D. Oğuz
Daimi Üye
- Kayıt
- 26 Mart 2014
- Mesaj
- 269
- Tepki
- 531
- Şehir
- İzmir
Bir word belgesi açmakla başlıyorum işe.
Bir yandan playlist hazırlıyorum, baya sallamışım yazıyı, sözde bir haftadır geçireceğim bilgisayara...
Öncelikle bütün yolculuğumu an ve an paylaşabildiğim, hatırlayamadığım yerleri hatırlamamı sağlayan, yanındaymış gibi hissettiren sevgili Tuğça Deniz Öztürk'e çok teşekkür ederim.
Ayrıca bu gezinin devam etmesinde katkıları olan Aybüke İpek, Türkay, Ekin arkadaşlarıma,
İsa, Orhan ve @Emrah GÜLEZ abilerime de çok teşekkür ederim.
KULLANILAN BİSİKLET: Carraro Grunge 419, 42-34-24 aynakol, 11-32 ruble, 32 telli çift kat jant, 120 mm ön amortisör, bir çift rubena flash dış lastik ve bir çift v fren barındıran bir bisiklet olmakla beraber maliyeti 600 liradır. Bagaj-spd pedal-barendli elcikler de dahildir bu komik fiyata. Ön heybe yerine 10 liralık valiz kullandım. Fazlasıyla da iş görmüştür, tavsiye ederim.
İlk günün bir öncesi var. İçim içime sığmadı o gün. Yaklaşık üç veya dört ay boyunca beklediğim o günler, yani sınavların bitmesi. Gelmişti. Artık azat edilmiş bir kölenin duyumsadığı özgürlük dolup taşıyor yüreğimden...
Hemen eve gidip eski bir beş liralık valize çadır tulum ve ilkyardım malzemelerimi koyuyorum. Yiyeceğimi de en altlara güzelce diziyorum. Sonrasında heybem hazır, çoktan doldurmuşum onu, yola çıkmayı bekler kendisi.
Akşam olur, Gökhan gelir. Beraber eşyaları arabaya yükleyip otogarın yolunu tutuyoruz. Daha sonra aynı şekilde bisikleti toplayıp otobüse yerleştiriyor, vedalaşıyoruz.
Burdan itibaren yalnız olduğumu düşünüyordum.
Fakat değilmişim. Haydi olayları baştan saralım. Öncesinde Marmaris'te oturan bir arkadaşım ile görüşüyorum, eğer Marmaris'te ise önce o bölgeyi dolaşıp oradan geçebileceğimi söylemiştim. Meğersem ki değilmiş. Ben de kafamdaki hiç bozmadan Fethiye'ye geçiyorum.
Neden Fethiye?
Şöyle ki, geçen yaz Ayvalık'tan Fethiye'ye kadar gitmiştim. Bu sefer de Akdeniz sahil şeridinden devam ederim düşüncesi ile, biletimi almıştım.
Neyse, Fethiye'ye geldik. Cebimdeki müze kartımın süresi bitmek üzere, sabah daha altı, serin serin çıkarım Kayaköy'e diye başlıyorum eski yoldan tırmanmaya. 1 saatlik bir tırmanıştan sonra örenyeri görevlileri yokken direk gidiyor ve dolaşıyorum. Bu kadar yeter dedikten sonra da, biraz serinlemek için bir ağacım gölgesine tünüyorum hemen, o sırada örenyeri görevlisi geldi. Hemen müzekartımı çıkartıp yollara düşüyorum.
![DSC_0048[1].JPG DSC_0048[1].JPG](https://www.bisikletforum.com/data/attachments/25/25653-1b3c3356fe55f69b85a7ccd78dd0f69a.jpg)
Dönüşteki yokuşu tırmanırken 66 yaşında İrlanda'lı biri ile tanışıyorum. Belfast şehrinde ikamet ediyormuş. (Bu sene Giro D'Italia'nın başladığı şehir.) Böyle olunca konu direk yarışlardan, bisikletten açıldı. O yokuşta muhabbet etmek için indim, yürüdüm adamla beraber.
Fakat gerçekten zevkli idi oradaki 15 dakikalık sohbet.
Zirveye ulaşınca patika yolundan devam etmek üzere ayrılıyoruz. Kısa süreli bir inişten sonra hiç vakit kaybetmeden Fethiye'den çıkıyorum, yolum Saklıkent'e.
![DSC_0051[1].JPG DSC_0051[1].JPG](https://www.bisikletforum.com/data/attachments/25/25654-6e21ce8daea39b5d5a3c6532ade2db1f.jpg)
Uğurlu'ya gelince bir bisikletçi ile karşılaşıyorum.
