlanıyordum ve farkında olmadan bir kartpostalın içerisinden geçtim. Kamera açısından çıkıp sonra mahçup bir şekilde geri gelen çocuk misali geri geri gelince muhteşem manzaradan çıkan güneş ışınlarını yakaladım. Tek kelimeyle harika. 5-6 yat, tekne artık ne varsa hemen üşüşmüş tabiki bu güzelliğin başına. Harika, ama adını bile bilmediğim bir koy. İleride ve sağ tarafta Ege Denizi uzanıyor alabildiğine.
 
Scudo
Birkaç foto çalıyorum ve gürültülü rock melodileri eşliğinde adrenalin ve endorfin salgısına kaldığım yerden devam ediyorum. Mavi güneş gözlüğümün ardından kaçamak bakışlarla takip ettiğim Akdeniz’e doğru akarken bisikletin altımda dans ettiğini biliyordum ve en ufak bir hatamın bana pahalıya patlayacağını düşünmek istemiyordum. Akdeniz’e karşı downhill... Bir bisikletçi daha başka ne isteyebilir ki, diye düşünüyordum belki de. Çıkışı düşünmek gereksizdi şu anda, madem her halükarda burayı çıkacaktım, o zaman bu inişin keyfini mahvetmeye hakkı yoktu bu düşüncemin. Gelecek hakkında önceden kararlar verip durmaktan bıkmıştım artık ve önümdeki problemleri önceden düşünmekten bıkmıştım. Herşeyi zamanı gelince çözmek daha kolaydı çünkü bazen üzerinde saatlerce düşünüp kafa yorduğun bir sorun, o anda kaynağını anlayamadığın bir kolaylıkla bir anda şip şak çözülüyordu. Arka tekeri kilitleyen sert bir frenaj ve sol tarafta olası bir yangında bütün ağaçlarımız kül olmasın diye başına Amerikan hippi traşı yapılmış tepeye çıkmaya karar veriyorum. Zirvesinden itibaren y ekseni boyunca kırmızı toprağı gördüğüm, ağaçlar arasında daha üzerinde açan dozerin paletlerinin izlerinin bulunduğu son derece dik yola tırmanıyorum. Artan hararet, etrafımda Ege, manzaranın tadını çıkarıyorum. Suyum sıfırı görmek üzere. Bu yoldan bana hayır yok diyerek başka bir koya doğru çeviriyorum düşüncelerimi.



İçinde daha az gemi olan, belki 2-3 tane, son derece tatlı kumsalı metrelerce yukarıdan bile belli olan bir koya doğru inen çılgın yola atlıyorum. Yanımda yolları tarif eden bir co-pilot olmamasına rağmen elimden geldiğince hızlı inmeye çalışıyorum ama bazı yerlerde durarak manzaranın iyice tadına varmak istiyorum. Güzel noktalarda fotoğraf çekmeye hiç üşenmiyorum. Dağların, tepelerin zirvelerinden aşağıya doğru indikçe deniz büyüyor ve daha da güzelleşiyor. Etrafta insanların olduğunu görüyorum. Birkaç araba bozuk yollardan geçip buralara kadar gelebilmiş ve 2-3 tane yat demir atmış, keyif yapıyor. Ben de tahminen gürültülü bir şekilde iniyorum ve deniz seviyesine, sıfır seviyesine ulaşıyorum sonunda. Önce bir durup etrafı keyifle izlemek geliyor içimden ama şu anda susadığımdan daha öncelikli işim olarak hemen bir su bulmam gerektiği geliyor aklıma. Orada bulunan bir ailenin yanına gidiyor ve su istiyorum. Ufak çaplı bir muhabbet esnasında ailenin küçük çocuğu “Ağbi sen dağcı mısın? Bu kilometreyi mi ölçüyor? Nerden geliyorsun, nereye gidiyorsun? Uzayda hayat var mı?” gibi sorularıyla sıcaktan yoğurt kıvamına gelmiş beynimin o fotoğrafı çekilesi kıvrımlarını düzleştirmeye başladığından “Bana müsaade” deyip bir an önce ortamdan tüyüyorum.

