1. gün
23 Temmuz Pazartesi
Ev-Haydarpaşa Garı + Alifuatpaşa-Geyve-Taraklı
40,67 km
Pazartesi sabahı gayet erken bir saatte mürekkepli işaret parmağıyla uyanıp, son hazırlıklarını uzun süredir yapmakta olduğum bisiklet, mat, çadır, tulum ve çantalardan oluşan, yaklaşık 30 kilo malı evden çıkarıp Haydarpaşa garına kadar getirdim. Orada diğer manyak Erdem’le buluşup bagaj sorunlarımıza biraz göz attık. Sonra Erdem’in babası bizi Doğu Ekspresi’nin yük vagonuna götürdü. Bisikletlerimizi yükledik ve seyahat edeceğimiz vagonlara kadar uğurlandık. İstikâmet Alifuatpaşa garıydı. Hava sıcak, vagon da klimalıydı. 3 saate yakın bir yolculuktan sonra Arifiye’de yük vagonuna gittik, bisikletlerimizi hazır ettik. Nihayetinde Alifuatpaşa’ya ulaşıldı ve vagondan aşağı atladık. İşte maceramız bu noktada başlamış bulunuyordu.
Saat 11:30 gibi gayet sıcak bir havayla karşıladı bizi bu ufak kasaba. Çanta bagaj sistemini üstün çabalarımızla oturtup, ilk hedefimiz olan Geyve’ye doğru yola koyulduk. Oha! Ağır bisiklet sürmek nasıl zormuş, hava nasıl da sıcakmış öyle? Geyve’den ton balığı ve ekmek alıp, hastane bahçesinde çam ağaçlarının oluşturmaya çalıştığı gölgede öğle yemeğimizi yedik. Güneşin etkisini yitirmesini beklemekten, Taraklı’ya normal bir saatte giriş yapmamızı engelleyeceği için vazgeçtik. Acayip bir sıcakta, ıssız, geniş ve uzun yollara koyulduk. Beynimiz fokurdamaya, nabzımız zonklamaya başladığında çevredeki bir ağaçlığı denedik gölge amaçlı, ama para etmedi. Biz de henüz yanından geçtiğimiz bir çimento üretim tesisine girdik. Zaten oradaki tek “şey” oydu. 5 kişi karşıladı bizi. Onlar da öğle molalarında gölgede dinlenerek vakit geçiriyorlardı. Aralarına katıldık. Ufak bir gazoz ve su ikramında bulundular. Yarım saat süreyle burada dinlendik. Kendimize geldiğimizi düşündüğümüzde tekrar yola koyulduk ve çıkışlar başladı. Bugün için planlanan yolda 100 metre rakımlı Alifuatpaşa’dan 600 metrelerdeki Taraklı’ya gidilecekti. Arada 800 metrelere varan bir tırmanış vardı. Ha babam de babam tırmanırken, bizim nabızlar yine tavan yaptı. Yol inşaatında çalışanların barakamsı mekanına girdik bu sefer. Ama çevre biraz daha yoğunlaşmış, çöl misali yoldan kurtulmuştuk. Orada kendimize gelmemiz bir hayli zaman aldı. Saatler ilerledi ve güneş az da olsa düşmeye başladı.
Soğuk su ve yemek ikramında bulunuldu ancak ilkini tercih ettik. Oradaki bir amca bize; “sizin hiç derdiniz yok demek” diyerek, dertsiz, gamsız ve tasasız yaşayarak, kendimize dert bulup, eşek yükünü bisikletletle taşıyarak gezdiğimizi ima ediyordu. Tabii ki seyahatimizin bize katacağı güzellikleri, tecrübeleri, zartı, zurtu savunacak enerjimiz olmadığı için “ihehe” gülüşüyle (en azından ben öyle yaptım) yola devam ettik. Bir süre daha çıktıktan sonra gözümüze kestirdiğimiz traktör kasalarından biri için atılımda bulunduk. Traktör durdu. Amca bizim türk olduğumuzu öğrenince bayağı sevindi. Kasasında büyük ihtimalle karısı olan bir teyze, ve yanında da köylü kızı oturuyordu. Bir takım çuvallar falan vardı.
Onlara biz de 2 tane bisikletle beraber dahil olduk. Hoplaya zıplaya yokuşu çıkmaya devam ettik, oturduğumuz yerden. Ya da sektiğimiz yerden mi demeli? Biz dengemizi bulamamışken süper misafirperver Göynük köylüsü teyze ve kızı, bize bisküviler ve meyve suları ikram etti. Yol bayağı yokuş yukarı devam ettiğinden traktörün gittiği her metre bizim için yolun kolaylaşması anlamına geliyordu. Aşağıda yol çalışanlarının barakasında bahsedilen alabalık tesisli Soğuksu’ya gelince traktör durdu. Burası yolun geçeceği en yüksek nokta değildi ama biz inmeye karar verdik. (Bu arada 25 kiloluk bisikleti 1,50 metreden yüksek trakör kasasına indirip bindirmekten bahsediyorum!) Soğuksu’da acayip taze alabalık ve salatamızı yiyip, çayımızı içtikten sonra, adam başı 5 milyon (!) olan hesabımızı ödeyip, sularımızı da doldurup yola tekrar devam ettik.
Artık akşamüstü denebilecek bir vakitteydik. Güneş fokurdatma yetisini kaybetmiş, efor sarfeden insanlara insaf etmeye başlamıştı. Tırmanış da kısa süre sonra bitmiş, artık genişçe bir yolda zaman zaman 10% eğimle, fren balatası katili modunda Taraklı’ya doğru hızla yaklaşır olmuştuk. Saat 19:00 sularında Taraklı’ya giriş yaptık. İlk konaklama düşüncemiz çadır kurmak yönünde olacaktı. Bu yüzden kasaba girişinde konuştuğumuz birinden hemen çıkışta 1 km uzaklıktaki benzin istasyonunda geceleme tavsiyesi aldık. Ancak Taraklı’yı önce gezmemiz, opsiyonları değerlendirmemiz gerekirdi. Öyle de yaptık. Kasabanın merkezi sayılabilecek bir yerde, eskiden konak, şimdilerde de müze olan bir evin önünde mısır pişiren Kemalettin Amca’yla tanıştık. Bize çadır kurmamızın sefillik olacağını ve adam başı 10 milyona pansiyon olduğunu, dilersek orada kalabileceğimizi belirtti. Hatta bu tanışma ve konuşma safhasında korkunç görüntümüze üzülmüş olacak ki, bize iki tane pet şişe soğuk su ısmarladı. Ardından ilgili bir kişi bizi pansiyona götürdü. Anlaşıldı ve sefil bagaj demontesinin ardından odamıza çekilip, duşumuzu aldık. Belki de gezi boyunca üzerimizden atamayacağımız yorgunluğumuzu gerçek anlamda burada hissettik. Akşam Taraklı’da küçük bir gezinti (tabii ki yürüyerek) ve fotoğraflar, yemek niyetine yenilen bir yarım ekmek karışık tost (yanında limonata, hepsi yalnızca 1,75 lira) ve Kemalettin Amca’yla içilen bir çaydan sonra pansiyona geri döndük. Sıcak, insan gürültüsü ve yorgunlukla mücadele ederek, sık sık su içmek için uyandıran bir uyku çektik.