Biraz iyi değildi, malzemelerini çalmışlar. O da bisikletine iki tane ufak valiz takarak devam ediyordu. Biraz konuştuktan sonra daha iyi anladım bazı şeyleri. Bisiklet de kipada satılan 200 liralık bisikletlerdendi. Biraz eskiydi de. Demek ki neymiş, tura çıkmak için özgüven yeterli. Bisikletin parçası, çantası, heybesi bunlar küçük şeylermiş. İnsandaki bisikletle yolda olma arzusu, her şeyi belirleyen en önemli faktör...
Biraz ilerledikten sonra düşünmeye başlıyorum. İnsanlar ne koşullar altında geziyorlar... O zaman bizim hiçbir bahanemiz yok. Hele ki imkanlar müsaitse, cebimizde yaşamaya yetecek kadar para varsa... Aslında paraya bile gerek yok. İnsanlık daha ölmedi.
Neyse çok uzaklaşmadan devam edelim. Yakaköy şelaleleri sapağını görüyorum, dayanamayıp giriyorum fakat 5 km'ye yakın yokuş iki ay antrenmansızlıktan sonra işkence gibi geldi. Yakaköy şelalesinde şarjım bitti, orada fotoğraf yok maalesef, sadece antik kentinkiler.
![DSC_0060[1].JPG DSC_0060[1].JPG](https://www.bisikletforum.com/data/attachments/25/25661-681c99f19fed9d52d597a75231d1dab3.jpg)
Burdan aşağı salınca hemen bir bakkal çıkıyor karşıma. Bir iki gofret alıp yoluma devam ediyorum. Sonrasında bir kahvehanenin dibindeki bakkaldan su alıyor ve oradaki avluya uzanıp kalıyorum. İki ay bisiklet sürmedikten sonra böyle bir işe kalkışınca, çabuk yoruluyor insan.
Yan tarafındaki kahvehaneden birisi gelip masaya davet ediyor, birer çay içiyor, muhabbet ediyoruz. Buraların (yani Saklıkent olsun, Yakaköy olsun) onlar için sıradan fakat yeni gelenler için hep ilginç, görülmeye değer şeyler olarak nitelendirdiğini söylemekte. Bir yandan hak veriyorum aslında, insan yakınında olan herhangi bir şeye fazla değer verme eğilimde değildir genellikle, aksine ulaşılması güç olanı, uzaktaki şeyi ister. (Bu "şey" kavramını siz de kafanızda canlandırabilirsiniz.)
Kahveden ayrıldıktan sonra Saklıkent'in yolunu tutuyorum usul usul. Biraz da yorulmuşum, ilk gün için kendimi fazla zorladım
Saat beşe doğru atıyorum kendimi kanyonun buz gibi sularına. Girmeden evvel bir fotoğraf.

Giderken Avustralya'lı bir çift ile tanışıyorum, onlarla beraber yürüyoruz kanyon boyunca. Yakaköy'de gördüklerini söylediler fakat hatırlayamadım, bir kafa karışıklığından sonra kendime geldim. O arada fotoğraflar çekerek, muhabbet ederek kanyonun derin noktasına kadar ilerledik.
Herkesin yanında muhafaza edilemeyecek durumda elektronik eşyalar olduğu için ancak belirli bir yere gidebildik. Gittiğimiz son noktadan bir "özçekim" alıyorum.

Bu fotoğraf her milletten ikişer insan barındırıyor. Temel'in fıkrası gibi oldu biraz ama
Dönüşe geçmeye başladığımda saat yediyi geçiyordu, güneş hafiften turuncuya çalan rengini göstermeye başlamıştı. Köy yollarında ilerlemenin verdiği dinginlik sayesinde şarkı söylemekten alamıyorum kendimi, bir yandan ilerliyorum usul usul.
Uğurlu'da ayrıldığım anayoldan, taa Kınık'ta çıkıyorum. Her yer sera burada. Başta bir alışamadı gözüm, uzaktan bakınca "nedir bunlar böyle, allah allah.." demekten alamıyorum kendimi.

Hava da kararmaya başladı... Hemen bir benzinliğe girip aydınlatmalarımı takıyor ve yola devam ediyorum, sonuçta farkedilebilirlik önemli.
Biraz daha ilerledikten sonra Patara sapağını görüyor ve hemen dönüyorum. İki kilometre ilerledikten sonra, Gelemiş köyünde daha önceden araştırıp bir campinge yerleşiyorum.
Tam yemek hazırlayacağım, bir "gülme" geliyor. Bugün benim için biraz ayrıydı. 2 ay bisiklet sürmeden çıkmanın bedelini ödedim.
