Herkese çok teşekkürler, zaman ayırıp da okuduğunuz için...
@BurakMehmet Tatlılıklarını üçe, beşe katlıyor öyle konuşmaları; kuşa "tuş" derdi, kabuğa "tabut", gerek yok derken, "geyet yot", şimdi büyüdü, geride kaldı o konuşmalar da hala arada bir kullanırız "geyet yot"u aramızda
@mariokaldato Üstadım sen dahi beğendiysen tamamdır o zaman, gençliğimizde az mı girmedik foruma, heyecanla forumu açıp üstad mariokaldato bugün uzun bir yazı yazmış mı, döktürmüş mü yine diye bakmak için
@MinorArtS Dartanyan?? nam-ı diğer Engin Köşk, iki ay önce Eskişehir'e taşındılar maalesef
2. BÖLÜM: DEJA VU
Raskolnikov korkmamalıydı. Zira bisikletçi adamdan zarar gelmezdi. Nitekim kısa süre sonra aracın farlarını uzaktan görmeye başlamıştı. Araç yavaşça ilerliyor; ağaçların arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Geldikleri orman yolu araçlar için hiç de uygun değildi; yol üzerinde büyükçe taşlar, çukurlar, tümsekler, sel sularının açtığı derin yarıklar vardı ve de çok virajlıydı. “Bu yüzden bu kadar gecikmiş olmalı…” diye düşündü Raskolnikov; biraz önce hissettiği duygu gitmiş ve oldukça rahatlamıştı; ama bu sefer de hiç tanımadığı biri hakkında bu kadar önyargılı olduğu ve arkasından hiç de iyi şeyler düşünmediği için kendini suçlamış ve bu onu rahatsız etmeye başlamıştı. Melankolik olmak için her zaman kolayca bir sebep bulabilmesine kendisi de şaşırdı.
Aramis yavaşça ateşi yaktıkları yerin yanına kadar yaklaştı ve arabadan indi. Şimdi artık bütün malzemeleri yanlarındaydı; çadırları, matları, gece üzerlerine almak için battaniyeleri, pikeleri; kalın kıyafetleri, portatif sandalyeleri, yere sermek için hasırları, kilimleri, mangalları, semaverleri, okey takımı… Hatta masa olarak kullanmak için ayakları kırılıp katlanan, yuvarlak tahta şeklinde, üzerinde hanımların hamur açtıkları hamur açma tahtası bile vardı; Raskolnikov gündüz onu alacağını söyleyen Dartanyan’a alaycı bir şekilde takılmıştı; “Hayırdır kardeş, orda bize gözleme mi açacaksın?”… Kampa arabayla geldikleri için kendilerini kısıtlamamışlar ve akıllarına ne geldiyse atmışlardı arkaya…
Oldukça neşeli biri olan; yapılan her espriye içten gelen yüksek bir kahkahayla karşılık veren Aramis’in gelişiyle birlikte ortamdaki hava bir anda değişmişti; bir kaç dakika önceki sıkıntılı, gergin atmosfer bir anda dağılmıştı; ve yine oraya ilk geldiklerinde olduğu gibi çocuksu bir mutluluk ve neşe hakim olmuştu. Birlikte eşyaları indirip bir kamp ortamı hazırlamaya başladılar; yere hasırlar serildi; portatif sandalyeler açıldı ve çadırlar kurulmaya başlandı. Etrafında ağaçların, ıssızlığın, daha doğrusu doğanın hakim olduğu bir yere araçlarıyla giden her Türk kafilesi gibi onlar da arabanın müziğini yüksek sesle açmışlardı. Sık sık kamp yaptığını söyleyen Aramis’in elinde büyükçe, yuvarlak şeklinde bir çanta vardı; onu açıp içinden yuvarlak bir çadır çıkardı; iplerini çözdü, yere attı; katlı halde duran çadır, bağları çözülüp özgürlüğüne kavuşmuş vahşi bir hayvan gibi bir kaç saniye silkindi, açıldı, büyüdü ve kendi kendine kuruldu; Aramis sağından solundan çekip düzeltti; ve çadırı hazırdı. İlk defa kamp yapan Raskolnikov ve Dartanyan ise birlikte kuracakları çadırlarını kendileri açıp yere serip, katlanmış haldeki çubukları düzeltip çadırın dört bir tarafındaki çengellere taktılar; havaya kaldırdıkları çubuklara çadırın üzerindeki çengelleri geçirdiler; daha sonra çadırın örtüsünü de üzerine geçirdikten sonra onların da çadırı hazır olmuştu.