Taraklı, kendi halinde, genelde emeklilerin yaşadığı, 4 bin nüfuslu şirin bir kasaba. Eski osmanlı evlerinin mimarisi, sokakları ve parkları çok hoş. İnsanların bakışlarından iyi niyet akıyor. İletişim kurmak rahat. Kısaca ilk gün çektiğimiz onca yorgunluğa karşı ilaç gibi bir dinginlik sundu bizlere. Özenilmiş, sistemi oturmuş, kendi halinde güzel kalan yerlere ne kadar da yakın yaşıyormuşuz oysa...
2. gün
24 Temmuz Salı
Taraklı-Göynük
29,39 km
Sabah yeteri kadar erken kalkmaya çalışıp, “güneş yükselmesin, sıcaklar canımıza okumasın” endişesiyle hızla toparlansak da yola koyulma saatimiz 8:00’i buluyor. İlk benzincide su ikmâli yaptıktan sonra diğer sabahların da ritüeli olacak huysuzluklarımızı sergiliyoruz birbirimize. İlk saatlerin verdiği “gidilmesi gereken yol” hissi, sanırım bizi bu gerginliğe iten. Tabii bir de günün devamındaki gecenin hangi koşullarda geçirileceğinin bilinmez oluşu da pay sahibi bunda. Bugünün yolu kısa. Eğimi az. Elimizdeki bu bilgiler bizi rahatlatıyor. Çünkü bir önceki gün çok yorucu geçti ve aldığımız uyku yetersiz gibiydi. Güzel ve düz bir yoldan paşa paşa ilerliyoruz. Derken Bolu il sınırını geçiyoruz. Artık 41’li, 54’lü plakaların yanına bir de 14 eklendi. Her ne kadar geçtiğimiz yolda araç trafiği fazla olmasa da benim ilk dikkat ettiğim şey plakalar oluyor.
Yolun üçte birlik kısmını geride bıraktığımızda, sabah yediğimiz çeyrek ballı ekmeğin yeterisizliği baş gösteriyor. Yolun kenarında düzenli ağaçların arasından ince bir yol bizi Göynük’e bağlı olan bir un fabrikasının eşiğine getiriyor. Orada molamızı verip, aynı kahvaltımızı tekrarlıyoruz. Hep selam verip geçen kamyonların ve traktörlerin aksine bu sefer genç bir Bolulu Özcan geliyor yanımıza. Biz kahvaltı ederken Erdem onunla biraz sohbet ediyor. Bizimle bayağı ilgileniyor Özcan ve gün içinde Göynük’te olacağını, eğer orada karşılaşacak olursak bizi gezdirebileceğini söylüyor. Tanıştığımıza memnun bir şekilde ayrılıyoruz oradan. Yolda bir ara il sınırı civarında bisikletlerden inmiş fotoğraf çekerken, ayı kamyoncular, yarışarak yanımızdan geçiyor. Rüzgarları bile yol kenarında durmakta olan bizi gayet tehlikeye atıyor. O ayılar geçerken biz de yolda olmadığımız için seviniyoruz ama yine de yolun geri kalanı için bir tedirginlik yaratmıyor değil bu durum.
Güneş yavaş yavaş etkisini gösterip, bu sefer karşıdan yükselip tepemize gelmeden, bizi Göynük’e çıkaracak olan yokuşun başına geliyoruz. Yol tabelası 7 km çıkış olduğunu gösteriyor. Gücümüz yerinde. Su takviyemizi de henüz yapmış olduğumuzdan çok zorlamıyor bu yol bizi. Zaten Göynük de bu yokuşun ortalarında bizi karşılıyor. Akşemsettin’in diyârı güzel Göynük! Hoşgeldiniz tabelasının önünde Erdem’in gelmesini beklerken yanımdan, zannedersem belediyeye ait bir araç geçiyor ve içindekilerden biri camdan “Hoşgeldiniz” diye sesleniyor. Hoşbulduk efendim!
Göynük’e giriyoruz. Dünkü pansiyon deneyimi iyi geçtiğinden yine çadır mevzusuna soğuk bakmaktayız. Karşımıza çıkan ilk taksi durağı bize Caferler Konağı’nda kalmamızı öneriyor. Adam başı 20 ytl’ye anlaşıyoruz bu sefer. Odalarımızı gösteriyor ismini sonradan öğreneceğimiz Harun. O, hem yolun karşısındaki lokantada çalışıyor, hem de konakta mobil resepsiyonist olarak görev alıyor. Talep az olduğu için, iş gücünü bölmüşler heralde!
Odamıza girip duş alıyoruz. İnanılmaz bir yorgunluk var üstümüzde. Ama saat daha erken, uyumamalıyız. En azından şimdilik siesta vakti değil. Öğlen saatlerinde odadan yayan olarak çıkıp, Göynük’te ufak bir tur atmaya karar veriyoruz. İlk etapta konağın sahibinin lokantasına gidiyoruz. Orada sahip bizi karşılıyor, birer çay ısmarlıyor. Laf lafı açıyor ve Erdem’in okulunda okuyan ortak bir tanıdık akraba çıkıyor. Hatta lafta kalmıyor durum. Sahip Amca açıyor telefonu “Bak kızım kim var yanımda” diyerek Erdem’e veriyor telefonu. Hikayenin gerisine ben karışmıyorum! Sahip Amca’nın yanından ayrılıp, ufak gezimize başlıyoruz. Akşemsettin parkının önünden geçerken Özcan’la karşılaşıyoruz. Evet dünya küçük, Göynük de miniminnacık.
Özcan ile anonim arkadaşı bizi Göynük’teki zafer kulesine çıkarıyorlar. Burası cumhuriyetin kuruluşunun şerefine yaptırılmış ahşap bir kule. Göynük’e tamamen hakim bir noktada. Her iki yandaki vadinin ortasında bir çıkıntı. Tüm kasaba ayaklarınızın altında. Eğitim durumlarımızdan, yaşadığımız ilden, hayat koşullarından ve kent-köy kıyaslamalarından konuşarak yavaş yavaş iniyoruz kulenin bulunduğu tepeden aşağı. Tabii daha çok Erdem konuşuyor. Ben de fotoğraf çekmekle, etrafa bön bakmakla meşgulüm.
