Enki
Üye
- Kayıt
- 20 Mart 2016
- Mesaj
- 62
- Tepki
- 908
- Yaş
- 36
- Şehir
- Sofya
- İsim
- Cüneyt
- Bisiklet
- Brompton
Tekrar Merhabalar. Yine bir tur gönderisi ile karşınızdayım. Brompton ile Avrupa da gerçekleştirmiş olduğum 3. tur. Bundan önce İngiltere-Sofya ve Sofya-İstabul (6900km) turlarını gerçekleştirme fırsatını yakalamıştım.
Katlanır Bisikletle Londra-Sofya
Katlanır Bisikletle Zagreb - İstanbul (16 Ülke 6900 km)
Bu yaz ise Fransa başlangıçlı İspanya-Portekiz-İspanya-İtalya turunu gerçekleştirme fırsatını yakaladım. İlk defa bir tur başlangıcını uçak ile yapmak zorunda kaldım. Daha önceki senelerde kuzey İtalya ve Fransa sahillerini gezme fırsatı bulduğumdan ve tekrar bu yolları geçmek istemediğimden dolayı bu sene uçak ile Marsilya ya gittim öğlene kadar şehirde gezdikten sonra oradan da otobüs ile Toulouse ye geçtim. Turuma Temmuz başında başladım, ilk defa bu kadar sıcakta bir tura çıkıyorum hem de İspanya ve Portekize doğru.

Güney ve Doğu Fransayı hep sevmişimdir. İnsanlar gerçekten yabancılara karşı sıcak ve güzel davranıyorlar. Her gören bir kere Bonjour Mösyö diyor. Bisiklet konusunda da saygılılar ve yer yer güzel bisiklet yolları var. Buradan doğruca İspanya sınırına devam ettim. Temmuz ayında inanılmaz bir şekilde yağmur yağıyor ve havada soğuk. Daha sonradan da öğrendim ki o zaman ülkemizde de çok şiddetli yağışlar olmuş ve bu yağışlar kuzey İspanya dan geliyormuş.Ben sıcaktan kavrulacağım diye düşünürken soğuktan üşüme evresine geldim. İspanya'ya geçtikten sonra hemen farkı anlıyorsunuz. Sürücüler inanılmaz derecede bisikletlere saygılılar. Ben böylesini daha önceden ne İsviçre ne de Avusturya da gördüm. Sol şerit boş olsa dahi en az 300-400m ilerisini görmedikleri taktirde sizi geçmiyorlar ve sizi de arkadan taciz etmiyorlar. Sizi sollarken bile 2m üzerinde bir farkla geçiyorlar. İspanya da ilk günümde San Sebastian da bulunan La Concha plajına ulaştım. Bu plaj İspanya'nın 12 hazinesinden birisi olarak geçiyor. Gerçekten sabahı da akşamı da ayrı bir güzel. Çok sayıda yabancı turist ve sörf meraklısı orada bulunuyor. Aslında İspanya'nın kuzey sahilleri plajları ve dalgaları ile sörfçülere güzel bir atmosfer sağlıyor. Sörf merakı olanlar buraları gitmek için düşünebilirler.

İspanyanın kuzey sahilleri bizim ege sahilleri gibi girintili ve yer yer inişli çıkışlı. 400m ye kadar çıkıp 0 a inerek tekrar 300-400m ye çıkmanız gerekebiliyor. Daha turun başlarında bu sorun oldu diyebilirim, kondisyon kazanamadan. Daha ilk günler de dikkatimi çeken bir durum oldu, hergün yollarda 100 den fazla sırt çantalı turistleri görüyordum. Bu bende bir merak uyandırdı ve bir tanesi ile konuşup merakımı giderme fırsatı buldum. Kuzey İspanya boyunca Santiago de Compostela isimli şehire doğru devam ediyorlarmış. Önlerinde 800km kadar bir yol var ve bu onlar için bir nevi hac görevi olarak geçtiğini belirtti. Hacı olabilmek için son 100 km yi yürümeniz ya da 200km yi bisiklet ile geçmeniz gerekmekte. Herhangi bir başlangıç noktası bulunmamakta. Çok popüler olduğundan, yürüyüşçüler için çok fazla rota belirlenmiş ve çok ta güzel bir şekilde yönlendiriliyorlar. Burasını da yürüyüşçüler için kesinlikle öneririm. Kuzey İspanya kıyıları çok güzel manzaralara ve gizli sahillere sahip.
Bu şekilde kıyıdan kıyıdan giderek önce bir balıkçı kasabası olan Bermeo ya ve oradan da Gaztelugatxeko Doniene isimli manastıra devam ettim. Bu manastır bir adacığın üzerine kurulmuş ve çok sayı turist tarafından ziyaret ediliyor. Gerçekten uzaktan bakınca çok güzel görünüyor. Manastırların yerlerini her zaman sevmişimdir, insanlar tarafından pek ziyaret edilmeyecek ve sakin olacak yerler. Buraya ulaşmak için araziden yürüyüp biraz merdiven inmek ve sonrasında çıkmanız gerekiyor. Bisiklet ile yorulduktan sonra pek kolay bir aktivite olduğunu söyleyemem


Her ne kadar hatırlamak istemesemde dünyaya ve hayvanlara nasıl zarar verdiğimizi hatırlatmak için bu
konuya değinmek istedim. Plaja geldiğimde bir kuşun yerde öylece yattığını gördüm. Başta öldüğünü gördüm ve ayağımla dürttüğümde uyanıp koşarak kaçmaya başladı ama bir sorun var uçamıyordu. Biz insanların doğaya öylece bıraktığı misina ve iğleneri yutmuş ve kanatlarına dolaştırmış. İçim o kadar kötü oldu ki yardım etmek istedim, bir nevi bizim hatamızdan bu hayvan böyle vicdan meselesi. 1 saat den fazla süren kovalamacadan sonra Plaj havlusunu üzerine attım ve yakaladım, hayvan belkide ne yapmak istediğimi anlarcasına kendisini bana bıraktı. Bende sakin bir şekilde ağazında ve kanatlarındaki tüm iğneleri çıkarttım ve serbest bıraktım. Tam oldu diye sevinirken, yine uçamadığını gördüm. Yuttuğu iğneler boğazına takılyor ve hayvan acı çekiyordu. O an daha çok yıkıldım, çünkü çok geçmeden öleceğini biliyordum, öylece plajın ortasında yatıyordu. Bunun sebebi biz duyarsız insanlarız. Lütfen bu konuda daha çok özen gösterelim. Yolda o kadar çok ölmüş, ezilmiş hayvan gördüm ki. İnsan belli bir yerden sonra gerçekten psikolojik olarak etkileniyor.

Buradan Bilbao ya doğru devam ettim. Bilbao Bask bölgesinin başkenti olarak geçiyor. Bilbao nun içerisi de kuzey yolları gibi inişli çıkışlı. Bilbao da da 12 hazineden birisi olan Guggenheim Müzesi bulunuyor. Yeni ve modern bir müze. Bu müze titanyum ile kaplı olduğundan değişik bir görüntüye sahip ve insanların çok fazla ilgisini çekiyor.

Buradan Santader'a doğru devam ettim. Santander den daha çok buraya 30km uzakta bulunan Altamira Mağarasına değinmek istiyorum. Yontma Taş Devrine ait çizimler bulunmaktadır ve bu çizimlerin M.Ö. 16000-9000 yılları arasında yapıldığı düşünülmektedir. 3€ gibi bir giriş ücreti var, bu miktar böyle muhteşem bir şeyi görmek için düşünmeye bile değmeyecektir. Tarih öncesi insanların neler yaptıklarını görebilmek muhteşem bir tecrübe.

