Tur tanıtım yazısından anlaşılacağı üzere İstanbul'un gerdanlığı sayılacak Boğaziçi'ni her iki yakasından baştan sona pedallamış olduk. Ayrılırken Bülent tur yazısını sen yaz dedi. İstemedim, malzemem yok dedim ama 'sen iyi yazıyorsun' yollu gazlamalarla 'hadi bakalım' dedim.
Trafikte sürmeyle hiç aram yok. Yani sürüyorum da keyif almıyorum. Bu nedenle bu turu pek düşünmemekle birlikte boğazı sevdiğim için ve bunu bir kez yapmış olmak için katılmaya karar verdim. Trafikte sürebilenler için çok zor olmayan bir rota. Boğazın kuzey uçları hala görülmeye değer. Hatta çok da geç kalınmamalı.
Eğer boğaz hakkında bilginiz, anınız yoksa ve pek durmaksızın yol yapıyorsanız sıradan bir turdur ve açıkçası çok da yazacak bir şey olmaz. Ama hem sürerken, hem de döndükten sonra kafamın içinde cirit atan, hafızamın derinliklerini deşen bazı düşünceleri katarak geziyi şöyle anlatayım dedim.
Not: Bol miktarda öznel geyik içerir ki ilginiz yoksa koyu renklileri okuyunuz, ruh sağlığınızı koruyunuz...
Beşiktaş'ta Kadıköy iskelesinde vapurdan inip adını telaffuz edemediğim otelin önünden geçerek turumuzun ilk pedalını basıyoruz. İlk ürpermeler de burada başlıyor diyebilirim. Nasıl olmasın? Daha 15 yaşında bıyıkları yeni terleyen bir lise öğrencisiyken bu binanın içindeki bilgisayar firmasının kapısını çalıp 'bize doküman verin, takıldık' dediğimizde o zamanki abiler 'nasıl yani' bakışlarını fırlatmıştı üzerimize. 28-29 yıl önce. E, o zaman otel değil, burası tütün deposundan işhanına çevrilmiş, irili ufaklı bir sürü işyeri ile dolu eski bir bina idi.
Deniz Müzesi'nin önünden trafiğe giriyoruz ve mücadele başlıyor. Ben diğer arkadaşlar kadar cengaver olmadığım için herhalde, Ortaköy'e kadar bir iki kez durup beni bekliyorlar, sağ olsunlar. Yıldız Parkı girişinden geçerken 'gitmeyeli ne çok olmuş' diye düşünüyorum, yine aklımın kenarından hınzır lise yılları geçiveriyor, bir tek bilgisayarla uğraşmadık tabii

Detaya girmeyeceğim, merak edenler için bkz. Yılmaz Erdoğan'ın platonik dikenleri.
Ortaköy'e dalıp trafikten bir süre kendimizi kurtarırken, ilk molamızı (fotoğraflı) vermiş oluyoruz. Herkes bayılır Ortaköy'e, ben bir türlü sevemedim. Evet manzara, köprü, şık cami, kafeler, el işi satıcıları, ama yok, sevemedim.
Kısa moladan sonra yola devam. Trafik biraz rahatlıyor. Hava şansımıza güzel. Arnavutköy'e varınca manzara, fotoğraf aşkına bir mola daha verdirtiyor. Balık tutanların (tutmaya çalışanların) arasında birkaç poz daha. Balık öyle tutulmaz ki kardeş. Bak kilidi açmadın, aldı boğaz bir çaparini daha. Sabah altıda ineceksin sahile bir kere. Mantara sarılmış misinanın ucuna onlu çapariyi bağlayıp akıntıya göre 100'lük, 150'lik kurşunla iki üç tur çevirip elle atacaksın. Sonra kurşunu dibe değdirmeden usulca çekeceksin. Ağırlaşıyor mu, doldu demektir livarın. Güneş yükseliyor, artık yüzme vakti. Balık yok mu o gün? Dalıp çıkarıver biraz midye. Bir teneke üzerinde 10 dakikada öğle yemeği. Şimdilerde kraçelere istavrit diyorlar...