Artık Göynük’lü dostlarımıza karnımızı doyuracağımız uygun bir yer sormanın vakti geliyor. Bizi bir lokantaya götürüyorlar. Biz yemek yerken bekleyebileceklerini belirtiyorlar ama estağfirullah arkadaşlar! Siz gidin, gerisini biz hallederiz. Teşekkür ederek ayrılıyoruz Özcan ve arkadaşından. Lokantamız standart, lezzetli ve ucuz. Adam başı 6 milyona tandır, pilav, ayran, salata ve çay yenip içiliyor. Yemeklerden sonra çay içmeye pek bi’ alıştık. Burada zaten olayı çözmüşler. Çatalı elimizden düşürdüğümüz anda pat diye bir bardak çay bitiveriyor masada.
Göynük’ün çoğunu gezdikten sonra, hamam ve caminin yakınlarındaki Akşemsettin parkındaki çardakların birinde oturup gazoz içiyoruz. Tarihi hamamı da merak edip dalıyoruz. Hani gezip bakarız fotoğraf çekeriz diye ama nafile. İnanılmaz sıcak, yani şu salak genelleme cümlesini kurmama gerek yok heralde; terliyoruz.
Ben, gündüz uyumama taraftarıyım ancak “siesta” diye bağırıyor göz kapaklarımız. Mecbur, gidiyoruz odaya, 2 saate yakın zıbarıyoruz. Bunun adı uyku olamaz. Sıcak, yorgunluk ve sürekli yeni şeyler görmenin bünyede yarattığı “refresh” edelim duygusu herhalde. Saat 7’ye kadar dinlendikten sonra tekrar çıkıp yemeğimizi, bu kez benzer bir menüyle, konağın sahibinin lokantasında yiyoruz. Ancak fiyat biraz daha tuzlu, 8 milyona geliyor adam başı. Harun bizi yemekten sonra iki gündür yokluğu nedeniyle işkence çektiğimiz bir bisiklet ayağı bulabileceğimiz nalbura götürüyor. Ama nafile. Uygun bir ürün yok, zaten yoldayız, şimdi mekanik işlerle uğraşmanın zamanı değil.
Belboy Harun, gece birkaç arkadaşıyla konakta eğleneceklerini ve eğer buyurursak çok mutlu olacaklarını söylüyor. Biz de ertesi gün yine kargalarla bok yarışına gireceğimiz için pek sıcak bakmıyoruz bu davete. Ertesi sabah için suyumuzu ve ekmeğimizi temin ediyoruz. Erken kalkan yol alır hesabı. Aynı gün içinde bir bakkala iki kez girip toplamda 4,5 litre su almamız da komik durumlardan biri oluyor. Ayrıca gün içinde anonsları yapılan mevliti de akşam, caminin avlu duvarından canlı canlı dinliyoruz.
Gece ve gündüz nispeten serin olan güzel ahşap yapı içinde uyumak üzereyken, Harun’un bahsettiği eğlencenin sesleri gelmeye başlıyor kulağımıza. Ancak bunlar genç sesinden çok demlenmiş adam hırıltısına benziyor. Zaten çok yorgunuz. Uyuyoruz.
Göynük, Taraklı’dan bir kademe daha canlı, yine kendine özgü ve dingin bir kasaba. Misafirperverlik ve hoşgörü yine standartların üzerinde. Deresiyle ve yamaçlara kurulmuş evleriyle güzelliğine diyecek söz bırakmıyor. Ertesi gün Mudurnu’ya gideceğiz. Önümüzde 1080 metrelik bir geçit var ve de uzunca bir yol. Taraklı ve Göynük’ün güzelliklerini geride bırakacağımız için üzülüyoruz. Açıkçası Mudurnu’dan olağanüstü bir güzellik beklemiyorum. Ama yolculuk devam ediyor...
3. gün
25 Temmuz Çarşamba
Göynük-Mudurnu
54,18 km
Sabah yine çok erken saatlerde uyandık. Ancak yola koyuluşumuz 7:30’u buldu. Ayrıca konağın içine salonda bir köşeye bıraktığımız bisikletlerimizi kurcalanmış bulunca bir hayli sinirimiz bozuldu. Aklımıza fikrimize hakim olarak yola çıktık. Göynük 650 metrelerde ve yol üzerinde çıkacağımız Hacıayaz geçidi ise 1080 metre. Yolun ilk kısmında bu geçidi aşmamız gerekiyor.
Dünkü cillop ve geniş Ankara yolunu ve devamındaki tırmanışı bırakıp farklı bir güzergâha geçiyoruz. Yani Ankara yolundan ayrılıp Mudurnu-Bolu yoluna giriyoruz. Göynük’ten çıktıktan sonra, yeşillik, bahçeler ve köyler içinden geçen yolda başımıza köpekler musallat oluyor. Bir iki ciddi kovalama atlatıyoruz. Sinirlerimiz ve nabızlarımız bozuluyor. Geçtiğimiz her köyümsü yere “ileride köpek var mı?” diye soruyoruz, çünkü sürüşü gerçekten çok sıkıcı bir hale getiriyor bu dallama hayvanlar. İyi niyetli ya da değil, oyun ya da savunma amaçlı üzerimize atılıyorlar. Bir de öbek öbek takıldıkları için sıkıcı bir durum yaratıyor bu.
Köyleri geride bırakıp geçidin asıl tırmanışına başlıyoruz. Çıkışın ortalarında ayı (hayvan olan) çıkması tahminen zor bir yerde, yine ikinci kahvaltılarımızı ballı ekmek şeklinde gerçekleştiriyoruz. Yol ferah, saat erken, döne kıvrıla, orman içinde tatlı tatlı tırmanmaktayız. O da ne? Hacıayaz geçidi! Bu kadar mıydı? Geçidin hemen yanında daha önce bize yol rotasında tavsiye edilen Sünnet Gölü tabelasını görüyoruz. Gidip gelmemiz mümkün, ama iniş-çıkış oranlarını bilmediğimizden ve Mudurnu’ya öğle güneşinden önce ulaşmak istediğimizden, buraya gitmekten vazgeçiyoruz. İyi ki de vazgeçmişiz. Mudurnu’ya girişimiz bir felaket olacaktı çünkü.
Geçitten sonraki iniş muhteşem geçiyor. Sağ yanımızda bir dere ve orman, solumuzda kayalık dağlar… Mükemmel bir doğada hızla ilerliyoruz. Yol o kadar keyifli ki durup kamerayı çıkartmaya bile üşeniyor insan. Bir de bu insan ben olunca…
İniş yavaş yavaş bitiyor. Yine köy evleri, bahçeler, ufak marketler beliriyor yolun kenarında. Bu yolu bitirip Sakarya-Bolu yoluna geçiyoruz. Tabelaları görüp gideceğiniz yöne dönmek inanılmaz zevkli. Otomobille giderken tadamayacağınız farklı bir duygu oluyor bu da.
