(link)
Kille Koyu Macerası
Başta söylemem gereken birşey varsa, o da bu gezide mükemmel tecrübeler yaşadığımdır (iyi ve kötü anlamda) Son derece tehlikeli düşüşler, mükemmel manzaralar, eşsiz koylar, deniz seviyesinden kilometrelerce devam eden toprak yokuşlar, beynimi kaynatan haziran ortası öğle sıcağı, yerli halkla bir sürü muhabbet... Hepsine de sırayla geleceğim inşallah.. Hadi başlayalım.
Yine sabah erken kalma gibi benim için artık absürdleşmiş bir statükoyla ayağa kalktım. Saat 8 i biraz geçiyordu. Ama evden çıkmam 10 u buldu. Yine çılgın bir sıcak var tabiki dışarıda. Ege güneşi bulutsuz gökyüzünde toprağı buharlaştıracak gibi kızarıyor. Ben de direk olarak yokuşlarla başlıyorum geziye. Dalaman' dan Göcek 'e giden dağ yolundan (eski Fethiye yolu) çamlar arasından tırmanıyorum. Birkaç km’ lik bir çıkış olmasına rağmen henüz optimum ayarlarına erişememiş motoru (beni) zorluyor biraz. Sürüş stilim olduğu üzere bisikletin tekerlerinin havası normalden az olduğu için de yere bir güzel yapışıyor. Arada sırada fotoğraf çekmek için durduğumda artık anlıyorum, beynimin bir kısmının buharlaşacağını bu gezide. Yokuşları elimden geldiğince hızlı çıkarak yol ayrımına geliyorum. Arabanın giremeyeceği kadar bozuk olan bir yoldan aşağı yollanıyorum. Yolda arı kovanları var ama Allah'tan pek arı yok. Birkaç taneye rastlıyorum sadece. Daha gezimin başındayken binlerce arının saldırısına uğramak isteyebileceğim son şeylerden biri. Başıma gelmesini istemeyeceğim birçok şeyi ilerleyen saatlerde yaşayacağımdan habersiz ilerliyorum son derece bozuk ve çamur olmasın diye CD büyüklüğündeki taşların parke niyetine kullanıldığı bu yoldan.
Göcek’ e giden ve dağa tırmanan yoldan değil de buradan inen toprak yola girmek aslında bir nevi suçluluk ve kolaya kaçma duygusu uyandırıyor bende. Nasıl olsa buluruz bir yokuş da ödeşiriz diyerekten bir köye varıyorum. Köyde benim yaşlarımda bir elemanla 2 dakika muhabbet ediyorum. Yolun denize gittiğini, ben diyeyim 10 km sen de 20 km devam ettiğini, yoldaki arıların beni gebertmeyeceğini ve benzeri konuları açıklığa kavuşturduktan sonra pedallara yükleniyorum. Yol başlarda bozuk ve kaliteli bir jeep olmaksızın motorlu araçların girmesinin ayıp olduğu bir yolken sonraları sıradan bir sedan arabanın gidebileceği kadar rahatlıyor. Bu ne kardeşim, biz buraya dağa geldik, şu düştüğümüz duruma bak, diyorum, dağ bisikletiyle böyle yollardan gittiğimi kimseye çaktırmadan utancımı kenardaki boş dere yatağına gömüyorum. Yüksek ağaçlar parçalı bir gölge yaptığı için bir nebze olsun rahat gidiyorum. Kolay yol baydığı anda kendimi berbat bir patikadan bozma yola atıyorum. Buraya da jeep meep işleyecek gibi görünmüyor. Sadece şöyle delikanlısından bir motocross geçebilir diye düşünüyorum ve buradan sadece insan gücüyle, bisikletimle geçmekten ayrı bir keyif alıyorum. Hede hödö derken vardığım taşlı dere yatağından bisikleti elimde geçirmek zorunda kalıyorum. Su hiç de berrak değil, hatta garip bir şekilde yosunlu ve içilesi durmuyor. Su içen arıların da “Hieyt, birader” demesine fırsat bırakmadan kas hücrelerimde üretilen gücün pedal, dişli, zincir ve tekerler sayesinde yere aktarılmasıyla sonuna kadar hissettiğim torkun tadını çıkararak ilerlemeye başlıyorum. Arka tekerin geriye fırlattığı ufak taşların çıkardığı sesi az çok duyabiliyordum kulağımdaki mp3 lere rağmen. Yol araba giremeyecek hatta traktör vb. giremeyecek kadar kötü olduğundan artık ot kaplamış yerlerden geçiyorum ve birkaç kuru dere yatağından uçuyorum. Sonunda patika bitiyor ve asıl toprak yoluma kavuşuyorum. Bas bakalım doktor, diyerek tekrar hızı artırıyorum. Bu arada yol nedir, yokuş mu çıkıyorum, rakım durumum nedir hiç bilemiyorum çünkü garip bir şekilde düz yol olmasına rağmen beni tutan birşeyler olduğunu hissediyorum. Rüzgar desen değil, ama denize gidiyoruz, nedir bu.