Kuzey kıyıları boyunca yürüyüşçüler ile beraber çok merak ettiğim Santiago de Compostela ya ulaştım. Burada ilk olarak Monte de Gozo ya gitmek istedim, turcular için başlangıç ve bitiş için önemli bir nokta. Son bitişi Santiago Katedralinde yapıyorlar. Kendi turumu bir kenara bıraktım, onları daha çok merak ediyordum.Şehirde yürüyüşçüler ile beraber en çok gördüğüm şeylerden birisi de deniz kabukları. Hacılar boyunlarına iple asıyorlar. Ayrıca simge olarak da her yerde görmek mümkün. Son durakları olan Camino Katedrali gerçekten çok güzel ve görkemli. Bunun haricinde ayrı bir özelliği daha var, her bir kapısı ayrı bi meydana çıkıyor, bu kadar da büyük bir katedral. İnsanlar akın akın hacı olmak için meydana geliyorlar, bazı 30-40lı gruplar; omuzlarında devasa haçlar ile şarkı(ilahi, marş) söyleyip geliyorlar. Her ne kadar anlamasamda tüylerimi diken diken etmeyi başardılar. Aralarında 20 yaşında gençler de var, 70 yaş üzeri yaşlı delikanlılar,teyzeler de var. Normal de kalabalık şehirler de gezmeyi hiç sevmem ama burası gerçekten ayrı bir atmosfere sahip. Yaz ayında evet sıcak oluyor ama bu tarz hacıları görmek ve atmosferi
yaşayabilmek için bu aylarda gitmenizi öneririm. Ayrıca şehir ile özleştirilmiş bir film olan “The way” i izlemenizi öneririm.

Buradan sonra yollar daha bir düz ve kolay bir hale geliyor. Santiago ile Vigo arası 90km kadar, 1 günlük bir sürüşten sonra varılabiliyor. Vigo, avrupanın en büyük balıkçı filosuna sahip şehri. Buradan da anlaşılabileceği gibi şehir deniz ürünleri bakımından çok zengin. Özellikle istiridyeler konusunda çok fazla çeşit sunmakta. Şehir İspanya da gördüğüm şehirler arasında en düzensiz şehirlerden birisi. Çok sayıda tepe bulunmakta ve bu tepeler de ara sıra güzel manzaralar sunmakta. Şehir de çok sayıda heykel var, her zaman aşırıya kaçıldığında baydığını düşünürüm. Bunlar arasında ünlü yazar Jules Verne'in ahtapot üzerinde bir heykeli de bulunmaktadır. Şehir Portekize yakınlığından dolayı biraz Portekiz havası taşımakta, belki de bu şehirleşme oradan geliyor.

Pazar günleri İspanya da alışveriş merkezleri ve marketler kapalı. Cumartesinden tüm erzağınızı hazırlamanız gerekiyor. Ben gibi günleri karıştırırsanız, çok fazla sıkıntı yaşayabilir 1.5lt suya 2€ verebilirsiniz. Yeni böyle günleri karıştırdığım bir gün Portekiz sınırına geldim. Burada marketler Pazar günü açık, bunlara dikkat etmek lazım. Portekize geçtikten sonra yollar artık daha bir düz ve düzenli bir hal almaya başlıyor, yer şekilleri daha bir düz. Portekiz de yollar daha bakımsız ve bozuk. Aynı şekilde şoförlerin size karşı olan saygıları da bozuk. Portekiz ile İspanya yı hep yakın bilirdim ki tamamen yanılmışım. Çok farklı bir ülke, çok sayıda çingene var. Hatta marketteyken yerel halk tarafından
bisikletine sahip çık, sen alışveriş yaparken çalabilirler diye uyarıldım. Sınırı geçtikten sonra ki ilk şehir, ülkenin dini merkezi olarak tanımlanan Braga. Şehir de çok sayıda katedral ve kilise bulunmakta, bunlar arasında en görülmesi gerekeni Bom Jesus da Monte. Şehre yukarıdan bakan bir tepe üzerine kurulmuş ve ilginç bir merdiven dizaynına sahip. Merdivenler için; Hristiyanlığa sırtını dönersen bu merdivenlerde kaybolursun deniliyor. Bunun haricinde şehirde çok fazla renkli seramiklerle kaplı evler bulunuyor. Yer yer bu evler görsel şölen sunabiliyor.

Bragadan 60km uzakta ülkenin 2. büyük şehri ve şarapların kenti olan Porto bulunuyor. Porto da Braga da olduğu gibi porselen (seramik) evlerin sayısı çok fazla. Bu evleri Douro Nehri boyunca görebilirsiniz, gerçekten bu işte gayet başarılılar. Bunun haricinde bu şekilde dekore edilmiş tren istasyonları ve kiliseleri de var, görselliğe önem veriyorlar. Bunun ile beraber Porto Katedralinden kiremit çatılı ve seramik evlerin ihtişamına kapılabilirsiniz. Normal de Katedralin pek bir numarası yok ama manzarası gitmek için gayet yeterli bir sebep. Douro Nehri üzerinde yer alan Ribeira Bölgesi Porto’nun ilk yerleşim merkezini oluşturuyor. UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan bölge yüzlerce yıllık binaları, daracık sokakları,
rengarenk atmosferiyle sıra dışı bir atmosfere sahip. Nehir boyunca bir yürüyüş yapmanızı öneririm. Nehir üzerinde bulunan Dom Luis 1 köprüsünün mimarı Gustave Eiffel dir. Evet bildiğimiz Paris de kinin mimarı. Bu köprünün altından arabalar geçerken üzerinden raylı sistem geçmektedir. Beklediğimden daha güzel bir şehir ile karşılaştım diyebilirim. Daha sonrasında hayal kırıklığına uğramamak için önceden şehirleri araştırmam. Şehre girmeden önce bir nerelere giderim diye göz gezdiririm.

Porto'nun hemen çıkışında sizi 100km den daha uzun bir plaj karşılıyor. Bu plaj ve atlantik boyunca güneye Lizbon'a doğru devam ediyorsunuz. Bu plajın üzerinde Costa Nova diye bir köy bulunuyor. Rengarenk evleri ve kulübeleri ile sizi hemen cezbedecektir, gerçekten rengarenk evleri ile renk cümbüşü sunuyor.

Temmuz sıcağında sahil boyunca Lizbon'a doğru gitmek gayet güzel, 10dk mola verip atlantikte yüzebiliyorsunuz. Okyanus suyu bizim denizlerimize oranlar daha soğuk. Buradan da benim çok beğenmiş olduğum São Martinho do Porto plajına varılıyor. Araba ile gidiyor olsam burasını kesin pas geçerdim ama bisiklet ile olunca bakınırken böyle gizli yerleri görebiliyorsunuz.

Sıcak gerçekten kendisini bayağı göstermeye başladı, 35-40 arası gidip gidip geliyor. Saat 1-4 arası bisiklet sürmektense bir ağaç altında beklemeyi tercih ediyordum. Ve geldik beni bu turda en çok şaşırtan ve hayal kırıklığına uğratan şehire Lizbona. Turist olduğunuzu ve İstanbul bisiklet ile geldiğinizi yolunuzun da Esenyurt, Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpaşa dan geçtiğini düşünün. Tam olarak ne düşünürdünüz? İstanbul için ilk izlenimleriniz ne olur du? Şahsen ben şehri pas geçip öteki ucundan geçip gitmeyi düşündüm. Hatta 1-2 saat düşündükten sonra o kadar yol geldim en azından biraz dolanayım dedim. Şehir inanılmaz derecede pis, gürültülü, güvenlik yok. Sanki şehir 100 tepe ve 5 adet sıra dağ üzerine kurulmuş gibi. Bisiklet ile 40 ülke ve 500 üzerinde şehirde bulundum ve Odessa dan sonra Lizbon bana bu hissi yaşatan 2. şehir. Evet Lizbon da gezilecek çok güzel yerler var ama önceki saydığım şeyler bunu tamamen gölgeliyor. Eğer şehre uçak ile gidecekseniz çok güzel bir şehir görebilirsiniz. Öncelikle Lizbona 30km uzakta olan Sintra bölgesine değinmek istiyorum. Çok sayıda anıt ve saraya sahip bir bölge. Burası biraz dağlık ve bu saraylarda tepelerde bulunuyor, bisiklet ile gitmek can sıkabilir. Burada Pena Sarayı, Regaleira Sarayı ve Moors Kalesi gezilecek ilk yerler arasındadır. Özellikle Pena sarayı alışılmışın dışında renklere sahip bir saray.