Mudurnu’ya 15 km kala yol üzerinde bir grup yabancı öğrenciyle karşılaşıyoruz. Amerika’dan gelmişler. Başlarında türk bir profesör var. Onlar yaz okullarında kalkıp buraya gelmişler. Biz de kıçımızı kaldırıp tatil yapmaya gelmişiz. İlginç bir rastlantı. Ben yolun biraz aşağısındaki, suyu daha soğuk akan çeşmeden su doldurmaya gidiyorum. Erdem de bizi görüp ekibine mola veren profesörle konuşuyor. Karpuzlarını kesip bizimle paylaşıyorlar. Ancak hava inanılmaz ısınmış durumda. Bizim acele etmemiz lazım. Prof bize 20 km ötede konakladıklarını ve ağırlayabileceklerini söylüyor ama biz planımıza sadık kalarak yolumuza devam ediyoruz.
Sekizdi, yediydi derken, kilometreler geçmek bilmiyor. Acayip uzun iniş çıkışlar ve geniş, güneşe açık bir yol seriliyor önümüze. Geldik geleceğiz ama yok. Diğer kasabalar gibi “şu tepenin ardındayım” demiyor Mudurnu. Son yol ayrımından önce şans eseri bulduğumuz bir gölgelikte son kez nabzımızı toparlayıp, kan şekerimizi düzeltiyoruz. Çokoprensler çok işe yarıyor!
Sonunda Mudurnu’ya vardık. Süper bir sıcak eşliğinde, bu sefer öncekilerden daha farklı bakan insanların bulunduğu kasabaya giriyoruz. Girişte meşhur Mudurnu’nun tavuk heykeli karşılıyor bizi. Yine şans eseri, yol üzerinde benim dikkatimi çeken bir konak tabelasıyla, süpermarket önünde konaklanacak yer sorduğumuz gencin gösterdiği yer örtüşüyor. Aslında yol üstündeki Prof’un bize önerdiği, İlçe Orman Müdürlüğü’nde çadır kurmaktı ilk niyetimiz. Ancak konağı görünce beğeniyoruz, yine İstanbul çocuğu ayaklarına yatıp, 25 milyonu adam başı bayılarak, mis gibi yatağımıza kavuşuyoruz.
Konakta odamıza yerleşip duşumuzu alıyoruz. Bu kez siestamızın hakkını vereceğiz. Zaten ister istemez uyuyor insan. Gezinin en uzun yolunu geride bıraktık bugün. Yani şimdilik öyle sanıyoruz. Konakta tost ve ayran olayından sonra Mudurnu’yu gezmeye başlıyoruz. Geçtiğimiz diğer yerler gibi derli toplu olmasa da, gezdikçe güzeliğinin farkına vardıran bir yer Mudurnu. Osmanlı mimarisindeki evleri burada da bulmak mümkün. Daha önce Göynük’ten ufak hediyelik eşyasını aldığımız bu güzel evlerin bir benzerlerinin içinde kalıyor olmak ise ayrı bir keyif oluyor bizim için.
Akşamüstü turumuzu ilk olarak Mudurnu’nun saat kulesine doğru gerçekleştiriyoruz. Yolda giderken Erdem’in ısrarla fotoğrafını çekmek istediği evin önündeyken, evin sahibi hanım teyzemiz çıkageliyor. “Çok mu beğendiniz evimizi?” diyor. İzin isteyip fotoğrafını çektikten sonra, İstanbul’dan bisikletlerle geldiğimizi anlatıyoruz. Tam ayrılırken içeri, evi gezmeye davet ediyor bizi teyzemiz. Giriyoruz. Dışarıdan gayet eski görünen bu evin içi normal betonarme bir evin dekorasyonunu aratmıyor. Ahşap zemin zaten çok hoş bir özellik. Ayrıca evin mutfağının eviyesinin de dolaplı olması şaşırtıyor bizleri.
Tabii ki Mudurnulu misafirperver teyzemiz bizi şaşırtarak öncelikle “ikindi kahvaltısı” teklifinde bulunuyor. Henüz karnımızı doyurmuş olduğumuzdan kibarlıkla bu teklifi geri çevirip, bir bardak suyun yeterli olacağını söylüyoruz. Bu, gerçekten çok şaşırtıcıydı ve her iki taraf için de tanışık olmamanın üstesinden iyi niyetle gelinebileceğinin küçük bir örneği olmuştu.
Teyzemizin yaklaşık yüz yıllık tarihi evinden ayrılıp saat kulesine çıkıyoruz. Oradan aşağı okula, ve büyük ihtimalle adı Armutçular Konağı olan güzel ahşap yapıya iniyoruz. Devamında Yıldırım Bayezid Camii ve aynı adı taşıması gereken hamamı da görüyoruz. Mudurnu gözümüze güzel görünmeye başlıyor iyice. Ertesi gün için kahvaltılık ve yemeklik bir şeyler almak için süpermarkete uğruyoruz. Konağa döndüğümüzde yemek saati gelmiş oluyor. Yemek için yine ucuz opsiyonları değerlendirmeyi düşünürken, konağın ahçısı olduğunu düşündüğümüz abi, bize yöreye özgü bir cevizli mantı öneriyor. Çorba, salata, bir sürahi dolusu su (çok su tüketiyoruz) ve bu üstü kavrulmuş cevizli ilginç mantıyı afiyetle yiyoruz. İnanılmaz bir lezzet ve miktarının az görünmesine rağmen yemek masasına mıhlayan bir yoğunlukta bu mantı. İstanbul’a döndükten sonra yaptığım ufak araştırmayla, adını ve tarifini öğreniyorum. Tadı hâlâ damağımda…
Kaşık Sapı
Bu tarif, 1991 yılında yapılan Mudurnu Yemek yarışmasında, 3. olan Mürüvvet Öztürk’e âit.
Malzeme:
Yarım kilo un
1 adet yumurta
Tuz
1 su bardağı su
100 gr. Keş (Yağsız sütten yapılan peynir ya da kurutulmuş yağsız yoğurt.)
1 yemek kaşığı tereyağı
1 fincan sıvı yağ
Hazırlanışı:
Unu, yumurtayı, tuzu ve suyu bir kaba boca edin. Katı bir hamur yoğurun. Ve, bu hamuru yarım saat kadar, bir kenarda bekletin. Sonra, bu hamuru üç parçaya bölün. Bu üç parçayı, ayrı ayrı açıp kare kare kesin.
Kesilen karelerin karşılıklı köşelerini birleştirip uçlarını fiyonk şeklinde bitiştirin. Sonra, derin bir tencerede kaynattığınız suda haşlayın. Pişince, soğuk suya atın. Fazla bekletmeden, soğuk sudan alın ve kesme makarnayı süzün. Düz ama yayvan bir kapta, bir kat makarna, bir kat rendelenmiş keş, ve dövülmüş ceviz karışımı olmak üzere, birkaç kat hâlinde yemeğinizi hazırlayın. Beri yanda, küçük bir tavada sıvı yağ ve tereyağını eritin. İyice kızdırın. İçine, ceviziçi ve rendelenmiş keş koyun. İyice kavurun. Ve, evde kotarılmış lezzetli makarnanın üzerine dökün.