Bu arada Aramis matını şişirmiş, çadırının içine koymuş ve hatta üzerine de bir örtü sermişti, “Biraz fazla titiz biri galiba…” diye içinden geçirdi Raskolnikov.
İşlerini bitirdikten sonra sandalyelerine oturup manzaraya karşı ayaklarını uzatarak dinlenmeye başladılar.
“İşte yıllardır özlemini kurduğum, hayal ettiğim doğa ortamı…” diye düşündü Raskolnikov; hafif bir şekilde salınan sularıyla durgunluğun, dinginliğin sembolü gibi duran bir göl; hepsi kendi kökleri üzerinde dimdik duran, hepsi kendi başlarının çaresine bakan, tek ve hür, ama bir orman gibi kardeşçesine; uzaktan bakıldığında içine girilemez, yekpare bir kütle gibi duran ağaçlar… Ve sessizlik; şehirdeki arabaların motor sesleri, kornalar, konuşmalar, bağrışmaların olmadığı; arada bir yavaşça esen rüzgarın yapraklardaki hışırtısı ve bazıları hemen yakında, bazıları uzaklarda öten kuş sesleri... “İşte huzurun, ferahlığın merkezi burası…” diye içinden geçirdi Raskolnikov; bir kaç saat sonra ne kadar yanılmış olduğunu göreceğini bilemeden… Ve kırmızı suratlı İngilizlerin “anpılakt” dediği “fişten çekilmiş” olma hissi; telefon sinyalinin olmadığı bu yerde hissetmeye başladığı; daha önce pek alışık olmadığı bir his; sürüp giden hayattan; eşinden, çocuklarından tamamen kopuktu, ertesi gün öğleye kadar onlardan haber alamayacaktı; daha önce böyle bir şey yaşayıp yaşamadığını düşündü…
Çocuksu şakalaşmalarına bir süre daha devam ettiler, ama geçen zaman bir şeylerin daha ters gitmekte olduğunu hatırlatmaya başlamıştı onlara…
Barınak, soğuktan korunma, eğlence adına bütün malzemeleri vardı yanlarında, gece boyu okey oynayıp çadırlarına girip battaniyelerine sarınarak huzur içinde uyuyabilirlerdi, ama bunun için önce karınlarını doyurmuş olmaları gerekirdi. Açık havada yapılan bisiklet sürüşü bütün bisikletçileri olduğu gibi onları da kurt gibi acıktırmıştı, ama yanlarında bir ekmek kırıntısı bile yoktu!! Planları şöyleydi; aynı yerde oturan Raskolnikov, Dartanyan ve Aramis kamp için gerekli bütün herşeyi alacaklar; Aramis’in işyerinden elemanı olan Bazin ise işten çıktığında sadece yiyecekle ilgili malzemeleri alarak onların yanına gelecekti. “Tek bir kelime, bazen ne kadar büyük anlamlar taşıyıp ne kadar önemli olabiliyor” diye düşündü Raskolnikov. “Sadece”… Planda sanki bir yerlerde sonu vahim olabilecek bir hata yaptıklarını düşünmeye başlamıştı; herşeyleri almışlardı, hamur açma tahtasını bile ama “sadece” yiyecekleri yoktu. Aramis bütün gün yiyecek konusunda bir sürprizden bahsetmişti onlara; ballandıra, ballandıra; “Sürpriz bir şey getireceğim, mükemmel olacak, parmaklarınızı yiyeceksiniz…” diyordu sürekli onlara, ama yiyeceklerin hiç gelmemesi asıl büyük sürpriz olacaktı onlar için…
Zaman hiç istenmeyen zamanlarda olduğu gibi yine su gibi akıyordu, güneşin bugün biraz erken çıkması gerekiyordu galiba, daha önce aydınlığın bu kadar hızla azalıp, karanlığın bu kadar çabuk basmaya başladığını gördüğünü hatırlamıyordu Raskolnikov. “Şimdiye kadar çoktan gelmiş olması gerekir” diyordu Aramis sıkıntılı bir şekilde, “işten çoktan çıkmış olmalı, yiyecekleri, market alışverişini yapıp daha önce bir çok kez kamp yaptığımız bu noktaya gelmesini söylemiştim.” Fakat görünürde herhangi bir belirti yoktu gelmekte olan bir araca dair ve “fişten çekilmiş” olma durumunu sonuna kadar yaşıyorlardı; telefonlarında en ufak bir sinyal belirtisi dahi yoktu.