O ne, bu ne derken yeni bir köye daha geliyorum. Belki eski köyün devamı olabilir ama o kadar da gittik, belki dağınık yerleşme vardır, hani arazi parçalı ya, coğrafya kitaplarından bir şey öğrendiysek onlardan biri de budur herhalde. Başlarım köyüne diyerek oradaki at, inek, börtü böcek resmi çekiyorum. Suyum azalmasına rağmen sıhhati konusunda şüpheye düştüğüm çeşmeyi es geçiyorum, halbuki göreceğim susuzluğun ne demek olduğunu, ya bak sıcak ama ne kadar sıcak anlatılmaz yaşanır, şu anda bunları yazarken bile güneşin yakıcılığını hissettim desem yalan olmaz. Sonuç olarak su tazelemeyerek günün süper hatalarından birini yapıyorum. Hafiften kendini belli eden deniz havasına doğru bırakıyorum kendimi.Bırakıyorum bırakmasına ama bisikletin böyle gideceği yok, tamam be tamam basıyoruz işte pedala, senin de hiç nazın çekilmiyor hea diyerek ilerliyorum çam kokulu çamların arasından. Bu çam kokulu çamlar mıydı yoksa bunlar çam değil ardıç mıydı, orasını bir türlü öğrenemedim ama işte her neyse, insanın beynini gıdıklayan bir kokusu var, fena değil yani öyle çok ahım şahım da değil ama.
Toprak yol birazcık daralıyor ve ben de tepelerin tepesine tırmanmaya başladığımızı fark ediyorum, ortalama hızım hatta hızım parabolik olarak düşüyor ve motor sıcaklığı artmaya hatta yer yer hararet yapmaya başlıyor. Yokuşlar devam ettikçe ve hararet arttıkça bazı gölgelerde durmaya çalışıyorum ki karbüratörü dağıtmayalım. İşte bu molalarda anlıyorum su doldurmayarak ne büyük bir abulobutluk yaptığımı. Buluruz bir çaresini diyorum, gerçi deniz suyunu içemeyeceğime ve bu dağ başında süpermarket bulamayacağıma göre nasıl bir çare bulacağım bir soru işareti olarak yandaki birkaç yüz metrelik şarampolden aşağı uçuyor. Ağaçlar, toprak yol, yer yer keçi sürülerinin tozlarla kaplanmasına neden olduğu ve benim içerisinden büyük keyif alarak ve tozutarak geçtiğim beyaz killi yollardan ilerliyorum. Bazen insek de genel olarak iflah kesici yokuşlar var. Sadece tek bir araba arkadan gelip geçiyor beni toprak yola girdim gireli. Yani trafik yok denecek kadar az. Her seferinde yok denecek kadar az deyiminin nasıl amaçsız bir kelime öbeği olduğunu düşünmüşümdür. Madem az, az de, yada madem yok, o zaman yok de, hem yok hem de az ise yada hem az hem de yok ‘un arasındaki bir nokta ise belirtmeye çalıştığın çok az de, ne bileyim ben, de bir şeyler ama şu tekno gençliğin ve word’ un habire kırmızıyla altını çizip durduğu şu yazımı mahvetme lütfen günümüz paradigması.