Bu sefer gelen gülme değil, bir insan sesi. Gel yemek yaptık sen de buyur der ve beni yemek yapmaktan kurtarır. Sağolsun, varolsun. Hızlıca yedikten sonra hemen müsaade isteyip duşumu alıyor, kendimi derin bir uykuya bırakıyorum...
Bir sonraki günün anlatımında görüşmek dileğiyle, esenlikle kalın.
Bir yandan playlist hazırlıyorum, baya sallamışım yazıyı, sözde bir haftadır geçireceğim bilgisayara...
Öncelikle bütün yolculuğumu an ve an paylaşabildiğim, hatırlayamadığım yerleri hatırlamamı sağlayan, yanındaymış gibi hissettiren sevgili Tuğça Deniz Öztürk'e çok teşekkür ederim.
Ayrıca bu gezinin devam etmesinde katkıları olan Aybüke İpek, Türkay, Ekin arkadaşlarıma,
İsa, Orhan ve @Emrah GÜLEZ abilerime de çok teşekkür ederim.
KULLANILAN BİSİKLET: Carraro Grunge 419, 42-34-24 aynakol, 11-32 ruble, 32 telli çift kat jant, 120 mm ön amortisör, bir çift rubena flash dış lastik ve bir çift v fren barındıran bir bisiklet olmakla beraber maliyeti 600 liradır. Bagaj-spd pedal-barendli elcikler de dahildir bu komik fiyata. Ön heybe yerine 10 liralık valiz kullandım. Fazlasıyla da iş görmüştür, tavsiye ederim.
İlk günün bir öncesi var. İçim içime sığmadı o gün. Yaklaşık üç veya dört ay boyunca beklediğim o günler, yani sınavların bitmesi. Gelmişti. Artık azat edilmiş bir kölenin duyumsadığı özgürlük dolup taşıyor yüreğimden...
Hemen eve gidip eski bir beş liralık valize çadır tulum ve ilkyardım malzemelerimi koyuyorum. Yiyeceğimi de en altlara güzelce diziyorum. Sonrasında heybem hazır, çoktan doldurmuşum onu, yola çıkmayı bekler kendisi.
Akşam olur, Gökhan gelir. Beraber eşyaları arabaya yükleyip otogarın yolunu tutuyoruz. Daha sonra aynı şekilde bisikleti toplayıp otobüse yerleştiriyor, vedalaşıyoruz.
Burdan itibaren yalnız olduğumu düşünüyordum.
Fakat değilmişim. Haydi olayları baştan saralım. Öncesinde Marmaris'te oturan bir arkadaşım ile görüşüyorum, eğer Marmaris'te ise önce o bölgeyi dolaşıp oradan geçebileceğimi söylemiştim. Meğersem ki değilmiş. Ben de kafamdaki hiç bozmadan Fethiye'ye geçiyorum.
Neden Fethiye?
Şöyle ki, geçen yaz Ayvalık'tan Fethiye'ye kadar gitmiştim. Bu sefer de Akdeniz sahil şeridinden devam ederim düşüncesi ile, biletimi almıştım.
Neyse, Fethiye'ye geldik. Cebimdeki müze kartımın süresi bitmek üzere, sabah daha altı, serin serin çıkarım Kayaköy'e diye başlıyorum eski yoldan tırmanmaya. 1 saatlik bir tırmanıştan sonra örenyeri görevlileri yokken direk gidiyor ve dolaşıyorum. Bu kadar yeter dedikten sonra da, biraz serinlemek için bir ağacım gölgesine tünüyorum hemen, o sırada örenyeri görevlisi geldi. Hemen müzekartımı çıkartıp yollara düşüyorum.
![DSC_0048[1].JPG DSC_0048[1].JPG](https://www.bisikletforum.com/data/attachments/25/25653-1b3c3356fe55f69b85a7ccd78dd0f69a.jpg)
Dönüşteki yokuşu tırmanırken 66 yaşında İrlanda'lı biri ile tanışıyorum. Belfast şehrinde ikamet ediyormuş. (Bu sene Giro D'Italia'nın başladığı şehir.) Böyle olunca konu direk yarışlardan, bisikletten açıldı. O yokuşta muhabbet etmek için indim, yürüdüm adamla beraber.
Zirveye ulaşınca patika yolundan devam etmek üzere ayrılıyoruz. Kısa süreli bir inişten sonra hiç vakit kaybetmeden Fethiye'den çıkıyorum, yolum Saklıkent'e.
![DSC_0051[1].JPG DSC_0051[1].JPG](https://www.bisikletforum.com/data/attachments/25/25654-6e21ce8daea39b5d5a3c6532ade2db1f.jpg)
Uğurlu'ya gelince bir bisikletçi ile karşılaşıyorum.