Lizbon şehir içine değinecek olursam, şehrin sembolü sarı tramvaylar diyebilirim. İstiklal Caddesinde bulunan kırmızıların kardeşi. Şehrin çoğu yerinde bunları bulabilmek mümkün, fakat en meşhur olan 28 numaralı hat. Şehir İstanbul gibi 2 yakaya sahip, bu 2 yakayı birbirine bağlayan 25 Nisan Köprüsü de Golden Gate köprüsüne benzerliği ile dikkat çekiyor. 2 yakayı bağlayan 2 köprü buluyor ve bu köprülere bisiklet ile giriş mümkün değil. Bizde gibi feribot kullanmamız gerekiyor. Yazdıkça dikkat ettim de amma çok İstanbul'a benziyormuş
Alfama adlı tepeye kurulan mahalleden şehri güzel ve geniş bir şekilde görebilirsiniz. Buranın adı Arapça da hamam anlamına gelen Al-hamma dan gelmektedir. Bunun ile beraber Belem Kulesi de ilgi çekebilecek güzel yerlerden birisi, karşı kıyıya geçmek için feribotlar Belem Kulesinin yakınlarından kalkmaktadır. Şehir ünlü konserve dükkanlarına sahip, öyle ki 31.2€ ya balık
konservesi bulunuyor. Geldim en can alıcı yere, şehirde güvenlik 0 yok yani. Öyle ki 2-3 saatlik akşam gezmesinde önüm 5-6 kere esrar,hap, uyuşturucu satıcıları tarafından kesildi, lazım mı diye. Her türlü ürün var ve çok rahat bir şekilde satıyorlar. En kötü bir polis olsanız ve gece aileniz ile gezseniz önünüz kesilir, polislerin de umrunda değil. Böyle bir şey daha önceden görmemiştim. Tüm bu olaylar beni Lizbon dan tamamen soğuttu diyebilirim.

Güneye gittikçe sıcaklık daha da bir artmaya başladı, her geçen gün daha da bunaltıcı oluyor. Sevindirici olan ise hala plajlara yakın bir şekilde düz yollardan devam etmem. Bunaldıkça okyanusa giriyor serinleyip devam ediyordum. Lizbon dan sonra Portekizlilerin dünyanın sonu olarak nitelendirdikleri ve avrupanın en güney batısı olan Sagres'e ulaştım. Algarve olarak geçen bu güney Portekiz de çok güzel plajlar ve sahiller mevcut. Yerel halktan daha çok turistlere denk geliyorsunuz. Sagres den Faro ya kadar 100km kadar bütün bölgeyi ve köyleri rahatlıkla gezebilirsiniz, her bir plaj ayrı bir güzellik sunuyor. Bölge çok kayalık ve girintili çıkıntılı. Özellikle Lagos, Carvoeiro yakınlarında bulunan Benagil mağarası ve Marinha plajını pas geçmemenizi öneririm. Görsel güzellik olarak gerçekten birbirinden güzel plajlar fakat kum okyanus olarak beni pek çektiğini söyleyemem.

Algarve bölgesinin başkenti olan Faro civarında çok güzel lagünler bulunmakta, özellikle kuş gözlemcileri için çok güzel bir nokta. Bunlar aynı şekilde sınırı geçtikten sonra Huelva civarında da bulunuyor. Portekizden tekrar İspanya ya bisiklet ile geçmek için yine feribot kullanmanız gerekmekte. Tek bir köprü var o da otobana ait ve giriş de mümkün değil. Portekiz den tekrar İspanya ya geçtiğime sevindim. İnsanları, şoförleri olsun sizi daha rahat hissettiriyor. Kıyıdan Kıyıdan Endülüs bölgesine de gelmiş oldum. İlk hedef tabi ki de Sevilya. Eğer Endülüs bölgesine bisiklet ile gidiyorsanız şehirlere giriş sırasında sorun yaşayabilirsiniz. Öyle ki Sevilya şehrine girerken nehir geçmeniz gerekmekte ve bu nehir üzerinde 3
adet köprü bulunmakta. Bu 3 köprüye de bisiklet girişi yasak. Mecbur en kısasını bulup girmek zorunda kaldım. Sevilya düzeni ile sizi direk kendisine çekiyor. Son derece temiz ve düzenli, şehir de öyle rahatsız edici bir hareketlilik yok. İlk izlenim her zaman önemlidir ve benim tam puan verdiğim ender şehirlerden birisidir Sevilya. Dünyanın en büyük gothic katedrali olan Sevilya Katedraline ev sahipliği yapıyor. Ayrıca bunun yanında Alcazar Sarayı ve Plaza de Espana görmeniz gereken yerlerin başında gelecektir.

Sevilya ve çevresi inanılmaz derece sıcak, Afrika ya doğru gittiğim gayet belli olmaya başladı. Esen rüzgar bile yüzünüzü haşlıyor. Tek tesellim bu bölgenin tamamen düz bir şekilde olması. Önümde bulunan ve neredeyse tamamen deniz ile çevrelenmiş olan Cadiz şehrine ne yazık ki giriş yapamadım. Sevilya da olduğu gibi şehre giriş için 3 adet köprü bulunuyor ve bu köprülere giriş iznim yine bulunmamakta. Ancak bu sefer körpüler çok daha uzun, tatsızlık yaratmamak ve risk almamak için burasını pas geçmeye karar verdim. Karşı kıyıdan drone ile 1-2 fotoğraf çekerek yoluma devam ettim.

Burdan güneye kadar olan kısım inanılmaz derecede rüzgarlı, yol boyunca binlerde rüzgar gülü görebilirsiniz. Kanımca rüzgar yönü hep aynı, uyarı levhaları bulunuyor. Güneye giderken rüzgarı karşılıyorsunuz, 120km lik bir işkence. 120 km sonra Avrupa'nın en güney ucu olan Tarifa'ya vardım (Yunan adalarını saymazsanız). Buradan Afrika ya feribotlar ve isteyenlere özel Balina turları yapılmakta, o gün hava kapalı olduğundan böyle bir maceraya bulaşmadım. Ayrıca rüzgarlardan dolayı Avrupanın kite surfing cenneti olarak da geçiyor.

Buradan Cebelitarık'a giderken 300-400m kadar tepecikler var. Bunları tırmanırken karşıda Afrikayı görmek insana bayırları çıkmak için gaz veriyor. Hiç gitmediğim başka bir kıta, belki bir gün diyerekten yoluma devam ettim. Cebelitarık sınırında pasaport kontrolü yapılıyor. Ülke İngiliz sömürgesi olduğundan dolayı para birimi Pound £. Ancak Euro € da her yerde geçiyor. Belediye otobüsleri de € yu kabul ediyorlar. Şehir merkezine gidebilmek için öncelikle Cebelitarık Havalanının üzerinden geçmeniz gerekiyor. O an uçak inecekse yolu da trafiğe kapatıyorlar. Ülkenin yarısı kayalık diğer yarısı da yaşamak için kullanılan alan olan düzlük. Kayalığa çıkarak güzel manzaralar elde edebiliyorsunuz. Ayrıca karşı da Afrika yı da
görebilirsiniz. Bunun yanında kayalıkta yaşayan bir maymun türü olan Berberi şebeğini de görebilirsiniz. Bunlar bazen şehir içlerinde de dolaşıyorlar. İnsanlar dan korktukları yok, gayet güzel bir şekilde adapte olmuşlar. Ürünler de vergi oranı çok düşük olacak ki her yerde kamera telefon tarzı ürün satanlar var. Aynı şekilde sınırdan çıkışta polis tütün alıp almadığımı bana sordu. Benim için güzel bir tecrübe oldu Cebelitarık.

Normal de kıyıdan devam ederek Malaga ya doğru devam edecektim. Fakat daha sonrasında karar değiştirip Ronda ya oradan da Cordoba ya gitmeye karar verdim. İlk hedefim olan Ronda 1000m yükseklikte bulunuyor, Afrika ya bu kadar yakınken ve sıcakken bu yüksekliğe sürmek istemediğimdem dolayı bu yolu tren ile geçtim. Ronda'nın en büyük özelliği yüksek bir kayalık vadi üzerine kurulu olmasıdır. Kanyon üzerinde bulunan ve altından nehir akan puente nuevo köprüsü, gördüğüm en güzel köprülerden birisi diyebilirim.