Gerçekten zorlandığımı söylemeden yokuşlar bitiyor ve mükemmel bir iniş başlıyor. Hatta öyle iniyoruz ki, diyorsun ki bu iniş anca ve kanca Ege denizinde son bulur. Ama inerken çakıl taşından biraz büyük ve yola saçılmış durumda olan, bisikletçi için ölümcül olan kayacıklardan kaçınmakla hız yapmak arasında kalan ben etraftaki ağaçlar arasından görünen denizi yeni fark ediyorum. Sadece ufak bir deniz kırıntısı ama iki ağaç arasından güzel görünüyor. Üşenmiyor bir fotoğraf çalıyorum hemen. Bekleyemiyorum daha fazla. Bu inişin tadına son damlasına kadar varmam gerekiyor. Saat güneşin ultraviyole maksimum açıyla düştüğü, o gözün retinasının kurutucu sıcaklığa doğru yaklaşırken ben Akdeniz’e karşı downhill yapıyordum. Gerçekten büyük stres altında tamamen kasılmış durumda hızla aşağı doğru ilerlerken, devamlı frenlediğim halde yamaçtan hızlanıyordum ve farkında olmadan bir kartpostalın içerisinden geçtim. Kamera açısından çıkıp sonra mahçup bir şekilde geri gelen çocuk misali geri geri gelince muhteşem manzaradan çıkan güneş ışınlarını yakaladım. Tek kelimeyle harika. 5-6 yat, tekne artık ne varsa hemen üşüşmüş tabiki bu güzelliğin başına. Harika, ama adını bile bilmediğim bir koy. İleride ve sağ tarafta Ege Denizi uzanıyor alabildiğine.
Kille Koyu Macerası
Başta söylemem gereken birşey varsa, o da bu gezide mükemmel tecrübeler yaşadığımdır (iyi ve kötü anlamda) Son derece tehlikeli düşüşler, mükemmel manzaralar, eşsiz koylar, deniz seviyesinden kilometrelerce devam eden toprak yokuşlar, beynimi kaynatan haziran ortası öğle sıcağı, yerli halkla bir sürü muhabbet... Hepsine de sırayla geleceğim inşallah.. Hadi başlayalım.
Yine sabah erken kalma gibi benim için artık absürdleşmiş bir statükoyla ayağa kalktım. Saat 8 i biraz geçiyordu. Ama evden çıkmam 10 u buldu. Yine çılgın bir sıcak var tabiki dışarıda. Ege güneşi bulutsuz gökyüzünde toprağı buharlaştıracak gibi kızarıyor. Ben de direk olarak yokuşlarla başlıyorum geziye. Dalaman' dan Göcek 'e giden dağ yolundan (eski Fethiye yolu) çamlar arasından tırmanıyorum. Birkaç km’ lik bir çıkış olmasına rağmen henüz optimum ayarlarına erişememiş motoru (beni) zorluyor biraz. Sürüş stilim olduğu üzere bisikletin tekerlerinin havası normalden az olduğu için de yere bir güzel yapışıyor. Arada sırada fotoğraf çekmek için durduğumda artık anlıyorum, beynimin bir kısmının buharlaşacağını bu gezide. Yokuşları elimden geldiğince hızlı çıkarak yol ayrımına geliyorum. Arabanın giremeyeceği kadar bozuk olan bir yoldan aşağı yollanıyorum. Yolda arı kovanları var ama Allah'tan pek arı yok. Birkaç taneye rastlıyorum sadece. Daha gezimin başındayken binlerce arının saldırısına uğramak isteyebileceğim son şeylerden biri. Başıma gelmesini istemeyeceğim birçok şeyi ilerleyen saatlerde yaşayacağımdan habersiz ilerliyorum son derece bozuk ve çamur olmasın diye CD büyüklüğündeki taşların parke niyetine kullanıldığı bu yoldan.