Tekrar düşüyoruz yola, sırasıyla Bebek, Aşiyan, R.Hisarı, Baltalimanı. Sürücüler genelde sorun çıkarmıyor. Aşiyan'da Attila İlhan'a çaktırmadan göz kırpıyoruz Orhan Veli'yle karşılıklı. Ah, bizi de bu havalar mı mahvedecek? Emirgan'a gelmeden bir kısa mola daha. İşte karşıda çocukluğumun geçtiği Kanlıca, kooperatif evleri. Bizim kooperatif de ne anasının gözüymüş, yetmişlerde konduğu araziye bak. Şimdinin rantiyelerinin ağzının suyu akıyordur...
Tekrar pedalla Emirgan'dan İstinye'ye doğru geçiyoruz. Yol hala rahat, grup toplu ilerliyor. Emirgan ve İstinye salonumuzun penceresinden yıllarca keyifle seyrettiğim semtlerdi. Emirgan korusunun dört mevsimi, özellikle baharda erguvanlarla eflatuna boyanması. İstinye koyunda şimdilerde yüzlerce şık tekne bağlı. Ben ise küçüklüğümde şimdi yerinde yeller esen tersanenin havuzunda gemilerin ağır ağır kızağa çekilişlerini izlemeyi çok severdim. Emirgan'da bir de Sakıp Sabancı müzesi var ki gezmeye değer, çocuklar için de güzel etkinlikleri oluyor, tavsiye edilir.
İstinye'den Yeniköy'e geçerken denizden ayrılıyoruz. Zira burada Arnavutköy'deki gibi bir kazıklı yol olmadığı için deniz kenarı yalılara ait. Oranın kazıkları denize mi yalı sahiplerine mi çakılmış, tartışılır. Ama buradakiler şanslı, malum birisi de Tansu Çiller'e ait. Yine de severim Yeniköy'ü. Zira 4 sene boyunca, yılda üç mevsim, Beykoz'dan motorla buraya geçip minibüsle Ayazağa kampüsüne çıkmıştım. İşte iskele sokağı. Denize dik, ucu denizde biten sokaklara bayılırım.
Artık pek yavaşlamıyor ve durmuyoruz. Trafik de iyice rahatlıyor. Tarabya, Büyükdere derken Sarıyer'deyiz. Gençleri tutmasam basıp gidecekler. Neyse ki durduruyorum da Sarıyer'e gelmişken börek yemeden olmaz deyip çay eşliğinde böreklerimizi gövdeye indiriyoruz.
Tok karınla, az gayretle R. Kavağı'na varıyoruz. 11:10'da Beşiktaş'tan çıkmıştık. Saat 13:35. Vapura 2 saatten fazla var. Bülent'in R. Feneri önerisi rampa uyarısına rağmen itirazsız kabul edilince tekrar yola düşüyoruz. Minibüs şoförünün yolu tarif ederkenki bıyıkaltı gülmesi hepimizin dikkatinden kaçarken, önceleri ara sokaklardan tatlı talı kıvrılan yol rampaya vurunca ayıkıyoruz. Biz ki Sudüşen'i fethetmişiz bize koymaz derdik ama -Cihan hariç- hepimizi silkeliyor. En dik kısmı çıktıktan sonra rampalar hafifleyerek devam ediyor. Ama bu rotanın en güzel sürüşü de bu aradaki yol olsa gerek. Yapılar bitiyor, iki taraf yeşillik, bazen orman.
Derken içimin cız ettiği yerdeyiz. O güzelim yeşillikleri bir neşter gibi yaran, 3. köprü bağlantıları için açılmış geniş inşaat alanı. Bu kadarla kalsa razıyım ama köprüden sonra bu çevrenin yerleşime, iskana açılması çok ama çok muhtemel. İkinci köprü yaşadığım yere çok yakın. Onun etrafındaki tahribatın canlı tanığıyım. Üstelik eskiden rantta, kaçakta bile bir izan, bir oran vardı. Şimdi gözler çok kara, söz konusu para olunca. Allah İstanbul'un yardımcısı olsun...
Güzel inişlerle R. Feneri'ne varıyoruz. Küçük bir ihtiyaç molasının ardından hemen dönüşe geçiyoruz. Dönüş rampaları insaflı. R. Kavağı'na iniş ise çıkışın tersine çok kısa sürüyor
Motorla 15 dakikada A. Kavağı'ndayız. Karnımız tok, sırtımız pek, basıyoruz hemen pedala. Amaaa, burada da 1600m'lik %10 gibi bir eğim var. Bu son ciddi rampamız. Eh bunun da üstesinden geliyoruz, biraz zorlansak da. Aslında boğazın en güzel midyesi burada olurdu eskiden. Hala öyle mi, bilmiyorum. O yüzden kimseye bir şey demiyorum. Sanırım suyu da temizdir yüzmek için, yaz için ilgilenenlere duyurulur...