Buradan sonra nereye baksanız tarla-tarla-tarla. O kadar çok tarla var ki öğlen dinlenecek bir ağaç altı bile bulamıyorum, aynı şekilde akşam yatacak yer bulmakta zor bir hale gelmeye başladı. Endülüs bölgesi gerçekten uçsuz bucaksız ovalara ve verimli topraklara sahip. Sıcak ve tarlalardan başka görecek bir şey olmadan Cordoba ya kadar geldim. Emeviler tarafından ele geçirildikten sonra bu şehir başkent yapılmış. Bu sebeple görecek gerçekten güzel yapılar bulunmakta, özellikle Mezquita olarak geçen eski camii, şimdinin kilisesi. (Bizim Ayasofya ile aynı kaderi paylaşıyor) 786 yılında inşaa edilen bu camii
kırmızı ve beyaz mermerler kullanılarak yapılmış. Gerçekten devasa ve bir o kadar da ihtişamlı. Bu kadar büyük bir camii daha önceden görmemiştim. Bunun ile beraber Alcazar Sarayı, Roma dönemine ait köprü de görülmesi gerekenler arasında. Şehir turistlere rağmen sakin diyebilirim. Sorun tabiki de Ağustos sıcakları, bu mevsimde gitmek isteyenler ve sıcak sevmeyenler için önermem. Buraya gelene kadar 5 tane Türk görmemişimdir. Cordoba da Türk turist sayısıda bir hayli fazla.

Cordoba her ne kadar düzlükte olsa da Granada onun tam tersi dağlar arasında. Bu sebeple o tarafa doğru gitmek biraz meşaketli. Birde denizden esen rüzgar da eklenince bu kesim benim adıma çok zor geçti diyebilirim. Dağ bayır demeden heryeri değerlendirmişler bu bölgede çok fazla zeytin ağaçları var, hiçbir alanı boş geçmiyorlar. Granada da görülmesi gereken yerlerin başında belki de İspanya sınırları içersinde de ilk sırada olabilecek Alhambra Sarayı. Bu Saray 1232 yılında Nasiriler tarafından kurulmaya başlamış
ve başa geçen her sultan bunu daha da büyütmüş. Öyle ki şehri geri alan İspanyollar bile üzerine kendi eklemeleri yapıp günümüze kadar gelmiş. Şöyle bir sorun var ki ben Nasirilerin yapmış olduğu saraylara bilet alamadım, tam yaz dönemi olduğundan ve yoğunluktan dolayı biletler haftalar öncesinden satılmış. İçimde çok büyük bir ukde kaldı, bu kadar yol gel ve gireme. Bunun yerine Generalife, öteki saraylar ve binaları gezmek için bilet alamabildim. Buraya gitmek isteyenler daha öncesinden internet üzerinden biletlerini alsalar daha iyi olur. Çok meşhur olduğundan dolayı inanılmaz derecede kalabalık. Her ne kadar
saraylara giremesemde diğer gördüğüm yapıtlar insanı bir şekilde etkiliyor. Daha öncesinden müslümanlardan bu kadar güzel el işçiliği ve işlemeler görmemiştim. Granada sadece Alhambra dan ibaret değil. Granada Katedrali de aynı şekilde görkemli. Özellikle içerisi çok güzel. Granada saygı duyulacak bir tarihe ve şehirleşme düzenine sahip. Çok fazla saklı güzellikler barındırmakta, gözümde en güzel 3 İspanya şehrinden birisi.

Çıktığım bayırları şimdi gerisin geriye inme vakti. Her ne kadar rüzgar hala karşıdan esse de 15-20km kadar hiç pedal çevirmeden vadi boyunca gidiyorsunuz. Deniz kıyısına ulaştığınızda sizi direk olarak seralar karşılıyor. Her yer bembeyaz sera çok bir şekilde sahiller sera, dağlar, tepeler, kayalıklar sera. Boş bulduklara her yere sera yapmışlar. Öyle ki Google Maps üzerinden Almeria çevresine bakarsanız haritanın bembeyaz olduğunu göreceksiniz. 50km uzunluğunda kesintisiz seralar var, adamlar yapmışlar. İsteyince oluyor demekki. Gerçekten çok ilginç, gerek Endülüs bölgesindeki tarlarlar, ağaçlar olsun gerekse bu seralar adamlar bir şekilde toprağı değerlendiriyorlar. Seraları otoban 2 ye ayırıyor.

Bundan sonrası seralar ve deniz eşliğinde Murcia ya kadar devam ediyor. Sıcak da kuzeye doğru çıktıkça azalmaya başladı. Deniz suyu da okyanusa göre daha sıcak bir hal aldı. Her şey istenilen bir hal almaya başladı diyebilirim. Sebze Meyve fiyatları da seralardan dolayı ülkenin geri kalanına göre az da olsa daha ucuz. Murcia, etrafındaki şehirler kadar görkemli ve ihtişamlı yapılara sahip değil. Bunun 2 sebebi var, 1. 1800 lü yıllarda Napolyonun orduları tarafından yağmalanmış, 2. de yaşamış olduğu deprem felaketleri.
Ancak bunlara rağmen çok güzel bir katedrale ve yanında Piskoposluk sarayına sahip. Ayrıca boğa güreşi arenası ile Murcia futbol takımına ait futbol sahasının yan yana olması da eski ile yeniyi karşılaştırmak adına çok hoş olmuş.

Buradan nasıl Alicante'ye gideceğim diye haritaya bakarken hemen güneyde bulunan Torrevieja da pembe bir göl olduğunu gördüm. Merak edip rotamı oraya doğru çevirdim. Burası bildiğimiz tuz gölü, fakat göl özellikle gün batımında ve sabahleyin pembe bir görütüye bürünüyor. Çok tuzlu olduğundan yüzmek yasak, fakat insanlar yanlarında su bidonları ile gelip hemen orada yıkanıyorlar. Bende malkoçoğlu gibi daldım suya ama hata yaptığımı çok geçmeden anladım. Sıcak da bu kadar tuza maruz kalmak cildimi yaktı. Gölden çıkarak doğruca 10km uzağımda bulunan denize gitmek zorunda kaldım. Benim içinde değişik bir tecrübe oldu, pişman değilim.

Alicanteye doğru yola çıktıktan sonra arka tellerden birisinin kırıldığını duydum. Dikkatli incelediğimde 1 tane kırığın yanında 2 tane gevşek tel ve birde arka göbekte tellerin bağlantı yerinde çatlak olduğunu gördüm. Bütün bunlar ile bir şekilde Alicante ye ulaştım ve dükkanları gezerek uygun tel aramaya başadım. Yanıma hiç yedek almamıştım. Ne kadar bisikletçi gezdiysem hiçbirinde uygun tel bulamadım. Bu şekilde de sürüp daha fazla risk almak istemediğimden dolayı, Valensiya da bulunan Brompton
bayiine ellerinde uygun tel olup olmadığını sormak için mail attım. Olumlu cevap aldıktan sonra Alicante den Valensiya ya sürmek yerine otobüs kullandım. Otobüsten indiğim gibi şaşırdım diyebilirim, tarih ve modern bir şehir en güzel nasıl harmanlanır örneği Valensiya olsa gerek. Bisikleti bırakıp yaya bir şekilde gezmeye başladım, bir nevi böyle gezmek daha güzel. Bazen bisiklet ile kalabalık yerlere girmek sıkıcı olabiliyor, aynı şekilde bir yere bağlayıp bırakırsanız acaba çalınır mı korkusu oluyor.
Şehirde bulunan Valensiya Katedrali ilk olarak müslümanlar tarafından camii olarak inşaa edilmiş. Fakat
yapıldıktan kısa bir süre sonrasında hristiyanlar tarafından ele geçirilip katedrale çevrilmiş. Llotja de la Seda La Lonja gotic mimarisinin baş yapıtlarından birisi sayılıyor ve içerisinde bulunan kolonların oluşturduğu görsellik muhteşem. Kapalı pazar olan Mercado Central de her türlü ürünü bulabilirsiniz, alışveriş yapmayacak olsanız bile burasını görmenizi öneririm.Belkide şehre en çok tanınmışlık kazandıran City of Arts and Sciences (Bilim ve Sanat Şehri); 6 adet birbirinden bağımsız yapıdan oluşuyor. İçerisinde opera binası, botanik park, sinema salonu, akvaryum gibi binaları barındırıyor. Modern mimarinin en güzel örneklerini burada görebilirisiniz. Ayrıca İspanya ya özgü olan ve sarı pirinç den yapılan Paella da Valensiya da ortaya çıkmıştır