Afiyet olsun!
Yarınki yol kafamızda belirli. Mudurnu’dan sonra devamlı bir çıkış olacak. Tabelalar 23 kilometre gösteriyor Abant Gölü’ne kadar. Ancak tırmanış 1300 metrelere kadar gidiyor. Abant 1200 metrelerde. Yani tuluma girecek kadar serin olacak gibi görünüyor. Abant daha çok turizme açık olduğu için yumuşak başlı hallerimizden biraz arınmak durumundayız. Yüz kilometreyi aşkın bir yol boyunca taşıdığımız matlar, tulumlar ve çadır, artık yarın gün ışığına çıkacak.
4. gün
26 Temmuz Perşembe
Mudurnu-Abant + Göl etrafında tur
37,27 km
Bugün tırmanacağız. Tırman allah tırman. Sabah yine çok erken bir saatte kalkıyoruz. Mudurnu’da çok memnun kaldığımız Hacı Abdullahlar Konağı’ndan ayrılıyoruz. Giderek bagaj toparlama konusunda uzamanlaşmaya başlamışız. Bu sabah çok rahat koyuluyoruz yola.
Mudurnu’dan hemen çıkışımız 3 km kadar iniş ve gerisi düz yol. Çok zorlanmıyoruz. Geçen sabah yaşanan köpek kovalamalarının gerginliği var üstümüzde. Sürekli tetikteyiz. Yol üstünde köpek görünce duruyoruz. Kim saldırır, kim saldırmaz meçhul. Neyse ki iki ayaklı köpekler yok görünürlerde. Çiftlikler, bahçeler ve barınakların yanından yavaş yavaş geçiyoruz. Daimi bir eğim var ve rahat hızlanmamızı engelliyor bu. Yine “köpek çıkar mı?” diye ilerlerken hiç beklenmedik yerlerde kovalamalar yaşıyoruz. Sonunda yerleşim birimlerini geride bırakınca (en sonuncusu bir köpek barınağıydı!) ciddi çıkışımız başlıyor. Mudurnu’dayken görünen “şu karşıki dağlar” bizim bugün çıkacağımız nokta oluyor.
Yavaş yavaş, dura dinlene çok dik bir rampayı geride bırakıyoruz. Yani bıraktık, bırakacağız derken, bir viraj sonrası yine çıkışın devam ettiğini görüp başımızı öne eğerek devam ediyoruz. Çıkışın bitmesine az bir süre kala buz gibi suyuyla bir çeşme karşılıyor bizi. Etrafında çöpler var. Buraların güzelliği biraz eskitilmiş. Sularımızı doldurup, artık elimizde taşıdığımız bisikletlerle devam ediyoruz yola. Sonunda çıkış bitiyor ve masmavi Abant Gölü ayaklarımızın altına seriliyor. Manzara fotoğraflardan tanıdık. Ama bu kez kendi gücümüzle gelip görüyoruz. Hafif bir inişin ardından göle paralel yolda ilerlemeye başlıyoruz. Solda Taksim Oteli’ni ve Jandarma’yı geride bıraktıktan sonra Mudurnu’dan aldığımız yolluk ton balığımızı yemek için ahşap çardaklardan birinde mola veriyoruz.
Abant içinde çadır kuracak yer aramaktayız. Öyle bi’ yer var ama biz önce (sanırım) Büyük Otel’i ve köy ürünlerinin satıldığı yarı açık marketi de geçip başka bir restorana gidip oturuyoruz. Ekmek kadayıfı ve çay eşliğinde dinleniyoruz. Artık çadır kuracak yeri bulmanın vakti geldi. Enerjimiz de yerinde. Göl kıyısından devam ediyoruz. İleride kamp alanının tabelasını görüyoruz ve dalıyoruz içeri. Bozuk bir yoldan tırmanarak, büyüklü küçüklü çadırların, karavanların, ve park edilmiş araçların olduğu ağaçlık alana geliyoruz. Kendimize uygun bir yer bularak çadır kurma işlemlerine başlıyoruz.
Çadırımızı kurduktan sonra öğlen ve akşam için yemeğimizi temin edebileceğimiz bir yer arayışı içinde göl turu atma niyetindeyiz. Bir süre dinlendikten sonra diğer kampçı ailelere çadırımızı emanet edip, bu sefer nispeten hafif bisikletlerle çıkıyoruz yola. Amanın hafif bisiklet sürmek ne kadar da zevkliymiş? Gölün çevresini bir kez dolaşıp, geçerken bir restorana da fiyat sorup, tekrar kamp alanına gelmeden önce önünden geçtiğimiz köy ürünlerinin satıldığı, yarı açık sabit pazar şeklindeki yere geliyoruz. Orada sonradan kartını alarak en azından belki de soyadını öğreneceğimiz Madam Tanrıkulu ile karşılaşıyoruz. İlk olarak ondan ev için (ve bolu yolunda taşımak için!) yarımşar litre kır çiçeği balı ve dağ çileği reçeli alıyoruz. Sonra koskocaman bir köy ekmeği alıp, Madam Tanrıkulu’nun bize ödünç verdiği tereyağı, reçel, peynir ile yanına bir de kola satın alarak, öğle yemeğimizi yiyoruz. Minnettar kalıyoruz Madam’a, bizden bu kahvaltılıklar için para almıyor.
Akşam için mangalda sucuk için geleceğimizi söyleyerek ayrılıyoruz oradan. Yine de farklı bir yemek de denenebilir. Kamp alanımıza dönüp, duş alıp dinleniyoruz. Bugün siesta yok. Zaten güneş bizi pek etkilemedi. Yüksek rakımda olduğumuz için hava bir nebze serin.
Kamp alanında biraz foto çekeriz, hafif bir yürüyüş olur diye dolanıyoruz. Çevreden gelen (aslında Erdem’in duyduğu) “Bak yavrum gavur” “Geberesiceler…” gibi sosyal aşağılanmalara dayanamayıp Erdem’in İstanbul’dan beri taşıdığı şanlı türk bayrağını çıkarıp, asıyoruz çadırın üstüne. Hadi bakalım!