Hemencecik geldiğim yoldan geri çıkacak halim yok, bu yüzden daha da ilerliyorum. Sohbet esnasında bu yol şuraya gider, buraya gider diyen hemşehrilerimin salladığını birazdan öğreniyorum. Yokuş toprak yol, o kadar bozuk ki, eski ve kaslı motorlara atlamış 2 abimi neredeyse geçecek gibi oluyorum. Yolun sonuna geldiğimizde ufak bir sorgu sual’den sonra onlarla da hemşehri çıkıyoruz ve yolun sonunun olmadığını büyük bir hüsranla görüyorum. Daha doğrusu son derece berbat bir patika var ama nereye gittiği ve nasıl gittiği belli olmayan bu yere bu sıcakta hiç giresim gelmiyor. Zaten şu ana kadar bile bana bir hafta belki bir ay yetecek kadar manzara gördüğümü düşünüyorum ve “Hadi eyvallah” nidalarıyla geriye doğru hızla basıyorum pedallara. Kumsalın önündeki hafif büyük ama yuvarlak hatlı taşlar üzerinden bale yaparak geçtikten sonra dehşet verici yokuşlara start veriyorum. İçimden bir ses bana bu mükemmel koyu denize elim bile değmeden terkediyorum, ayıptır günahtır, diyor. Ben de, tamam içimdeki ses, dur elimi değdirip geleyim diyorum ve gerçekten de elimi değdiriyorum denize. Hatta yüzümü bile yıkıyorum. Ama leş gibi tuz oluyor tabiki ağzım burnum. Hay ben bu işe diyorum, bari batmışken full yüzeyim biraz diye düşünüyorum, yokuşlara enerji kalmayacağından ve daha da fazlası “üşendiğimden” ve buraya yüzmek için gelmediğimden mavi senfoniyi kesmek zorunda kalıyorum.

Tekrar yokuşlara vuruyorum kendimi ve son derece laktik asit salgılattırıcı eğimleri sağımda deniz olduğu halde geçmeye başlıyorum. Engin maviliği izlerken denizin yükseldikçe mi daha da güzelleştiğini yoksa alçağa indikçe mi daha harika göründüğüne karar veremiyorum. Bu tip estetik ve son derece egzantirik felfesi araştırmalarımın hiçbir işe yaramadığını daha yokuşların bitmediğini görünce anlıyorum. Motor git gide hararet yapıyor ve suyum şimdiden suyunu çekmiş durumda. Birkaç yudum bari alayım diyorum, kaynama sıcaklığına yaklaşmış suyu önce tükürmek istiyorum sonra boşa gitmesin diye yutmak zorunda kalıyorum. “Böğk” diyerekten en yakın su kaynağına en kısa zamanda ulaşmam gerektiğini düşünüyorum artık ve pedallara yükleniyorum. Karşıdan birkaç araba geliyor aralıklarla, hatta bir tane de çok güzel, masmavi bir 4x4. Ben de artık zorlandığımı hissederek deniz seviyesinden yüzlerce metre yukarı doğru tırmanıyorum. Çekiş gücümün düştüğünü farkettiğimde, motorun sıcaklığını optimuma yaklaştırmak için gölgelerde mola veriyorum ve suyumun bittiğini hatırlamak istemiyorum, aklıma su içmek gelir diye düşüncelerimi düşüncelerimden kaçırıyorum.

Yokuşların sonu, sonunda göründüğünde ben de özledğim düz ve geniş toprak yoluma ulaşıyorum. Burada hızımı iyice artırıyorum artık, rüzgarın serinletme kuvvetini kullanmak istiyorum artık beynimin yoğurt kıvamından cacık kıvamına geçiren bu öğle sıcağında. Hızımı artırdığım bu anda, aniden suratıma mermi gibi bir şey çarpıyor. Bana doğru geldiğini gördüğüm çakıl taşından ufakça siyah bir obje ki büyük ihtimalle ağır bir böcek, onun ve benim hızlarım birleşince suratıma taş atılmışcasına çarpıyor.Son derece canım acımasına rağmen Allah’tan bisikletin kontrolünü kaybetmiyorum ve düşme tehlikesini atlatıyorum. M16 mermisi gibi yüzümde patlayan bu böceğin kör olduğu sonucuna vardıktan sonra yolculuğa devam ediyorum.