Göcek’ e giden ve dağa tırmanan yoldan değil de buradan inen toprak yola girmek aslında bir nevi suçluluk ve kolaya kaçma duygusu uyandırıyor bende. Nasıl olsa buluruz bir yokuş da ödeşiriz diyerekten bir köye varıyorum. Köyde benim yaşlarımda bir elemanla 2 dakika muhabbet ediyorum. Yolun denize gittiğini, ben diyeyim 10 km sen de 20 km devam ettiğini, yoldaki arıların beni gebertmeyeceğini ve benzeri konuları açıklığa kavuşturduktan sonra pedallara yükleniyorum. Yol başlarda bozuk ve kaliteli bir jeep olmaksızın motorlu araçların girmesinin ayıp olduğu bir yolken sonraları sıradan bir sedan arabanın gidebileceği kadar rahatlıyor. Bu ne kardeşim, biz buraya dağa geldik, şu düştüğümüz duruma bak, diyorum, dağ bisikletiyle böyle yollardan gittiğimi kimseye çaktırmadan utancımı kenardaki boş dere yatağına gömüyorum. Yüksek ağaçlar parçalı bir gölge yaptığı için bir nebze olsun rahat gidiyorum. Kolay yol baydığı anda kendimi berbat bir patikadan bozma yola atıyorum. Buraya da jeep meep işleyecek gibi görünmüyor. Sadece şöyle delikanlısından bir motocross geçebilir diye düşünüyorum ve buradan sadece insan gücüyle, bisikletimle geçmekten ayrı bir keyif alıyorum. Hede hödö derken vardığım taşlı dere yatağından bisikleti elimde geçirmek zorunda kalıyorum. Su hiç de berrak değil, hatta garip bir şekilde yosunlu ve içilesi durmuyor. Su içen arıların da “Hieyt, birader” demesine fırsat bırakmadan kas hücrelerimde üretilen gücün pedal, dişli, zincir ve tekerler sayesinde yere aktarılmasıyla sonuna kadar hissettiğim torkun tadını çıkararak ilerlemeye başlıyorum. Arka tekerin geriye fırlattığı ufak taşların çıkardığı sesi az çok duyabiliyordum kulağımdaki mp3 lere rağmen. Yol araba giremeyecek hatta traktör vb. giremeyecek kadar kötü olduğundan artık ot kaplamış yerlerden geçiyorum ve birkaç kuru dere yatağından uçuyorum. Sonunda patika bitiyor ve asıl toprak yoluma kavuşuyorum. Bas bakalım doktor, diyerek tekrar hızı artırıyorum. Bu arada yol nedir, yokuş mu çıkıyorum, rakım durumum nedir hiç bilemiyorum çünkü garip bir şekilde düz yol olmasına rağmen beni tutan birşeyler olduğunu hissediyorum. Rüzgar desen değil, ama denize gidiyoruz, nedir bu.
O ne, bu ne derken yeni bir köye daha geliyorum. Belki eski köyün devamı olabilir ama o kadar da gittik, belki dağınık yerleşme vardır, hani arazi parçalı ya, coğrafya kitaplarından bir şey öğrendiysek onlardan biri de budur herhalde. Başlarım köyüne diyerek oradaki at, inek, börtü böcek resmi çekiyorum. Suyum azalmasına rağmen sıhhati konusunda şüpheye düştüğüm çeşmeyi es geçiyorum, halbuki göreceğim susuzluğun ne demek olduğunu, ya bak sıcak ama ne kadar sıcak anlatılmaz yaşanır, şu anda bunları yazarken bile güneşin yakıcılığını hissettim desem yalan olmaz. Sonuç olarak su tazelemeyerek günün süper hatalarından birini yapıyorum. Hafiften kendini belli eden deniz havasına doğru bırakıyorum kendimi.Bırakıyorum bırakmasına ama bisikletin böyle gideceği yok, tamam be tamam basıyoruz işte pedala, senin de hiç nazın çekilmiyor hea diyerek ilerliyorum çam kokulu çamların arasından. Bu çam kokulu çamlar mıydı yoksa bunlar çam değil ardıç mıydı, orasını bir türlü öğrenemedim ama işte her neyse, insanın beynini gıdıklayan bir kokusu var, fena değil yani öyle çok ahım şahım da değil ama.