Şimdiki ana hedefim bu ülkede gideceğim son şehir olan Barselona. Bu kadar güzel şehirler gördükten sonra Barselona için beklentilerim gerçekten çok yüksek. Barselonadan önce küçük bir tatil kasabası olan Peñíscola ya değineceğim. Kayalıklar üzerinde bir yarım ada da kurulu. Turistler ve tatilciler tarafından çok fazla rağbet gördüğünü söyleyebilirim. Güzel mavi bir denizi var ama hafta sonları çok kalabalık oluyor. Buraya kadar gelmişken görülmesi gereken yerlerden birisi diyebilirim.
Katlanır Bisikletle Londra-Sofya
Katlanır Bisikletle Zagreb - İstanbul (16 Ülke 6900 km)
Bu yaz ise Fransa başlangıçlı İspanya-Portekiz-İspanya-İtalya turunu gerçekleştirme fırsatını yakaladım. İlk defa bir tur başlangıcını uçak ile yapmak zorunda kaldım. Daha önceki senelerde kuzey İtalya ve Fransa sahillerini gezme fırsatı bulduğumdan ve tekrar bu yolları geçmek istemediğimden dolayı bu sene uçak ile Marsilya ya gittim öğlene kadar şehirde gezdikten sonra oradan da otobüs ile Toulouse ye geçtim. Turuma Temmuz başında başladım, ilk defa bu kadar sıcakta bir tura çıkıyorum hem de İspanya ve Portekize doğru.





Güney ve Doğu Fransayı hep sevmişimdir. İnsanlar gerçekten yabancılara karşı sıcak ve güzel davranıyorlar. Her gören bir kere Bonjour Mösyö diyor. Bisiklet konusunda da saygılılar ve yer yer güzel bisiklet yolları var. Buradan doğruca İspanya sınırına devam ettim. Temmuz ayında inanılmaz bir şekilde yağmur yağıyor ve havada soğuk. Daha sonradan da öğrendim ki o zaman ülkemizde de çok şiddetli yağışlar olmuş ve bu yağışlar kuzey İspanya dan geliyormuş.Ben sıcaktan kavrulacağım diye düşünürken soğuktan üşüme evresine geldim. İspanya'ya geçtikten sonra hemen farkı anlıyorsunuz. Sürücüler inanılmaz derecede bisikletlere saygılılar. Ben böylesini daha önceden ne İsviçre ne de Avusturya da gördüm. Sol şerit boş olsa dahi en az 300-400m ilerisini görmedikleri taktirde sizi geçmiyorlar ve sizi de arkadan taciz etmiyorlar. Sizi sollarken bile 2m üzerinde bir farkla geçiyorlar. İspanya da ilk günümde San Sebastian da bulunan La Concha plajına ulaştım. Bu plaj İspanya'nın 12 hazinesinden birisi olarak geçiyor. Gerçekten sabahı da akşamı da ayrı bir güzel. Çok sayıda yabancı turist ve sörf meraklısı orada bulunuyor. Aslında İspanya'nın kuzey sahilleri plajları ve dalgaları ile sörfçülere güzel bir atmosfer sağlıyor. Sörf merakı olanlar buraları gitmek için düşünebilirler.


İspanyanın kuzey sahilleri bizim ege sahilleri gibi girintili ve yer yer inişli çıkışlı. 400m ye kadar çıkıp 0 a inerek tekrar 300-400m ye çıkmanız gerekebiliyor. Daha turun başlarında bu sorun oldu diyebilirim, kondisyon kazanamadan. Daha ilk günler de dikkatimi çeken bir durum oldu, hergün yollarda 100 den fazla sırt çantalı turistleri görüyordum. Bu bende bir merak uyandırdı ve bir tanesi ile konuşup merakımı giderme fırsatı buldum. Kuzey İspanya boyunca Santiago de Compostela isimli şehire doğru devam ediyorlarmış. Önlerinde 800km kadar bir yol var ve bu onlar için bir nevi hac görevi olarak geçtiğini belirtti. Hacı olabilmek için son 100 km yi yürümeniz ya da 200km yi bisiklet ile geçmeniz gerekmekte. Herhangi bir başlangıç noktası bulunmamakta. Çok popüler olduğundan, yürüyüşçüler için çok fazla rota belirlenmiş ve çok ta güzel bir şekilde yönlendiriliyorlar. Burasını da yürüyüşçüler için kesinlikle öneririm. Kuzey İspanya kıyıları çok güzel manzaralara ve gizli sahillere sahip.
Bu şekilde kıyıdan kıyıdan giderek önce bir balıkçı kasabası olan Bermeo ya ve oradan da Gaztelugatxeko Doniene isimli manastıra devam ettim. Bu manastır bir adacığın üzerine kurulmuş ve çok sayı turist tarafından ziyaret ediliyor. Gerçekten uzaktan bakınca çok güzel görünüyor. Manastırların yerlerini her zaman sevmişimdir, insanlar tarafından pek ziyaret edilmeyecek ve sakin olacak yerler. Buraya ulaşmak için araziden yürüyüp biraz merdiven inmek ve sonrasında çıkmanız gerekiyor. Bisiklet ile yorulduktan sonra pek kolay bir aktivite olduğunu söyleyemem





Her ne kadar hatırlamak istemesemde dünyaya ve hayvanlara nasıl zarar verdiğimizi hatırlatmak için bu
konuya değinmek istedim. Plaja geldiğimde bir kuşun yerde öylece yattığını gördüm. Başta öldüğünü gördüm ve ayağımla dürttüğümde uyanıp koşarak kaçmaya başladı ama bir sorun var uçamıyordu. Biz insanların doğaya öylece bıraktığı misina ve iğleneri yutmuş ve kanatlarına dolaştırmış. İçim o kadar kötü oldu ki yardım etmek istedim, bir nevi bizim hatamızdan bu hayvan böyle vicdan meselesi. 1 saat den fazla süren kovalamacadan sonra Plaj havlusunu üzerine attım ve yakaladım, hayvan belkide ne yapmak istediğimi anlarcasına kendisini bana bıraktı. Bende sakin bir şekilde ağazında ve kanatlarındaki tüm iğneleri çıkarttım ve serbest bıraktım. Tam oldu diye sevinirken, yine uçamadığını gördüm. Yuttuğu iğneler boğazına takılyor ve hayvan acı çekiyordu. O an daha çok yıkıldım, çünkü çok geçmeden öleceğini biliyordum, öylece plajın ortasında yatıyordu. Bunun sebebi biz duyarsız insanlarız. Lütfen bu konuda daha çok özen gösterelim. Yolda o kadar çok ölmüş, ezilmiş hayvan gördüm ki. İnsan belli bir yerden sonra gerçekten psikolojik olarak etkileniyor.

Buradan Bilbao ya doğru devam ettim. Bilbao Bask bölgesinin başkenti olarak geçiyor. Bilbao nun içerisi de kuzey yolları gibi inişli çıkışlı. Bilbao da da 12 hazineden birisi olan Guggenheim Müzesi bulunuyor. Yeni ve modern bir müze. Bu müze titanyum ile kaplı olduğundan değişik bir görüntüye sahip ve insanların çok fazla ilgisini çekiyor.



Buradan Santader'a doğru devam ettim. Santander den daha çok buraya 30km uzakta bulunan Altamira Mağarasına değinmek istiyorum. Yontma Taş Devrine ait çizimler bulunmaktadır ve bu çizimlerin M.Ö. 16000-9000 yılları arasında yapıldığı düşünülmektedir. 3€ gibi bir giriş ücreti var, bu miktar böyle muhteşem bir şeyi görmek için düşünmeye bile değmeyecektir. Tarih öncesi insanların neler yaptıklarını görebilmek muhteşem bir tecrübe.