Biraz iyi değildi, malzemelerini çalmışlar. O da bisikletine iki tane ufak valiz takarak devam ediyordu. Biraz konuştuktan sonra daha iyi anladım bazı şeyleri. Bisiklet de kipada satılan 200 liralık bisikletlerdendi. Biraz eskiydi de. Demek ki neymiş, tura çıkmak için özgüven yeterli. Bisikletin parçası, çantası, heybesi bunlar küçük şeylermiş. İnsandaki bisikletle yolda olma arzusu, her şeyi belirleyen en önemli faktör...
Biraz ilerledikten sonra düşünmeye başlıyorum. İnsanlar ne koşullar altında geziyorlar... O zaman bizim hiçbir bahanemiz yok. Hele ki imkanlar müsaitse, cebimizde yaşamaya yetecek kadar para varsa... Aslında paraya bile gerek yok. İnsanlık daha ölmedi.
Neyse çok uzaklaşmadan devam edelim. Yakaköy şelaleleri sapağını görüyorum, dayanamayıp giriyorum fakat 5 km'ye yakın yokuş iki ay antrenmansızlıktan sonra işkence gibi geldi. Yakaköy şelalesinde şarjım bitti, orada fotoğraf yok maalesef, sadece antik kentinkiler.
![DSC_0060[1].JPG DSC_0060[1].JPG](https://www.bisikletforum.com/data/attachments/25/25661-681c99f19fed9d52d597a75231d1dab3.jpg)
Burdan aşağı salınca hemen bir bakkal çıkıyor karşıma. Bir iki gofret alıp yoluma devam ediyorum. Sonrasında bir kahvehanenin dibindeki bakkaldan su alıyor ve oradaki avluya uzanıp kalıyorum. İki ay bisiklet sürmedikten sonra böyle bir işe kalkışınca, çabuk yoruluyor insan.
Yan tarafındaki kahvehaneden birisi gelip masaya davet ediyor, birer çay içiyor, muhabbet ediyoruz. Buraların (yani Saklıkent olsun, Yakaköy olsun) onlar için sıradan fakat yeni gelenler için hep ilginç, görülmeye değer şeyler olarak nitelendirdiğini söylemekte. Bir yandan hak veriyorum aslında, insan yakınında olan herhangi bir şeye fazla değer verme eğilimde değildir genellikle, aksine ulaşılması güç olanı, uzaktaki şeyi ister. (Bu "şey" kavramını siz de kafanızda canlandırabilirsiniz.)
Kahveden ayrıldıktan sonra Saklıkent'in yolunu tutuyorum usul usul. Biraz da yorulmuşum, ilk gün için kendimi fazla zorladım

Giderken Avustralya'lı bir çift ile tanışıyorum, onlarla beraber yürüyoruz kanyon boyunca. Yakaköy'de gördüklerini söylediler fakat hatırlayamadım, bir kafa karışıklığından sonra kendime geldim. O arada fotoğraflar çekerek, muhabbet ederek kanyonun derin noktasına kadar ilerledik.
Herkesin yanında muhafaza edilemeyecek durumda elektronik eşyalar olduğu için ancak belirli bir yere gidebildik. Gittiğimiz son noktadan bir "özçekim" alıyorum.

Bu fotoğraf her milletten ikişer insan barındırıyor. Temel'in fıkrası gibi oldu biraz ama
Dönüşe geçmeye başladığımda saat yediyi geçiyordu, güneş hafiften turuncuya çalan rengini göstermeye başlamıştı. Köy yollarında ilerlemenin verdiği dinginlik sayesinde şarkı söylemekten alamıyorum kendimi, bir yandan ilerliyorum usul usul.
Uğurlu'da ayrıldığım anayoldan, taa Kınık'ta çıkıyorum. Her yer sera burada. Başta bir alışamadı gözüm, uzaktan bakınca "nedir bunlar böyle, allah allah.." demekten alamıyorum kendimi.

Hava da kararmaya başladı... Hemen bir benzinliğe girip aydınlatmalarımı takıyor ve yola devam ediyorum, sonuçta farkedilebilirlik önemli.
Tam yemek hazırlayacağım, bir "gülme" geliyor. Bugün benim için biraz ayrıydı. 2 ay bisiklet sürmeden çıkmanın bedelini ödedim.
Bu sefer gelen gülme değil, bir insan sesi. Gel yemek yaptık sen de buyur der ve beni yemek yapmaktan kurtarır. Sağolsun, varolsun. Hızlıca yedikten sonra hemen müsaade isteyip duşumu alıyor, kendimi derin bir uykuya bırakıyorum...
Bir sonraki günün anlatımında görüşmek dileğiyle, esenlikle kalın.