Kamp alanı genelde ailelerle çevrilmiş olduğundan, biz, alternatif gençler olarak mimleniyoruz. On beş yaşlarındaki aile kızları tarafından da göz hapsine alınıyoruz. Özellikle de uzun saçlı olanımız! Derken bir görevli geliyor yanımıza. Hoşbulduk! Bize diğer kampçıların çok masa aldıklarını, bir tane de buraya taşımamız gerektiğini belirtiyor. Memnuniyetle gidip, dört masa kapatmış olan oportünist piknikçilerden alıyoruz masamızı. Sonradan, yeni gelen diğer kampçılarla yapılan konuşmalardan anladığımız kadarıyla adam başı ücret gibi bir uygulama olduğunu öğreniyoruz. Ama bu bizden istenmedi. Üstelik görevlinin bizzat gelip bize masa taşıdığı halde. Şaşırtıcı. Ses etmiyoruz…
Madam’ın yanına geri dönüyoruz. Mangal taşımaktan vazgeçmiş durumdayız. “Biz sucuğumuzu alalım sen tavada pişiriver teyzeciğim” durumu söz konusu. Madam harika bir insan. Kendi elleriyle kesiyor, pişiriyor ve aldığımız ekmeklere teker teker dolduruyor sucukları. Sucuk da bir harika, dana koyun bilmemne karışımı ve baharı da öldürmüyor. Yemeğimizi yine hemen arka taraftaki piknik masalarında yiyoruz. Sucukların pişirildiği esnada yanımızda bir velet bitiyor. Adı Ömer. Biz tıkınırken hikayelerini anlatıyor. Ne sorsak anlatıyor! Kendisi Arabistan’da doğmuş. Babası da göle gezmeye gelen arapların rehberi. Buradaki araplar da salak. Bisiklet kiralayıp yokuş aşağı kaptırıyorlar. Bazıları da çok eşliliği tercih ediyor.
Ömer bir yandan, öküz doyuran ekmek ve sucuk diğer yandan, iyice darlanmaya başlıyoruz. Sonunda ekmek bitiyor. Madam’a çok teşekkür ederek ayrılıyoruz yanından. Ömer de o dakikalarda bisikletleri iyiden iyiye kurcalamaya başlamış, hehe’lerden hıhı’lara terfi ettirmişti bizleri.
İşte korkulan oluyor ve tıkınmamız süresince iyice kuvvetle esmeye başlayan rüzgar havayı soğutuyor. Acayip kara bulutlar ve sis çöküyor gölün tepesine. Yola çıktığımızdan beri havada gördüğümüz ilk nemli durum bu. Ölmeden kampa dönelim diye hızla yola çıkıyoruz. Kampla bu yemek yediğimiz yer arası iki kilometre kadar var. Yolda yüzümüze çarpan rüzgar bizi üşütüyor. Bir de denyo bir köylünün keyfi biçimde traktör sürüşü benim sinirlerimi tepeme çıkarıyor. Kampa döndükten sonra 5-10 dakika, sakinleşip, ısınmakla geçiyor.
Sonunda güneş batıyor. Hava duruluyor. Yine serin ama korkutucu bir soğuk yok. Arkadaşlardan temin ettiğimiz süper kamp malzemelerinden biri olan kafa lambalarını kullanıyoruz. (Tekrar çok teşekkürler) Elimiz kolumuz boşta, rahat rahat takılıyoruz her baktığımız yön aydınlıkken.
Yatıyoruz uyuyacağız ama kamp alanı gürültülü. Bıcır bıcır muhabbet haline millet. Okey oynayan insanlar bile var. Ara sıra çıkıp sesli öksürüp, hava alıp, geri giriyoruz çadıra. Sabah çok soğuk olacak, o yüzden süper erken kalkmayacağız. Bolu yolunun uzun bir kısmı iniş. Öğle vakitlerinde şehire varmış olmayı umuyoruz. Bugün göl etrafında gördüğümüz, zifte batmış, kahverengi otomobiller biraz kuşku uyandırıyor bizde. Bekleyip göreceğiz...
5. gün
27 Temmuz Cuma
Abant-Bolu + Dudullu-Ev
60,17 km
Temmuz sonunda serinliğe uyanmak. Cadırdan çıkıp titremek. Sweatshirt’lerle bisiklete binmek. İşte aranan ferahlık. Çok geç kalkmıyoruz bu sabah. Çünkü yolumuzun büyük kısmı iniş. Yüzdük ve kuyruğuna geldik. Öğlen varmayı planladığımız Bolu’dan otobüsle İstanbul’a döneceğiz.
Sabah acele etmeden toparlanıyoruz. Dönüş psikolojisi üzerimize sinmiş. Tatlı tatlı, güzelim doğada inerken günün süprizi çıkageliyor. Zift! Yolun 2 km’lik kısmı dünden beri kurumamış iğrenç bir zift ve mıcırla kaplı. Alternatif bir yolumuz yok. Tarif edilemeyecek şekilde berbat bir yapışkanlık ve yoldan gelen çıtır çıtır rezalet bir ses. Yavaş yavaş inmemize rağmen, bacaklar, ayakkabılar, çantalar ve tabii ki bisikletlerimiz ziftle bayram ediyor. Sinirlerimiz o kadar bozuluyor ki, yolun geri kalanında durmadan basıyoruz. Yokuş aşağı hafif bir eğim var ama biz pedallara yüklenerek yol alıyoruz. Bir an önce eve gitmek ve ziftten arınma telaşı içine giriyoruz belki de. Yolun üzerinde dinlenip çokoprens atıştırabileceğimiz bir yerde mola veriyoruz. Bezmiş durumdayız. Bu zift olayı çok pis ve can sıkıcı oldu.
Abant yolunu bitirdikten sonra, E-5’e bağlanıyoruz. Bazen yan yoldan, bazen de emniyet şeridinden ilerliyoruz. Buradaki asfalt inanılmaz kaliteli olduğundan acayip tempo tuturuyoruz. Yokuşlara girdiğimiz hızla çıkıyoruz. Son sürat Bolu’ya varıyoruz. Otogarı sora sora bulup, Öz Bolu firmasından biletlerimizi alıyoruz. Bisiklet yükleyeceğimizi belirterek tabii.
Saat 13:00’te otobüs kalkıyor. Öncesinde bisikletleri gören muavin caz yapmaya başlarken, hemen cart diye lastikleri söküp, bagaja yükleyince sesi kesiliyor. Burada en sinir olduğumuz nokta şoförün gelip “Ulen madem buraya kadar geldiniz bisikletlerle, geldiğiniz gibi dönseydiniz ya” demesi oluyor. Denyo şoför ve muavin asıl görevlerinin başlarına geçtikten sonra hızla İstanbul’a doğru yol alıyoruz. Yuh yani otobüs amma güçlüymüş. Bisikletten sonra hayret ediyor insan!
Saat 16:30 gibi Dudullu’ya geliyoruz. Metro’nun terminalimsi şeyine. İlk düşüncemiz servis araçlarıyla evlerimize yakın yerlere dağılmaktı. Ancak otobüsten indirdiğimiz bisiklet, ön lastik ve bagaj yığınıyla yolun ortasında çat diye kalınca sinirlenip bisikletleri monte etmeye başlıyoruz. Eve kendimiz gideceğiz. O sırada yanımıza gelip “alemünyum mu bu?” diyen hıyar ağaları o kadar sinirimi bozuyor ki kavga çıkaracak potansiyeli hissediyorum içimde. Neyse ki Erdem beni sakinleştiriyor ve bisikletleri toparladıktan sonra oradan bir blok öteye tenha bir alana çekilip, Abant’ta Madam’dan aldığımız cezeryevari kalori bombalarımızı (pestil-köme) mideye indiriyoruz. İlk hedefimiz Dudullu-Bostancı sahil.