Kuzey kıyıları boyunca yürüyüşçüler ile beraber çok merak ettiğim Santiago de Compostela ya ulaştım. Burada ilk olarak Monte de Gozo ya gitmek istedim, turcular için başlangıç ve bitiş için önemli bir nokta. Son bitişi Santiago Katedralinde yapıyorlar. Kendi turumu bir kenara bıraktım, onları daha çok merak ediyordum.Şehirde yürüyüşçüler ile beraber en çok gördüğüm şeylerden birisi de deniz kabukları. Hacılar boyunlarına iple asıyorlar. Ayrıca simge olarak da her yerde görmek mümkün. Son durakları olan Camino Katedrali gerçekten çok güzel ve görkemli. Bunun haricinde ayrı bir özelliği daha var, her bir kapısı ayrı bi meydana çıkıyor, bu kadar da büyük bir katedral. İnsanlar akın akın hacı olmak için meydana geliyorlar, bazı 30-40lı gruplar; omuzlarında devasa haçlar ile şarkı(ilahi, marş) söyleyip geliyorlar. Her ne kadar anlamasamda tüylerimi diken diken etmeyi başardılar. Aralarında 20 yaşında gençler de var, 70 yaş üzeri yaşlı delikanlılar,teyzeler de var. Normal de kalabalık şehirler de gezmeyi hiç sevmem ama burası gerçekten ayrı bir atmosfere sahip. Yaz ayında evet sıcak oluyor ama bu tarz hacıları görmek ve atmosferi
yaşayabilmek için bu aylarda gitmenizi öneririm. Ayrıca şehir ile özleştirilmiş bir film olan “The way” i izlemenizi öneririm.



Buradan sonra yollar daha bir düz ve kolay bir hale geliyor. Santiago ile Vigo arası 90km kadar, 1 günlük bir sürüşten sonra varılabiliyor. Vigo, avrupanın en büyük balıkçı filosuna sahip şehri. Buradan da anlaşılabileceği gibi şehir deniz ürünleri bakımından çok zengin. Özellikle istiridyeler konusunda çok fazla çeşit sunmakta. Şehir İspanya da gördüğüm şehirler arasında en düzensiz şehirlerden birisi. Çok sayıda tepe bulunmakta ve bu tepeler de ara sıra güzel manzaralar sunmakta. Şehir de çok sayıda heykel var, her zaman aşırıya kaçıldığında baydığını düşünürüm. Bunlar arasında ünlü yazar Jules Verne'in ahtapot üzerinde bir heykeli de bulunmaktadır. Şehir Portekize yakınlığından dolayı biraz Portekiz havası taşımakta, belki de bu şehirleşme oradan geliyor.



Pazar günleri İspanya da alışveriş merkezleri ve marketler kapalı. Cumartesinden tüm erzağınızı hazırlamanız gerekiyor. Ben gibi günleri karıştırırsanız, çok fazla sıkıntı yaşayabilir 1.5lt suya 2€ verebilirsiniz. Yeni böyle günleri karıştırdığım bir gün Portekiz sınırına geldim. Burada marketler Pazar günü açık, bunlara dikkat etmek lazım. Portekize geçtikten sonra yollar artık daha bir düz ve düzenli bir hal almaya başlıyor, yer şekilleri daha bir düz. Portekiz de yollar daha bakımsız ve bozuk. Aynı şekilde şoförlerin size karşı olan saygıları da bozuk. Portekiz ile İspanya yı hep yakın bilirdim ki tamamen yanılmışım. Çok farklı bir ülke, çok sayıda çingene var. Hatta marketteyken yerel halk tarafından
bisikletine sahip çık, sen alışveriş yaparken çalabilirler diye uyarıldım. Sınırı geçtikten sonra ki ilk şehir, ülkenin dini merkezi olarak tanımlanan Braga. Şehir de çok sayıda katedral ve kilise bulunmakta, bunlar arasında en görülmesi gerekeni Bom Jesus da Monte. Şehre yukarıdan bakan bir tepe üzerine kurulmuş ve ilginç bir merdiven dizaynına sahip. Merdivenler için; Hristiyanlığa sırtını dönersen bu merdivenlerde kaybolursun deniliyor. Bunun haricinde şehirde çok fazla renkli seramiklerle kaplı evler bulunuyor. Yer yer bu evler görsel şölen sunabiliyor.



Bragadan 60km uzakta ülkenin 2. büyük şehri ve şarapların kenti olan Porto bulunuyor. Porto da Braga da olduğu gibi porselen (seramik) evlerin sayısı çok fazla. Bu evleri Douro Nehri boyunca görebilirsiniz, gerçekten bu işte gayet başarılılar. Bunun haricinde bu şekilde dekore edilmiş tren istasyonları ve kiliseleri de var, görselliğe önem veriyorlar. Bunun ile beraber Porto Katedralinden kiremit çatılı ve seramik evlerin ihtişamına kapılabilirsiniz. Normal de Katedralin pek bir numarası yok ama manzarası gitmek için gayet yeterli bir sebep. Douro Nehri üzerinde yer alan Ribeira Bölgesi Porto’nun ilk yerleşim merkezini oluşturuyor. UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan bölge yüzlerce yıllık binaları, daracık sokakları,
rengarenk atmosferiyle sıra dışı bir atmosfere sahip. Nehir boyunca bir yürüyüş yapmanızı öneririm. Nehir üzerinde bulunan Dom Luis 1 köprüsünün mimarı Gustave Eiffel dir. Evet bildiğimiz Paris de kinin mimarı. Bu köprünün altından arabalar geçerken üzerinden raylı sistem geçmektedir. Beklediğimden daha güzel bir şehir ile karşılaştım diyebilirim. Daha sonrasında hayal kırıklığına uğramamak için önceden şehirleri araştırmam. Şehre girmeden önce bir nerelere giderim diye göz gezdiririm.






Porto'nun hemen çıkışında sizi 100km den daha uzun bir plaj karşılıyor. Bu plaj ve atlantik boyunca güneye Lizbon'a doğru devam ediyorsunuz. Bu plajın üzerinde Costa Nova diye bir köy bulunuyor. Rengarenk evleri ve kulübeleri ile sizi hemen cezbedecektir, gerçekten rengarenk evleri ile renk cümbüşü sunuyor.



Temmuz sıcağında sahil boyunca Lizbon'a doğru gitmek gayet güzel, 10dk mola verip atlantikte yüzebiliyorsunuz. Okyanus suyu bizim denizlerimize oranlar daha soğuk. Buradan da benim çok beğenmiş olduğum São Martinho do Porto plajına varılıyor. Araba ile gidiyor olsam burasını kesin pas geçerdim ama bisiklet ile olunca bakınırken böyle gizli yerleri görebiliyorsunuz.


Sıcak gerçekten kendisini bayağı göstermeye başladı, 35-40 arası gidip gidip geliyor. Saat 1-4 arası bisiklet sürmektense bir ağaç altında beklemeyi tercih ediyordum. Ve geldik beni bu turda en çok şaşırtan ve hayal kırıklığına uğratan şehire Lizbona. Turist olduğunuzu ve İstanbul bisiklet ile geldiğinizi yolunuzun da Esenyurt, Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpaşa dan geçtiğini düşünün. Tam olarak ne düşünürdünüz? İstanbul için ilk izlenimleriniz ne olur du? Şahsen ben şehri pas geçip öteki ucundan geçip gitmeyi düşündüm. Hatta 1-2 saat düşündükten sonra o kadar yol geldim en azından biraz dolanayım dedim. Şehir inanılmaz derecede pis, gürültülü, güvenlik yok. Sanki şehir 100 tepe ve 5 adet sıra dağ üzerine kurulmuş gibi. Bisiklet ile 40 ülke ve 500 üzerinde şehirde bulundum ve Odessa dan sonra Lizbon bana bu hissi yaşatan 2. şehir. Evet Lizbon da gezilecek çok güzel yerler var ama önceki saydığım şeyler bunu tamamen gölgeliyor. Eğer şehre uçak ile gidecekseniz çok güzel bir şehir görebilirsiniz. Öncelikle Lizbona 30km uzakta olan Sintra bölgesine değinmek istiyorum. Çok sayıda anıt ve saraya sahip bir bölge. Burası biraz dağlık ve bu saraylarda tepelerde bulunuyor, bisiklet ile gitmek can sıkabilir. Burada Pena Sarayı, Regaleira Sarayı ve Moors Kalesi gezilecek ilk yerler arasındadır. Özellikle Pena sarayı alışılmışın dışında renklere sahip bir saray.