İlk çeşmede, giderken su almayarak süper bir iş yaptığım yerde duruyorum. İlk başlarda elimi yüzümü yıkıyorum ama böyle olmayacağını ve daha eğlenceli birşeyler yapmam gerektiğini farkediyorum ve 3-4 şişe suyu kafamdan aşağı boşaltıyorum. Gerçekten de süper eğlenceli olduğunu farkediyorum, işte bu diyorum. Baştan aşağı ıslanıyorum, başlarda biraz üşüyorum ama bu sıcakta bunlar yalan tabiki, inanmıyoruz. Yanımdan kaçmış bir eşek geçiyor. “Noluyoruz, nolduk, hea?” derken arkasından küfürler eşliğinde 70-80 yaşlarında bir dede geliyor. Ama nasıl küfürler, hayatımda duymadığım ve mantıkla bağdaşmayan ve bir eşeğe edilmeyecek küfürler, arada sırada kendine de ediyor küfür dedemiz, kendini çok kaptırdığından heralde. Bu kadar kötü lafın arasında Allah’tan bana da bir tanesi isabet etmiyor da 4 katım yaşındaki dedeyi pataklamak zorunda kalmıyorum. “Dedecim, gel sinirlenme bak burda su içiyor heyvan oğlu heyvan” , başta duymuyor ama sonradan bağırarak duyuruyorum. Eşeği yakalayınca keyfi yerine geldiğinden belki de , tatlı bir muhabbete başlıyoruz dedeye. Önce eşeğin nerelere kaçabileceğinden bahsediyor, ben de bizim oralara kaçar da ben görürsem, ona geri getireceğimi iddia ediyorum. Sonra dedeye koylar hakkında birkaç soru soruyorum. Gittiğim yeri tarif ediyorum, dedem oradan güzel yerler olduğunu söylüyor. Ben de yolu öğreniyorum. “Artık bu sefer iflahım kesildi dede, bir dahaki sefere giderim oraya da.” Diyorum ve dedeyi eşeğiyle başbaşa bırakıyorum, selam verip ortamdan ayrılıyorum. Üzerim ıslandığından başta biraz üşüsem de sonradan bu serinlik hoşuma gidiyor. Düzgün yoldan ilerliyorum ancak başta içinden geçerek geldiğim köye girmek yerine alternatif bir yoldan döneyim istiyorum. Geniş yola devam ediyorum ama uzun geniş bir yol, nereye gidiyor hiçbir fikrim yok. Eğer buradan tekrar Göcek’e yani deniz seviyesine inecek olursa artık oradan bir daha çıkamayıp, orada kalmaktan korkuyorum. O yüzden yolu soracak birilerini arıyorum. Sonunda anca 3-4 kere bağırınca duyurabildiğim Frigler, Lidyalılar zamanından kalma bir nineye rastlıyorum. “Teyze, nine (artık neyse işte) bu yol nereye gidiyor biliyor musun?” . Tam antikaya rastladık bakın siz şimdi diyaloğa:

- - - Hea?

- - - Yol nine yol, nireye gider bu?

- - - Sen nerelisin bakiym?

- - - Ya biryerliyim işte ninecim, şimdi buradayım, nereye gidiyor burası?

- - - Nerelisin sen, memleket nere?

- - - Burdur .. (ninenin pes etmeye niyeti yok, söyle kurtul)

- - - Sen bilmediğin yerden niye gidiyorsun*

- - - (Hasbinallah) Nine işte bak kem küm

- - - Bilmediğin yerde ne işin var?

- - - Nine napcan sen o yolu bu yol nereye gidiyor, Göcek’e mi Dalaman’a mı, Fethiye mi, Orta Asya mı nereye!?

- - - Bu yol böyle gidiyor.

- - - ?!

- - - Okuman yazman var mı?

- - - (Töbe estağfurullah) Var nine var, üniversitedeyim.

- - - (Azcık güler) Bu yoldan sola dönünce şu, sağa dönünce bu ...

- - - Heah sağol be ninecim (2 saattir uğraşıyoruz)

- - - Sen napıyon böyle bilmediğin yerde?

- - - Yahu nine hiç mi bilmediğin yere gitmiyorsun sen, öyle habire oturup duruyor musun burda, ben de öğrenmek için geldim hede hödö falan da filan . Hadi nine bana müsaade .