Ulan nasıl bi’ trafiktir, neden döndük ki buraya? Bütün yol gebermedik ama şimdi gebereceğiz sanırım. Trafik, kavşaklar ve ışıklar geçiyoruz. En sonunda Bostancı sahile varıyoruz. Artık ayrılma zamanı. beş gündür non-stop karşılıklı kahır çektiğimiz Erdem’le sahilde ayrılıyoruz.
23 Temmuz Pazartesi
Ev-Haydarpaşa Garı + Alifuatpaşa-Geyve-Taraklı
40,67 km
Pazartesi sabahı gayet erken bir saatte mürekkepli işaret parmağıyla uyanıp, son hazırlıklarını uzun süredir yapmakta olduğum bisiklet, mat, çadır, tulum ve çantalardan oluşan, yaklaşık 30 kilo malı evden çıkarıp Haydarpaşa garına kadar getirdim. Orada diğer manyak Erdem’le buluşup bagaj sorunlarımıza biraz göz attık. Sonra Erdem’in babası bizi Doğu Ekspresi’nin yük vagonuna götürdü. Bisikletlerimizi yükledik ve seyahat edeceğimiz vagonlara kadar uğurlandık. İstikâmet Alifuatpaşa garıydı. Hava sıcak, vagon da klimalıydı. 3 saate yakın bir yolculuktan sonra Arifiye’de yük vagonuna gittik, bisikletlerimizi hazır ettik. Nihayetinde Alifuatpaşa’ya ulaşıldı ve vagondan aşağı atladık. İşte maceramız bu noktada başlamış bulunuyordu.
Saat 11:30 gibi gayet sıcak bir havayla karşıladı bizi bu ufak kasaba. Çanta bagaj sistemini üstün çabalarımızla oturtup, ilk hedefimiz olan Geyve’ye doğru yola koyulduk. Oha! Ağır bisiklet sürmek nasıl zormuş, hava nasıl da sıcakmış öyle? Geyve’den ton balığı ve ekmek alıp, hastane bahçesinde çam ağaçlarının oluşturmaya çalıştığı gölgede öğle yemeğimizi yedik. Güneşin etkisini yitirmesini beklemekten, Taraklı’ya normal bir saatte giriş yapmamızı engelleyeceği için vazgeçtik. Acayip bir sıcakta, ıssız, geniş ve uzun yollara koyulduk. Beynimiz fokurdamaya, nabzımız zonklamaya başladığında çevredeki bir ağaçlığı denedik gölge amaçlı, ama para etmedi. Biz de henüz yanından geçtiğimiz bir çimento üretim tesisine girdik. Zaten oradaki tek “şey” oydu. 5 kişi karşıladı bizi. Onlar da öğle molalarında gölgede dinlenerek vakit geçiriyorlardı. Aralarına katıldık. Ufak bir gazoz ve su ikramında bulundular. Yarım saat süreyle burada dinlendik. Kendimize geldiğimizi düşündüğümüzde tekrar yola koyulduk ve çıkışlar başladı. Bugün için planlanan yolda 100 metre rakımlı Alifuatpaşa’dan 600 metrelerdeki Taraklı’ya gidilecekti. Arada 800 metrelere varan bir tırmanış vardı. Ha babam de babam tırmanırken, bizim nabızlar yine tavan yaptı. Yol inşaatında çalışanların barakamsı mekanına girdik bu sefer. Ama çevre biraz daha yoğunlaşmış, çöl misali yoldan kurtulmuştuk. Orada kendimize gelmemiz bir hayli zaman aldı. Saatler ilerledi ve güneş az da olsa düşmeye başladı.
Soğuk su ve yemek ikramında bulunuldu ancak ilkini tercih ettik. Oradaki bir amca bize; “sizin hiç derdiniz yok demek” diyerek, dertsiz, gamsız ve tasasız yaşayarak, kendimize dert bulup, eşek yükünü bisikletletle taşıyarak gezdiğimizi ima ediyordu. Tabii ki seyahatimizin bize katacağı güzellikleri, tecrübeleri, zartı, zurtu savunacak enerjimiz olmadığı için “ihehe” gülüşüyle (en azından ben öyle yaptım) yola devam ettik. Bir süre daha çıktıktan sonra gözümüze kestirdiğimiz traktör kasalarından biri için atılımda bulunduk. Traktör durdu. Amca bizim türk olduğumuzu öğrenince bayağı sevindi. Kasasında büyük ihtimalle karısı olan bir teyze, ve yanında da köylü kızı oturuyordu. Bir takım çuvallar falan vardı.
Onlara biz de 2 tane bisikletle beraber dahil olduk. Hoplaya zıplaya yokuşu çıkmaya devam ettik, oturduğumuz yerden. Ya da sektiğimiz yerden mi demeli? Biz dengemizi bulamamışken süper misafirperver Göynük köylüsü teyze ve kızı, bize bisküviler ve meyve suları ikram etti. Yol bayağı yokuş yukarı devam ettiğinden traktörün gittiği her metre bizim için yolun kolaylaşması anlamına geliyordu. Aşağıda yol çalışanlarının barakasında bahsedilen alabalık tesisli Soğuksu’ya gelince traktör durdu. Burası yolun geçeceği en yüksek nokta değildi ama biz inmeye karar verdik. (Bu arada 25 kiloluk bisikleti 1,50 metreden yüksek trakör kasasına indirip bindirmekten bahsediyorum!) Soğuksu’da acayip taze alabalık ve salatamızı yiyip, çayımızı içtikten sonra, adam başı 5 milyon (!) olan hesabımızı ödeyip, sularımızı da doldurup yola tekrar devam ettik.