Lizbon şehir içine değinecek olursam, şehrin sembolü sarı tramvaylar diyebilirim. İstiklal Caddesinde bulunan kırmızıların kardeşi. Şehrin çoğu yerinde bunları bulabilmek mümkün, fakat en meşhur olan 28 numaralı hat. Şehir İstanbul gibi 2 yakaya sahip, bu 2 yakayı birbirine bağlayan 25 Nisan Köprüsü de Golden Gate köprüsüne benzerliği ile dikkat çekiyor. 2 yakayı bağlayan 2 köprü buluyor ve bu köprülere bisiklet ile giriş mümkün değil. Bizde gibi feribot kullanmamız gerekiyor. Yazdıkça dikkat ettim de amma çok İstanbul'a benziyormuş
konservesi bulunuyor. Geldim en can alıcı yere, şehirde güvenlik 0 yok yani. Öyle ki 2-3 saatlik akşam gezmesinde önüm 5-6 kere esrar,hap, uyuşturucu satıcıları tarafından kesildi, lazım mı diye. Her türlü ürün var ve çok rahat bir şekilde satıyorlar. En kötü bir polis olsanız ve gece aileniz ile gezseniz önünüz kesilir, polislerin de umrunda değil. Böyle bir şey daha önceden görmemiştim. Tüm bu olaylar beni Lizbon dan tamamen soğuttu diyebilirim.





Güneye gittikçe sıcaklık daha da bir artmaya başladı, her geçen gün daha da bunaltıcı oluyor. Sevindirici olan ise hala plajlara yakın bir şekilde düz yollardan devam etmem. Bunaldıkça okyanusa giriyor serinleyip devam ediyordum. Lizbon dan sonra Portekizlilerin dünyanın sonu olarak nitelendirdikleri ve avrupanın en güney batısı olan Sagres'e ulaştım. Algarve olarak geçen bu güney Portekiz de çok güzel plajlar ve sahiller mevcut. Yerel halktan daha çok turistlere denk geliyorsunuz. Sagres den Faro ya kadar 100km kadar bütün bölgeyi ve köyleri rahatlıkla gezebilirsiniz, her bir plaj ayrı bir güzellik sunuyor. Bölge çok kayalık ve girintili çıkıntılı. Özellikle Lagos, Carvoeiro yakınlarında bulunan Benagil mağarası ve Marinha plajını pas geçmemenizi öneririm. Görsel güzellik olarak gerçekten birbirinden güzel plajlar fakat kum okyanus olarak beni pek çektiğini söyleyemem.







Algarve bölgesinin başkenti olan Faro civarında çok güzel lagünler bulunmakta, özellikle kuş gözlemcileri için çok güzel bir nokta. Bunlar aynı şekilde sınırı geçtikten sonra Huelva civarında da bulunuyor. Portekizden tekrar İspanya ya bisiklet ile geçmek için yine feribot kullanmanız gerekmekte. Tek bir köprü var o da otobana ait ve giriş de mümkün değil. Portekiz den tekrar İspanya ya geçtiğime sevindim. İnsanları, şoförleri olsun sizi daha rahat hissettiriyor. Kıyıdan Kıyıdan Endülüs bölgesine de gelmiş oldum. İlk hedef tabi ki de Sevilya. Eğer Endülüs bölgesine bisiklet ile gidiyorsanız şehirlere giriş sırasında sorun yaşayabilirsiniz. Öyle ki Sevilya şehrine girerken nehir geçmeniz gerekmekte ve bu nehir üzerinde 3
adet köprü bulunmakta. Bu 3 köprüye de bisiklet girişi yasak. Mecbur en kısasını bulup girmek zorunda kaldım. Sevilya düzeni ile sizi direk kendisine çekiyor. Son derece temiz ve düzenli, şehir de öyle rahatsız edici bir hareketlilik yok. İlk izlenim her zaman önemlidir ve benim tam puan verdiğim ender şehirlerden birisidir Sevilya. Dünyanın en büyük gothic katedrali olan Sevilya Katedraline ev sahipliği yapıyor. Ayrıca bunun yanında Alcazar Sarayı ve Plaza de Espana görmeniz gereken yerlerin başında gelecektir.






Sevilya ve çevresi inanılmaz derece sıcak, Afrika ya doğru gittiğim gayet belli olmaya başladı. Esen rüzgar bile yüzünüzü haşlıyor. Tek tesellim bu bölgenin tamamen düz bir şekilde olması. Önümde bulunan ve neredeyse tamamen deniz ile çevrelenmiş olan Cadiz şehrine ne yazık ki giriş yapamadım. Sevilya da olduğu gibi şehre giriş için 3 adet köprü bulunuyor ve bu köprülere giriş iznim yine bulunmamakta. Ancak bu sefer körpüler çok daha uzun, tatsızlık yaratmamak ve risk almamak için burasını pas geçmeye karar verdim. Karşı kıyıdan drone ile 1-2 fotoğraf çekerek yoluma devam ettim.


Burdan güneye kadar olan kısım inanılmaz derecede rüzgarlı, yol boyunca binlerde rüzgar gülü görebilirsiniz. Kanımca rüzgar yönü hep aynı, uyarı levhaları bulunuyor. Güneye giderken rüzgarı karşılıyorsunuz, 120km lik bir işkence. 120 km sonra Avrupa'nın en güney ucu olan Tarifa'ya vardım (Yunan adalarını saymazsanız). Buradan Afrika ya feribotlar ve isteyenlere özel Balina turları yapılmakta, o gün hava kapalı olduğundan böyle bir maceraya bulaşmadım. Ayrıca rüzgarlardan dolayı Avrupanın kite surfing cenneti olarak da geçiyor.

Buradan Cebelitarık'a giderken 300-400m kadar tepecikler var. Bunları tırmanırken karşıda Afrikayı görmek insana bayırları çıkmak için gaz veriyor. Hiç gitmediğim başka bir kıta, belki bir gün diyerekten yoluma devam ettim. Cebelitarık sınırında pasaport kontrolü yapılıyor. Ülke İngiliz sömürgesi olduğundan dolayı para birimi Pound £. Ancak Euro € da her yerde geçiyor. Belediye otobüsleri de € yu kabul ediyorlar. Şehir merkezine gidebilmek için öncelikle Cebelitarık Havalanının üzerinden geçmeniz gerekiyor. O an uçak inecekse yolu da trafiğe kapatıyorlar. Ülkenin yarısı kayalık diğer yarısı da yaşamak için kullanılan alan olan düzlük. Kayalığa çıkarak güzel manzaralar elde edebiliyorsunuz. Ayrıca karşı da Afrika yı da
görebilirsiniz. Bunun yanında kayalıkta yaşayan bir maymun türü olan Berberi şebeğini de görebilirsiniz. Bunlar bazen şehir içlerinde de dolaşıyorlar. İnsanlar dan korktukları yok, gayet güzel bir şekilde adapte olmuşlar. Ürünler de vergi oranı çok düşük olacak ki her yerde kamera telefon tarzı ürün satanlar var. Aynı şekilde sınırdan çıkışta polis tütün alıp almadığımı bana sordu. Benim için güzel bir tecrübe oldu Cebelitarık.





Normal de kıyıdan devam ederek Malaga ya doğru devam edecektim. Fakat daha sonrasında karar değiştirip Ronda ya oradan da Cordoba ya gitmeye karar verdim. İlk hedefim olan Ronda 1000m yükseklikte bulunuyor, Afrika ya bu kadar yakınken ve sıcakken bu yüksekliğe sürmek istemediğimdem dolayı bu yolu tren ile geçtim. Ronda'nın en büyük özelliği yüksek bir kayalık vadi üzerine kurulu olmasıdır. Kanyon üzerinde bulunan ve altından nehir akan puente nuevo köprüsü, gördüğüm en güzel köprülerden birisi diyebilirim.




Buradan sonra nereye baksanız tarla-tarla-tarla. O kadar çok tarla var ki öğlen dinlenecek bir ağaç altı bile bulamıyorum, aynı şekilde akşam yatacak yer bulmakta zor bir hale gelmeye başladı. Endülüs bölgesi gerçekten uçsuz bucaksız ovalara ve verimli topraklara sahip. Sıcak ve tarlalardan başka görecek bir şey olmadan Cordoba ya kadar geldim. Emeviler tarafından ele geçirildikten sonra bu şehir başkent yapılmış. Bu sebeple görecek gerçekten güzel yapılar bulunmakta, özellikle Mezquita olarak geçen eski camii, şimdinin kilisesi. (Bizim Ayasofya ile aynı kaderi paylaşıyor) 786 yılında inşaa edilen bu camii
kırmızı ve beyaz mermerler kullanılarak yapılmış. Gerçekten devasa ve bir o kadar da ihtişamlı. Bu kadar büyük bir camii daha önceden görmemiştim. Bunun ile beraber Alcazar Sarayı, Roma dönemine ait köprü de görülmesi gerekenler arasında. Şehir turistlere rağmen sakin diyebilirim. Sorun tabiki de Ağustos sıcakları, bu mevsimde gitmek isteyenler ve sıcak sevmeyenler için önermem. Buraya gelene kadar 5 tane Türk görmemişimdir. Cordoba da Türk turist sayısıda bir hayli fazla.