(Vınn)
 
Bugün amma orijinal insanlarla karşılaştım diyerek bir an önce olay mahallinden uzaklaşıyorum. Sonra ana yolu görünce yolumu buluyorum tabiki. Dalaman’a inen virajlı yoldan biraz gidiyorum ama bu geziyi böyle bitirmenin son derece banal olacağını düşünüyorum herhalde ki, hemen toprak bir yol bulup oraya sapıyorum ve dağın tepesine doğru adım adım tırmanmaya başlıyorum. Garip bir bitki kokusu geliyor, yoğun bir bitki kokusu ama ne olduğunu anlayamıyorum. Etrafta zakkumlar pembe pembe çiçek açmış ova manzaralı güzelim asfalt yolu bırakıp, bu abidik gubidik toprak yola neden geldim diyerekten ilerliyorum yukarı doğru.

Bayağı fazla potansiyel enerji depoladıktan sonra artık bir heyecan, bir aksiyon aramaya başlıyorum. Keçilerin açtığını tahmin ettiğim üzeri hafif tozlu ve kayalar arasından ilerleyen patikaya vuruyorum bisikleti. Dağın tam yamacında bir yol, son derece bisiklete uygun olmayan ama gidebildiğin kadar da fazla keyif veren bir patikamsı açıklıktan ilerliyorum. Yamaçta olduğu için de biraz eğimli sağ tarafa doğru, bisikleti sağa çeken bir şey var ama birkaç düşme tehlikesinden sonra anlıyorum üzerinde gittiğim yolun eğimli olduğunu. Etrafta Jurassic Park ağaçlarından var, çok yüksek ve içeri hiç güneş girmeyecek kadar sık. Yani kafanızın üzerinde dev bir tavan var, kapalı spor salonu gibi yukarıyı görebiliyorsunuz ama güneşin girişi yasak. Yapraklar tarafından fotosentezle glikoz yapımında kullanılıyor, benim cacıkla yoğurt arası yoğunluğa ulaşmış beynimi kaynatmaktan ziyade. Tek kelimeyle harika bir manzara eşliğinde ilerliyorum. Manzara derken dev Jurassic ağaçları arasından görünebildiği kadarıyla, yada görünmediği bu hali bile iyi. Üzerindeki toprağı aşınmış patikadan kafalarını çıkarmış kayaların sivri uçları arasından tehlike ve keyifle ilerliyorum. Bisiklet arada sırada aşağı doğru kaçmaya çalışıyor ama toparlamayı başarıyorum. Bu son derece eğlenceli yerden ilerleyerek bir kayanın içerisinden çıkan pınara rastlıyorum. Aslında su çok az ama soğuk ve tam içilebilir kıvamda. Yine beynime su soğutmalı sistem uyguluyorum, öğle sıcağında güneşi yemesem de atmosferdeki ısı birikimi de hararet konusunda yeterince iddialı. Serinledikten sonra devam ediyorum bilinmeze doğru. Aşağı uçmamaya çalışarak, becerikli dağ keçilerinin açtığı yoldan ilerliyorum. Dev ağaçların arasından, kayalar ve sivri taşlar üzerinden aşağı doğru akıyorum. Bu son derece keyifli yolculuk uzun bir süre devam ediyor ve dehşet bozuk yollardan ilerlemeye devam ediyorum. Tahminim bir arazi aracının açtığı diz derinliğinde patinaj izlerinden pedallıyorum. Birçok yol ayrımına geliyorum, onlarca patika etrafa dağılıyor ama ben en kafama esen taraftan gittiğim için belirli bir rota tutturmam mümkün olmuyor ve eğer geri dönmem gerekirse nereden geri döneceğim hakkında bir fikrim olmadan ilerliyorum. Ama genel olarak ne çok aşağı ne de çok yukarı gitmeden dağın yamacı boyunca ilerliyorum. Sonunda dağın arka tarafına geçtiğim zaman denizi görüyorum. Tahminim doğruysa burası Sarıgerme veya Ortaca kumsalları olmalı diyorum ve oraya doğru ilerleyen ve gittikçe ciddi anlamda bozulan yolu takip etmeyi bırakıyorum. Geri dönmeye karar veriyorum vermesine ama geldiğim yolu bulmanın hiç de kolay olmayacağını ilk birkaç dakika içerisinde anlıyorum. Bütün yollar Roma’ya çıkar teorisinden yola çıkıp , kendimi kaptırıyorum. Jurassic Park içerisinde kaybolmak içten bile değil, daha doğrusu birkaç yüz metrelik yolculuktan sonra kaybolduğumu kendime itiraf etmem gerektiğini farkediyorum.