Kahrolası Fransızların ağızlarını büzerek “déjà vu” dedikleri şey bu olsa gerek…” diye kızgınlıkla kendine söylendi Raskolnikov, daha bir saat önce Dartanyan’la birlikte aynı durumda olduklarını hatırlayarak, ama bir farkla, bu sefer Aramis de katılmıştı onlara…
“Evet” diye düşündü Raskolnikov, “Adam sonunda haklı çıkacak galiba…”,“parmaklarınızı yiyeceksiniz…” derken ki gülümsemesi şu an hınzırca gelmeye başlamıştı ona…
Ve bu fikrin görüntüleri onda bir çağrışım yapmıştı; 127 saat boyunca ıssız bir kanyondaki derin çukurda kolu bir taşın altında kalıp sıkıştığı için hareket edemeyen ve en sonunda kaçınılmaz görünen ölümden kurtulmak için yanındaki çakıyla kendi kolunu kesen adamın hikayesini, görüntülerini getirdi aklına, o da bir bisikletçiydi ve kendileri gibi bisikletini arabaya yükleyip sonra da bisiklet sürmüştü bir süre üstelik, “Ben o durumda olsaydım böyle bir şeyi yapabilir miydim” diye defalarca düşünmüştü; “Asla yapamam heralde” oluyordu cevabı hep, ama kesin doğru cevabı bulması için de 127 saat boyunca bir kanyondaki derin bir çukurda kolunun bir taşın altında kalıp ölümün kaçınılmaz olduğunu hissetmesi gerektiğini biliyordu…
Şu anda içinde bulundukları durum bu kadar vahim değildi elbette; su konusunda pek sıkıntı olmayacak gibi duruyordu, Dartanyan inip gölün suyunun tadına baktı, her halükarda içilebilecek bir suydu...
Sadece biraz açlık gibi bir sorunları vardı, ama bu duruma karşı da hazırlıklıydı Raskolnikov, zamanında Bear Gyrills’i az seyretmemişti, sırf izlenmek için şov yaptığı belli olan adama gıcık oluyor, ama yine de izlemeden duramıyordu. İğrenç şeyleri yeme konusunda adamın üstüne yoktu; böcekleri ağzına atıp cips gibi kıtır kıtır yiyordu; parmak kalınlığında sarı renkli bir kurt bulup ağzına atıp kurdun sarı suyunun kameraya doğru sıçradığı olmuştu; bir yerde tombul bir kurbağa bulup kurbağanın kafasını ısırarak yemişti; aynı şekilde bir yılanı da, ve bir programda yerde geyik boku bulup “geyiklerin sindirim sistemleri çok hızlıdır, yediklerini yeterince sindiremezler” diye diye geyik bokunun içindeki meyve çekirdeğini ağzına atıp yemiştiı gerizekalı herif… Bir keresinde de Pasifik Okyanusu’ndaki bir adadan kendi yaptığı salla denize açılmış, okyanusun ortasında susuz kalmış, sonra ulaştığı bir adada bir kayanın ovuğunda birikmiş yağmur suyu bulmuştu, ama su kuş pislikleriyle pislendiği için içememişti, o da pantolonunu indirip kıçına soktuğu bir boruyla bu suyla kendine lavman yapmıştı; neymiş su kalınbağırsaktan emilirmiş; hemşire olan annesinden öğrenmiş bu metodu… Bu adamdan nefret ettiğini tekrarladı yine kendine…
Düşüncelerin içinde kaybolmak mı zamanın hızla geçmesini sağlıyordu; yoksa zaman gerçekten hızla mı geçiyordu? Bunu bilemiyordu, ama gerçek olan bir şey varsa havanın kararmaya başlamış olmasına rağmen hala görünürde kimsenin geldiğine dair herhangi bir işaret olmamasıydı, “kampta size müthiş bir şey yapacağım”, “kamptan önce bir şey yemeyin sakın” diye konuşup duran Aramis’e kanıp öğlen bir şey yemediğinden şimdi ona dişlerini sıkarak bakıyordu Raskolnikov...
Bir kaç saat önceki çocuksu mutluluklarından eser kalmamış, yine sinir yıpratıcı bir bekleyişe koyulmuşlardı. Hiç planda olmayan bir durum, bir anda bütün düşüncelerini tamamıyla değiştirmişti. “Asıl bundan sonra ne olacak çok merak ediyorum” diye içinden geçirdi ve yazdı Raskolnikov, yaptığı şeyin saçma Türk dizilerinde bölüm sonunda seyirciyi merakta bırakmak için kullanılan ucuz bir teknik olduğunu bilmesine rağmen ...