Cordoba her ne kadar düzlükte olsa da Granada onun tam tersi dağlar arasında. Bu sebeple o tarafa doğru gitmek biraz meşaketli. Birde denizden esen rüzgar da eklenince bu kesim benim adıma çok zor geçti diyebilirim. Dağ bayır demeden heryeri değerlendirmişler bu bölgede çok fazla zeytin ağaçları var, hiçbir alanı boş geçmiyorlar. Granada da görülmesi gereken yerlerin başında belki de İspanya sınırları içersinde de ilk sırada olabilecek Alhambra Sarayı. Bu Saray 1232 yılında Nasiriler tarafından kurulmaya başlamış
ve başa geçen her sultan bunu daha da büyütmüş. Öyle ki şehri geri alan İspanyollar bile üzerine kendi eklemeleri yapıp günümüze kadar gelmiş. Şöyle bir sorun var ki ben Nasirilerin yapmış olduğu saraylara bilet alamadım, tam yaz dönemi olduğundan ve yoğunluktan dolayı biletler haftalar öncesinden satılmış. İçimde çok büyük bir ukde kaldı, bu kadar yol gel ve gireme. Bunun yerine Generalife, öteki saraylar ve binaları gezmek için bilet alamabildim. Buraya gitmek isteyenler daha öncesinden internet üzerinden biletlerini alsalar daha iyi olur. Çok meşhur olduğundan dolayı inanılmaz derecede kalabalık. Her ne kadar
saraylara giremesemde diğer gördüğüm yapıtlar insanı bir şekilde etkiliyor. Daha öncesinden müslümanlardan bu kadar güzel el işçiliği ve işlemeler görmemiştim. Granada sadece Alhambra dan ibaret değil. Granada Katedrali de aynı şekilde görkemli. Özellikle içerisi çok güzel. Granada saygı duyulacak bir tarihe ve şehirleşme düzenine sahip. Çok fazla saklı güzellikler barındırmakta, gözümde en güzel 3 İspanya şehrinden birisi.






Çıktığım bayırları şimdi gerisin geriye inme vakti. Her ne kadar rüzgar hala karşıdan esse de 15-20km kadar hiç pedal çevirmeden vadi boyunca gidiyorsunuz. Deniz kıyısına ulaştığınızda sizi direk olarak seralar karşılıyor. Her yer bembeyaz sera çok bir şekilde sahiller sera, dağlar, tepeler, kayalıklar sera. Boş bulduklara her yere sera yapmışlar. Öyle ki Google Maps üzerinden Almeria çevresine bakarsanız haritanın bembeyaz olduğunu göreceksiniz. 50km uzunluğunda kesintisiz seralar var, adamlar yapmışlar. İsteyince oluyor demekki. Gerçekten çok ilginç, gerek Endülüs bölgesindeki tarlarlar, ağaçlar olsun gerekse bu seralar adamlar bir şekilde toprağı değerlendiriyorlar. Seraları otoban 2 ye ayırıyor.

Bundan sonrası seralar ve deniz eşliğinde Murcia ya kadar devam ediyor. Sıcak da kuzeye doğru çıktıkça azalmaya başladı. Deniz suyu da okyanusa göre daha sıcak bir hal aldı. Her şey istenilen bir hal almaya başladı diyebilirim. Sebze Meyve fiyatları da seralardan dolayı ülkenin geri kalanına göre az da olsa daha ucuz. Murcia, etrafındaki şehirler kadar görkemli ve ihtişamlı yapılara sahip değil. Bunun 2 sebebi var, 1. 1800 lü yıllarda Napolyonun orduları tarafından yağmalanmış, 2. de yaşamış olduğu deprem felaketleri.
Ancak bunlara rağmen çok güzel bir katedrale ve yanında Piskoposluk sarayına sahip. Ayrıca boğa güreşi arenası ile Murcia futbol takımına ait futbol sahasının yan yana olması da eski ile yeniyi karşılaştırmak adına çok hoş olmuş.




Buradan nasıl Alicante'ye gideceğim diye haritaya bakarken hemen güneyde bulunan Torrevieja da pembe bir göl olduğunu gördüm. Merak edip rotamı oraya doğru çevirdim. Burası bildiğimiz tuz gölü, fakat göl özellikle gün batımında ve sabahleyin pembe bir görütüye bürünüyor. Çok tuzlu olduğundan yüzmek yasak, fakat insanlar yanlarında su bidonları ile gelip hemen orada yıkanıyorlar. Bende malkoçoğlu gibi daldım suya ama hata yaptığımı çok geçmeden anladım. Sıcak da bu kadar tuza maruz kalmak cildimi yaktı. Gölden çıkarak doğruca 10km uzağımda bulunan denize gitmek zorunda kaldım. Benim içinde değişik bir tecrübe oldu, pişman değilim.




Alicanteye doğru yola çıktıktan sonra arka tellerden birisinin kırıldığını duydum. Dikkatli incelediğimde 1 tane kırığın yanında 2 tane gevşek tel ve birde arka göbekte tellerin bağlantı yerinde çatlak olduğunu gördüm. Bütün bunlar ile bir şekilde Alicante ye ulaştım ve dükkanları gezerek uygun tel aramaya başadım. Yanıma hiç yedek almamıştım. Ne kadar bisikletçi gezdiysem hiçbirinde uygun tel bulamadım. Bu şekilde de sürüp daha fazla risk almak istemediğimden dolayı, Valensiya da bulunan Brompton
bayiine ellerinde uygun tel olup olmadığını sormak için mail attım. Olumlu cevap aldıktan sonra Alicante den Valensiya ya sürmek yerine otobüs kullandım. Otobüsten indiğim gibi şaşırdım diyebilirim, tarih ve modern bir şehir en güzel nasıl harmanlanır örneği Valensiya olsa gerek. Bisikleti bırakıp yaya bir şekilde gezmeye başladım, bir nevi böyle gezmek daha güzel. Bazen bisiklet ile kalabalık yerlere girmek sıkıcı olabiliyor, aynı şekilde bir yere bağlayıp bırakırsanız acaba çalınır mı korkusu oluyor.
Şehirde bulunan Valensiya Katedrali ilk olarak müslümanlar tarafından camii olarak inşaa edilmiş. Fakat
yapıldıktan kısa bir süre sonrasında hristiyanlar tarafından ele geçirilip katedrale çevrilmiş. Llotja de la Seda La Lonja gotic mimarisinin baş yapıtlarından birisi sayılıyor ve içerisinde bulunan kolonların oluşturduğu görsellik muhteşem. Kapalı pazar olan Mercado Central de her türlü ürünü bulabilirsiniz, alışveriş yapmayacak olsanız bile burasını görmenizi öneririm.Belkide şehre en çok tanınmışlık kazandıran City of Arts and Sciences (Bilim ve Sanat Şehri); 6 adet birbirinden bağımsız yapıdan oluşuyor. İçerisinde opera binası, botanik park, sinema salonu, akvaryum gibi binaları barındırıyor. Modern mimarinin en güzel örneklerini burada görebilirisiniz. Ayrıca İspanya ya özgü olan ve sarı pirinç den yapılan Paella da Valensiya da ortaya çıkmıştır






Şimdiki ana hedefim bu ülkede gideceğim son şehir olan Barselona. Bu kadar güzel şehirler gördükten sonra Barselona için beklentilerim gerçekten çok yüksek. Barselonadan önce küçük bir tatil kasabası olan Peñíscola ya değineceğim. Kayalıklar üzerinde bir yarım ada da kurulu. Turistler ve tatilciler tarafından çok fazla rağbet gördüğünü söyleyebilirim. Güzel mavi bir denizi var ama hafta sonları çok kalabalık oluyor. Buraya kadar gelmişken görülmesi gereken yerlerden birisi diyebilirim.