Toprak yol birazcık daralıyor ve ben de tepelerin tepesine tırmanmaya başladığımızı fark ediyorum, ortalama hızım hatta hızım parabolik olarak düşüyor ve motor sıcaklığı artmaya hatta yer yer hararet yapmaya başlıyor. Yokuşlar devam ettikçe ve hararet arttıkça bazı gölgelerde durmaya çalışıyorum ki karbüratörü dağıtmayalım. İşte bu molalarda anlıyorum su doldurmayarak ne büyük bir abulobutluk yaptığımı. Buluruz bir çaresini diyorum, gerçi deniz suyunu içemeyeceğime ve bu dağ başında süpermarket bulamayacağıma göre nasıl bir çare bulacağım bir soru işareti olarak yandaki birkaç yüz metrelik şarampolden aşağı uçuyor. Ağaçlar, toprak yol, yer yer keçi sürülerinin tozlarla kaplanmasına neden olduğu ve benim içerisinden büyük keyif alarak ve tozutarak geçtiğim beyaz killi yollardan ilerliyorum. Bazen insek de genel olarak iflah kesici yokuşlar var. Sadece tek bir araba arkadan gelip geçiyor beni toprak yola girdim gireli. Yani trafik yok denecek kadar az. Her seferinde yok denecek kadar az deyiminin nasıl amaçsız bir kelime öbeği olduğunu düşünmüşümdür. Madem az, az de, yada madem yok, o zaman yok de, hem yok hem de az ise yada hem az hem de yok ‘un arasındaki bir nokta ise belirtmeye çalıştığın çok az de, ne bileyim ben, de bir şeyler ama şu tekno gençliğin ve word’ un habire kırmızıyla altını çizip durduğu şu yazımı mahvetme lütfen günümüz paradigması.
Gerçekten zorlandığımı söylemeden yokuşlar bitiyor ve mükemmel bir iniş başlıyor. Hatta öyle iniyoruz ki, diyorsun ki bu iniş anca ve kanca Ege denizinde son bulur. Ama inerken çakıl taşından biraz büyük ve yola saçılmış durumda olan, bisikletçi için ölümcül olan kayacıklardan kaçınmakla hız yapmak arasında kalan ben etraftaki ağaçlar arasından görünen denizi yeni fark ediyorum. Sadece ufak bir deniz kırıntısı ama iki ağaç arasından güzel görünüyor. Üşenmiyor bir fotoğraf çalıyorum hemen. Bekleyemiyorum daha fazla. Bu inişin tadına son damlasına kadar varmam gerekiyor. Saat güneşin ultraviyole maksimum açıyla düştüğü, o gözün retinasının kurutucu sıcaklığa doğru yaklaşırken ben Akdeniz’e karşı downhill yapıyordum. Gerçekten büyük stres altında tamamen kasılmış durumda hızla aşağı doğru ilerlerken, devamlı frenlediğim halde yamaçtan hızlanıyordum ve farkında olmadan bir kartpostalın içerisinden geçtim. Kamera açısından çıkıp sonra mahçup bir şekilde geri gelen çocuk misali geri geri gelince muhteşem manzaradan çıkan güneş ışınlarını yakaladım. Tek kelimeyle harika. 5-6 yat, tekne artık ne varsa hemen üşüşmüş tabiki bu güzelliğin başına. Harika, ama adını bile bilmediğim bir koy. İleride ve sağ tarafta Ege Denizi uzanıyor alabildiğine.