Kontrolün hala bende olduğunu zannederek patikalardan ilerliyorum. Yeterince yamaçtan yol aldığımı düşünüp artık aşağıya doğru atılmak istiyorum ki bir şekilde bir yerlere çıkacağımı umaraktan. Biraz indikten sonra yolun bir yere varmadığını üzülerek görüyorum ve o kadar yolu geri çıkarıyorum. Daha sonra kafadan rota sallamaktan ziyade geldiğim yolu bulma üzerine yoğunlaşıyorum. Patikalardan karambole biraz ilerledikten sonra derin patinaj izlerini görünce seviniyorum. Buralardan da biryerlere doğru gidiyorum ama en azından artık yaklaşık olarak da olsa doğru iz üzerinde olduğuma inanıyorum. Yine bir yol ayrımı ve bir tarafı seçiyorum, gelirken yanından geçtiğim bir tarlaya geldiğimi zannediyorum, yanından çok zor bir yoldan ilerledikten sonra buranın orası olmadığını farkediyorum. Bisikleti elime alıp son derece dik yamaçtan yukarı çıkarmayı deniyorum ama yerdeki otlar çok kaygan her an düşüp ciddi bir şekilde yaralanabilirim. Bundan da vazgeçiyorum, yanlış seçimi yaptığım yol ayırımına geri gitmeye karar veriyorum ama geri giderken patikada sivri bir kayanın üzerinden kayan ön teker yüzünden hafif bir kaza geçirip sağ dizimde birkaç santimlik bir çizik atıyorum. Kanama olmaması beni sevindiriyor, sırf eğlence olsun diye bir yara bandı yapıştırıyorum. Yoluma devam ediyorum, yine bir seçim yapıyorum bu sefer geldiğim yön tarafına ilerliyorum ama nerede olduğum hakkında hiçbir bilgim yok. Tamamen olmasa da kaybolmuş durumdayım.

Yoğun bitki örtüsü arasında önümü görebildikçe bana tanıdık gelen patikaları seçerek ilerliyorum. Derken yine tanıdık görünen bir yol ayrımına geliyorum. Sanırım su içtiğim pınar yakınlarda. Artık onu bulmam kaçınılmaz oluyor ve biraz su içiyorum. Elimi yüzümü yıkarken gerçek anlamda yorulduğum ve bu günün yorgunluğunun ciddi anlamda canıma okuduğunu yavaş yavaş hareket etmemden anlıyorum. Ayrıca bu da dikkatsizliğe neden olup bu nerede olduğumu kendimin bile bilmediği dağ başında başıma bir kaza gelmemesi için dua ediyorum. Suyu doldurduktan sonra büyük yorgunluk ve bitkinlikle keçi yolundan ilerliyorum. Dalgınlıktan beni kendine doğru çeken uçuruma kaptırıyorum bir ara bisikleti ama uçmadan önce durmayı başarabiliyorum. Dikkatsizlik ve dalgınlık, yorgunluğun büyük etkisiyle canımı yakmaya çok yaklaşıyor.

