Yaklaşık 25 saatlik bir yolculuğun ardından Artvin Otogarı'na giriş yapmamız ile heyecanım daha da artmıştı. Turuncu motifli rahatsız koltuk ile totom arasındaki münasebeti, bir spatula yardımıyla kestikten sonra kendimi dışarı attım. Emrah ile bisikletlerimizi almak için bagaja yöneldiğimizde küheylanın biri 250 cc lik spor motorunu bagajdan indirmenin telaşındaydı.
Şehir merkezinin 6 km lik tırmanışın ardında yatması, burayı es geçmemiz anlamına geliyordu. Fakat bir kaç saat evvel ekranı kırılan telefonumu tamir ettirebilecek daha iyi bir yer olamazdı. Zorlu bir tırmanışın seyrinde, inişe geçmiş olan Rus turcularla el sallaşıp zirveye ulaştık. Girdiğim telefon bayisindeki yetkili, parçaların İstanbul'dan temin edildiğini ve bu işlemin günlerce sürebileceğini söylemesi üzerine idarelik bir telefon bakmaya başladım. Dünya ile iletişimimi tekrar sağladıktan sonra Valilik önündeki bir ağacın gölgesinde Emrah'ı tonton amcalarla sohbet ederken yakaladım. Tatlı bir sohbetin ardından küçük bir vida almak için bir elektronik mağazasına girdiğimizde, kendimizi yine derin bir sohbetin içinde bulmuştuk. Bu sadece başlangıçtı. Artvin insanı o kadar sıcak kanlıydı ki ahbap olmak için bir selam vermek yetiyordu. Ekmek almak için girdiğimiz fırında oluşan şu fotoğraf olayın en iyi özetiydi aslında...
Çoruh boyunca uzanan yolda, Borçka yönüne doğru yola koyulmuştuk. Hava oldukça sıcak, güneş her zamankinden daha haylazdı. Elindeki fırça ile ensemi karalıyordu. Çok fazla araç geçmeyen yolun sessizliğini, toprak saçan hafriyat kamyonları bozuyor, havalı kornaları ile selam verip diğer şeride kayarak geçip gidiyorlardı. Yolda olmanın verdiği huzur, gökyüzünün mavisi, Çoruh'un kudreti, yalçın kayalıklar , yemyeşil bir doğa... Öyle kaptırmıştım ki kendimi koşarcasına pedal çeviriyordum.
Viyadük ve tünel geçişlerinin yoğun olduğu yolun sonunda Borçka ilçesine giriş yapmıştık. İlçe girişinde onlarca bisikletli ile karşılaşmamız büyük sürpriz olmuştu. El,zil ve baş selamı verip almamıza karşın hiç kimsenin durmamasına anlam verememiştim. Çok sonra öğrendik ki "Artvin MTB Cup'ın " ortasına dalmışız.
Sıkı bir öğle yemeğinin ardından Hopa'ya doğru yola koyulmuştuk. Edindiğimiz bilgilere göre Cankurtaran Tepesi'ne kadar 16 km lik bir tırmanış bizi bekliyordu. Yol kenarlarındaki çeşmelerin de yardımıyla güç bela zirveye ulaştık. Hava kararmak üzereydi ve bundan sonraki yolumuz Hopa'ya kadar inişti. Bir noktadan sonra Çeşme göremez olmuştuk ve su kaynağımız tamamen bitmişti. Dilimiz dışarda inişe geçmemizden kısa bir süre sonra, bir dinlenme tesisinin kenarlarındaki çeşmeyi fark edip bahtsız bedeviler gibi koşmaya başladık. Tam o sırada karşımıza bir kutup ayısı çıktı.
-Nereye?
-Su içeceğiz.
-O su ilaçlı içerde temiz su var.
- Çok sağol, Teşekkürler.
İçerisi dediği kısma gittiğimizde durumun farkına varmıştık. Doğru ya çeşme suyunu ilaçlamazsan pet suyu nasıl satacaksın? Bu muameleye öfkekenip yolumuza devam ettik. Öyle ki karşımıza çok iyi insanların yaşadığı bir köy çıktı. Onlar kendilerine "Şirinler" derlerdi. Tamam bunu ben uydurdum. Köyün adı "Koyunlu" nüfus epey kalabalık.
Yolun solunda kalan düzlükteki Caminin avlusunda hummalı bir çalışma vardı. Köyün anneleri ve genç kızlar büyük bohçalar halinde çay yapraklarını paketliyor , yolun sağ tarafındaki tepenin ardından teleferik ile yeni kesilmiş yapraklar indirilmeye devam ediyordu. "Privet" diyerek yaklaşan gence "Selamunaleykum" diyerek cevap verince bu toprakların evladı olduğumuzu anlayıp etrafımızı sardılar. Koyu bir muhabbet ve sıkı bir dostluk akşam ezanı ile son buldu. İlçe merkezinde kamp atacak yer bulması için bir arkadaşı görevlendirseler de , delikanlı yormamak için tekliflerini kibarca reddettik.