Düzgün bir asfaltla Beykoz çayırına inişimiz çok rahat. Sevdiğim bir çayırdır burası. Çok top oynamışlığım vardır. Çimenlere basmayın gerizekalılığının olmadığı koca bir alan. Cumartesi, buranın pazarı. Pazardan ve kalabalığından sıyrılsak da Yalıköy içinden Beykoz'a varmamız biraz sıkıntılı oluyor. Çünkü yollar oldukça dar ve kalabalık. Beykoz ve arkasından kömür deposu. Ortaokulu burada okudum ki iddialıyım, İstanbul'un en güzel ortaokuluydu 30 sene önce, Beykoz korusunun içinde, villa tipi

Şimdi ne durumda bilmiyorum.
Gümüşsuyu ve ardından Paşabahçe Şişe Cam fabrikasından geçiyoruz. Fabrika kapatılalı bacası tütmüyor. O baca ki asla sönmemesi gereken fırını sebebiyle hep tüter, onu tüttüren işçiler günde 3 vardiya çalışırdı. Mahalledeki bazı abileri bir iki hafta görmezdik ki anlardık 10-6 vardiyasındalar. Lisedeyken okul çıkışı sıklıkla fabrika içinden geçen yoldan yürürdüm, sebebi bende saklı

Evet, liseyi de Paşabahçe'de okudum.
Paşabahçe'den sonra bir tırmanış var. Artık burada bacaklar küçükten şikayete başlıyor. Cengiz'le ben biraz önden kopuyoruz. Daha da epey yolumuz var. Neyse ki Tepeüstü'ne kadar kısa bir çıkış. Bu yolun deniz tarafı eski Tekel Rakı fabrikası olup okula gidiş-dönüşlerde bizi kokusuyla başka alemlere götürürdü

Kafa yapmazdı ama yoğun bir anason kokusuyla akıl çelerdi. Neyse, onu da 3 kuruşa satıp kapattılar...
Tepeüstü'nden inişle Dedeoğlu, Çubuklu, Kanlıca sahili ve Kanlıca. Artık kafalarda sadece varış var. Ben ise başka alemdeyim. Çocukluğumun mekanlarından bisikletle geçiyorum. Keşke 35 sene önce bir bisikletim olsaymış diyorum... Kanlıca'da benim ısrarımla bir çay molası veriyoruz. Baktım ki ekibin kafası yolda fazla laf açmadım. Aslında konuşacak çok şey vardı.
Körfez, ardından Anadoluhisarı. Daha 11 yaşındayken minik takımından başladığım futbol kulübü, onun ikinci köprünün inşaatı için ortadan kaldırılan toprak sahası. Küçüksu'yu geçiyoruz. Burada da bir çayır vardı, burası da köprü için mahvedildi ve bir daha adam olmadı. Hatta kasrın yanında içinde trampleni de olan bir plaj vardı. Sanırım İstanbul'da trampleni olan başka bir yer yoktu...
Kandilli, Vaniköy, Kuleli ve Çengelköy. Bilenler vardır, Vaniköy diye bir yağ vardı. İşte onun fabrikası buradaydı ve önünden geçerken ağır bir kokuyla bayıltırdı. O da gitti... Çengel'e girerken klasik trafik bizi bile durduruyor. Orayı atlatınca Beylerbeyi yine sıkıntıyla geçiliyor. Sarayın önünden rampa, ardından tünel ve Kuzguncuk. Çok güzel bir semttir ama zaman yok. Tütün deposu ve Üsküdar, ardından Kızkulesi'ne kadar yol çok kalabalık. Aradan, dereden geçiyoruz. Gün batımına karşı çaylarımızı içerek dinleniyoruz. Oradan son bir kuvvet Harem, Haydarpaşa üzerinden Kadıköy'e varıyoruz. Cengiz ve İbrahim metro ile Bülent, Cihan ve ben sahilden pedalla evlere...
Sözün özü: Yok ya, ben vurayım dağlara en iyisi...