Keçi yoluna saptığım yeri sonunda buluyorum ve patikadan kendimi dışarı atıyorum. Uzun bir aradan sonra güneş ışığını görüyorum, geldiğim yoldan geri tırmanmaya niyetim yok, artık buradan sonra kaybolma ihtimalim olmadığını düşünerek yola aşağı doğru devam ediyorum. Hemen bu gazla olacak ki, yumruktan biraz büyük yüzlerce taşın olduğu bu yamaçtan aşağı gereğinden fazla hızlı giriyorum. Bisiklet inanılmaz gürültüyle taşlar üzerinde zig zag çizerek ilerliyor. Kontrolden çıktığını farkediyorum, elim frene gitmeye korkuyor sadece arka freni biraz olsun sıkabiliyorum. Şu noktada ön tekerin kayması çok ama çok canımı yakabilir. Taşlar üzerinden uçarcasına geçiyorum ama hayatımda böylesine kontrolsüz hissettiğim bir an olmamıştır bisiklet üzerinde. Bisiklet git gide hızlanıyor ve ben birkaç metre önüme bakmaktan başka bir şey yapamıyorum. Belki ileriye bakmaya korkuyorum. Kanımdaki adrenalin inanılmaz artıyor, kesinlikle keyif aldığım bir olay yaşamıyorum şu anda çünkü burada düşmek ve bir tarafımı kırmak bugün başıma gelmesini isteyebileceğim en kötü şey olurdu heralde. Bisiklet git gide hızlanıyor ve ben de zaten kontrolümde olmayan makinanın yerinde durmadığını bir o tarafa bir bu tarafa gittiğini görünce bilgisayar oyunlarından fırlamış bir yeniçeri edasıyla “Allah Allah” diyerekten aşağı doğru hızla gidiyorum. Zaten pata küte güm çat pat diye ilerlerken ön tekere gelen sivri bir taş “snake bite” diye adlandırdığımız patlağa neden oluyor. İç lastik jant ve taş arasında kalıp eziliyor ve derin bir yarıkla içindeki hava hemen boşalıyor. Bundan sonra sanki teneke üzerinde gidermiş gibi bir metal sesiyle ilerliyorum yamaçtan aşağı. Ne olduğunu ilk başta anlayamıyorum ama son derece tehlike dolu ve can yakabilecek bu taşlık yamaçtan aşağı sağ salim inmeyi başarıyorum. Bisikleti durdurabildiğim ilk anda kendimi bir tarafa atıyorum ve indiğim yere bakıyorum. Nasıl böyle bir hata yapabildim, yada yaptığım hata neydi, önüme düzgünce bakmadan mı girdim, yine mi dikkatsizlik... Her neyse, diyorum çok şükür düşmeden atlattık, ecel terleri döktük ama olsun. Ön teker aliminyum jant sesinden farkettiğim üzere yerde. Önce biraz kendime geliyorum. Hala halsizlik ve yorgunluk durumum canımı okuyor. Burada daha fazla zaman kaybetmek istemiyorum. Son derece sinir bozucu at sineklerinin izin verdiği müddet bekledikten sonra ön tekeri tamir etmeye başlıyorum. Yedek lastiği takıp hava basmam uzun sürmüyor. Ayarları tam olarak yaptıktan sonra eşyalarımı toplayıp yamaçtan kaldığım yerden devam ediyorum. Tabiki bu taşlı bölgeyi çoktan atlattık. Artık patika benzeri bir keçi yoluna atıyorum kendimi ve buradan aşağı son derece temkinli iniyorum. Yol ne kadar kolay görünse de pür dikkat etrafı dikkatlice izliyerek ilerliyorum. Bu şekilde uzun bir yolculuktan sonra yeterince potansiyel enerji kaybetmişken asıl ulaşmak istediğim asfalt yola ulaşıyorum. Buraya gelince derin bir rahatlamayla beraber kendimi yorgun bir şekilde manzaraya doğru bırakıyorum.

Etrafımdan kayan ağaçların arasından ova görünüyor ve yemyeşil dağlar... Gerçekten son derece uç bir gezi olmuştu bu benim için, ciddi tehlikeler hem de çok ciddi tehlikeler atlatmıştım ve mükemmel yerler keşfetmiştim. İnsanların dışarı çıkmaya cesaret edemeyecekleri bu öğle sıcağında deli gibi yokuşları bisikletle aşmıştım, insanların girmekte pek bir amaç görmeyecekleri yerler keşfetmiştim ve çok sükür kazasız belasız atlatmıştım. Hem bütün bu güzellikler, yanında bana aslında neye patladığını gösterircesine kaza tehlikeleriyle beraber zihnimin en renkli hatıra defteri sayfalarına yazılmıştı bile.



Burak Bakay

BLaDe



......


.


kille fotograflari icin

(link)

dosyasini indirebilirsiniz.


......
 
Geri