Çoruh Nehri'nin Karadeniz ile öpüştüğü noktada, bir çay ocağının sundurmasına kurduk çadırlarımızı. Bir tarafta nehrin şırıltısı , diğer tarafta dalgaların mırıltısı... Anlatmak istedikleri bir şey var! Anlamak içinse pek çok şey...
Kaynak:
Fotoğraflar: Emrah Gülez
Şehir merkezinin 6 km lik tırmanışın ardında yatması, burayı es geçmemiz anlamına geliyordu. Fakat bir kaç saat evvel ekranı kırılan telefonumu tamir ettirebilecek daha iyi bir yer olamazdı. Zorlu bir tırmanışın seyrinde, inişe geçmiş olan Rus turcularla el sallaşıp zirveye ulaştık. Girdiğim telefon bayisindeki yetkili, parçaların İstanbul'dan temin edildiğini ve bu işlemin günlerce sürebileceğini söylemesi üzerine idarelik bir telefon bakmaya başladım. Dünya ile iletişimimi tekrar sağladıktan sonra Valilik önündeki bir ağacın gölgesinde Emrah'ı tonton amcalarla sohbet ederken yakaladım. Tatlı bir sohbetin ardından küçük bir vida almak için bir elektronik mağazasına girdiğimizde, kendimizi yine derin bir sohbetin içinde bulmuştuk. Bu sadece başlangıçtı. Artvin insanı o kadar sıcak kanlıydı ki ahbap olmak için bir selam vermek yetiyordu. Ekmek almak için girdiğimiz fırında oluşan şu fotoğraf olayın en iyi özetiydi aslında...
Çoruh boyunca uzanan yolda, Borçka yönüne doğru yola koyulmuştuk. Hava oldukça sıcak, güneş her zamankinden daha haylazdı. Elindeki fırça ile ensemi karalıyordu. Çok fazla araç geçmeyen yolun sessizliğini, toprak saçan hafriyat kamyonları bozuyor, havalı kornaları ile selam verip diğer şeride kayarak geçip gidiyorlardı. Yolda olmanın verdiği huzur, gökyüzünün mavisi, Çoruh'un kudreti, yalçın kayalıklar , yemyeşil bir doğa... Öyle kaptırmıştım ki kendimi koşarcasına pedal çeviriyordum.
Viyadük ve tünel geçişlerinin yoğun olduğu yolun sonunda Borçka ilçesine giriş yapmıştık. İlçe girişinde onlarca bisikletli ile karşılaşmamız büyük sürpriz olmuştu. El,zil ve baş selamı verip almamıza karşın hiç kimsenin durmamasına anlam verememiştim. Çok sonra öğrendik ki "Artvin MTB Cup'ın " ortasına dalmışız.
Sıkı bir öğle yemeğinin ardından Hopa'ya doğru yola koyulmuştuk. Edindiğimiz bilgilere göre Cankurtaran Tepesi'ne kadar 16 km lik bir tırmanış bizi bekliyordu. Yol kenarlarındaki çeşmelerin de yardımıyla güç bela zirveye ulaştık. Hava kararmak üzereydi ve bundan sonraki yolumuz Hopa'ya kadar inişti. Bir noktadan sonra Çeşme göremez olmuştuk ve su kaynağımız tamamen bitmişti. Dilimiz dışarda inişe geçmemizden kısa bir süre sonra, bir dinlenme tesisinin kenarlarındaki çeşmeyi fark edip bahtsız bedeviler gibi koşmaya başladık. Tam o sırada karşımıza bir kutup ayısı çıktı.
-Nereye?
-Su içeceğiz.
-O su ilaçlı içerde temiz su var.
- Çok sağol, Teşekkürler.
İçerisi dediği kısma gittiğimizde durumun farkına varmıştık. Doğru ya çeşme suyunu ilaçlamazsan pet suyu nasıl satacaksın? Bu muameleye öfkekenip yolumuza devam ettik. Öyle ki karşımıza çok iyi insanların yaşadığı bir köy çıktı. Onlar kendilerine "Şirinler" derlerdi. Tamam bunu ben uydurdum. Köyün adı "Koyunlu" nüfus epey kalabalık.
Yolun solunda kalan düzlükteki Caminin avlusunda hummalı bir çalışma vardı. Köyün anneleri ve genç kızlar büyük bohçalar halinde çay yapraklarını paketliyor , yolun sağ tarafındaki tepenin ardından teleferik ile yeni kesilmiş yapraklar indirilmeye devam ediyordu. "Privet" diyerek yaklaşan gence "Selamunaleykum" diyerek cevap verince bu toprakların evladı olduğumuzu anlayıp etrafımızı sardılar. Koyu bir muhabbet ve sıkı bir dostluk akşam ezanı ile son buldu. İlçe merkezinde kamp atacak yer bulması için bir arkadaşı görevlendirseler de , delikanlı yormamak için tekliflerini kibarca reddettik.
Çoruh Nehri'nin Karadeniz ile öpüştüğü noktada, bir çay ocağının sundurmasına kurduk çadırlarımızı. Bir tarafta nehrin şırıltısı , diğer tarafta dalgaların mırıltısı... Anlatmak istedikleri bir şey var! Anlamak içinse pek çok şey...
Kaynak:
Fotoğraflar: Emrah Gülez