Artık akşamüstü denebilecek bir vakitteydik. Güneş fokurdatma yetisini kaybetmiş, efor sarfeden insanlara insaf etmeye başlamıştı. Tırmanış da kısa süre sonra bitmiş, artık genişçe bir yolda zaman zaman 10% eğimle, fren balatası katili modunda Taraklı’ya doğru hızla yaklaşır olmuştuk. Saat 19:00 sularında Taraklı’ya giriş yaptık. İlk konaklama düşüncemiz çadır kurmak yönünde olacaktı. Bu yüzden kasaba girişinde konuştuğumuz birinden hemen çıkışta 1 km uzaklıktaki benzin istasyonunda geceleme tavsiyesi aldık. Ancak Taraklı’yı önce gezmemiz, opsiyonları değerlendirmemiz gerekirdi. Öyle de yaptık. Kasabanın merkezi sayılabilecek bir yerde, eskiden konak, şimdilerde de müze olan bir evin önünde mısır pişiren Kemalettin Amca’yla tanıştık. Bize çadır kurmamızın sefillik olacağını ve adam başı 10 milyona pansiyon olduğunu, dilersek orada kalabileceğimizi belirtti. Hatta bu tanışma ve konuşma safhasında korkunç görüntümüze üzülmüş olacak ki, bize iki tane pet şişe soğuk su ısmarladı. Ardından ilgili bir kişi bizi pansiyona götürdü. Anlaşıldı ve sefil bagaj demontesinin ardından odamıza çekilip, duşumuzu aldık. Belki de gezi boyunca üzerimizden atamayacağımız yorgunluğumuzu gerçek anlamda burada hissettik. Akşam Taraklı’da küçük bir gezinti (tabii ki yürüyerek) ve fotoğraflar, yemek niyetine yenilen bir yarım ekmek karışık tost (yanında limonata, hepsi yalnızca 1,75 lira) ve Kemalettin Amca’yla içilen bir çaydan sonra pansiyona geri döndük. Sıcak, insan gürültüsü ve yorgunlukla mücadele ederek, sık sık su içmek için uyandıran bir uyku çektik.
Taraklı, kendi halinde, genelde emeklilerin yaşadığı, 4 bin nüfuslu şirin bir kasaba. Eski osmanlı evlerinin mimarisi, sokakları ve parkları çok hoş. İnsanların bakışlarından iyi niyet akıyor. İletişim kurmak rahat. Kısaca ilk gün çektiğimiz onca yorgunluğa karşı ilaç gibi bir dinginlik sundu bizlere. Özenilmiş, sistemi oturmuş, kendi halinde güzel kalan yerlere ne kadar da yakın yaşıyormuşuz oysa...
2. gün
24 Temmuz Salı
Taraklı-Göynük
29,39 km
Sabah yeteri kadar erken kalkmaya çalışıp, “güneş yükselmesin, sıcaklar canımıza okumasın” endişesiyle hızla toparlansak da yola koyulma saatimiz 8:00’i buluyor. İlk benzincide su ikmâli yaptıktan sonra diğer sabahların da ritüeli olacak huysuzluklarımızı sergiliyoruz birbirimize. İlk saatlerin verdiği “gidilmesi gereken yol” hissi, sanırım bizi bu gerginliğe iten. Tabii bir de günün devamındaki gecenin hangi koşullarda geçirileceğinin bilinmez oluşu da pay sahibi bunda. Bugünün yolu kısa. Eğimi az. Elimizdeki bu bilgiler bizi rahatlatıyor. Çünkü bir önceki gün çok yorucu geçti ve aldığımız uyku yetersiz gibiydi. Güzel ve düz bir yoldan paşa paşa ilerliyoruz. Derken Bolu il sınırını geçiyoruz. Artık 41’li, 54’lü plakaların yanına bir de 14 eklendi. Her ne kadar geçtiğimiz yolda araç trafiği fazla olmasa da benim ilk dikkat ettiğim şey plakalar oluyor.
Yolun üçte birlik kısmını geride bıraktığımızda, sabah yediğimiz çeyrek ballı ekmeğin yeterisizliği baş gösteriyor. Yolun kenarında düzenli ağaçların arasından ince bir yol bizi Göynük’e bağlı olan bir un fabrikasının eşiğine getiriyor. Orada molamızı verip, aynı kahvaltımızı tekrarlıyoruz. Hep selam verip geçen kamyonların ve traktörlerin aksine bu sefer genç bir Bolulu Özcan geliyor yanımıza. Biz kahvaltı ederken Erdem onunla biraz sohbet ediyor. Bizimle bayağı ilgileniyor Özcan ve gün içinde Göynük’te olacağını, eğer orada karşılaşacak olursak bizi gezdirebileceğini söylüyor. Tanıştığımıza memnun bir şekilde ayrılıyoruz oradan. Yolda bir ara il sınırı civarında bisikletlerden inmiş fotoğraf çekerken, ayı kamyoncular, yarışarak yanımızdan geçiyor. Rüzgarları bile yol kenarında durmakta olan bizi gayet tehlikeye atıyor. O ayılar geçerken biz de yolda olmadığımız için seviniyoruz ama yine de yolun geri kalanı için bir tedirginlik yaratmıyor değil bu durum.
Güneş yavaş yavaş etkisini gösterip, bu sefer karşıdan yükselip tepemize gelmeden, bizi Göynük’e çıkaracak olan yokuşun başına geliyoruz. Yol tabelası 7 km çıkış olduğunu gösteriyor. Gücümüz yerinde. Su takviyemizi de henüz yapmış olduğumuzdan çok zorlamıyor bu yol bizi. Zaten Göynük de bu yokuşun ortalarında bizi karşılıyor. Akşemsettin’in diyârı güzel Göynük! Hoşgeldiniz tabelasının önünde Erdem’in gelmesini beklerken yanımdan, zannedersem belediyeye ait bir araç geçiyor ve içindekilerden biri camdan “Hoşgeldiniz” diye sesleniyor. Hoşbulduk efendim!
Göynük’e giriyoruz. Dünkü pansiyon deneyimi iyi geçtiğinden yine çadır mevzusuna soğuk bakmaktayız. Karşımıza çıkan ilk taksi durağı bize Caferler Konağı’nda kalmamızı öneriyor. Adam başı 20 ytl’ye anlaşıyoruz bu sefer. Odalarımızı gösteriyor ismini sonradan öğreneceğimiz Harun. O, hem yolun karşısındaki lokantada çalışıyor, hem de konakta mobil resepsiyonist olarak görev alıyor. Talep az olduğu için, iş gücünü bölmüşler heralde!
Odamıza girip duş alıyoruz. İnanılmaz bir yorgunluk var üstümüzde. Ama saat daha erken, uyumamalıyız. En azından şimdilik siesta vakti değil. Öğlen saatlerinde odadan yayan olarak çıkıp, Göynük’te ufak bir tur atmaya karar veriyoruz. İlk etapta konağın sahibinin lokantasına gidiyoruz. Orada sahip bizi karşılıyor, birer çay ısmarlıyor. Laf lafı açıyor ve Erdem’in okulunda okuyan ortak bir tanıdık akraba çıkıyor. Hatta lafta kalmıyor durum. Sahip Amca açıyor telefonu “Bak kızım kim var yanımda” diyerek Erdem’e veriyor telefonu. Hikayenin gerisine ben karışmıyorum! Sahip Amca’nın yanından ayrılıp, ufak gezimize başlıyoruz. Akşemsettin parkının önünden geçerken Özcan’la karşılaşıyoruz. Evet dünya küçük, Göynük de miniminnacık.
Özcan ile anonim arkadaşı bizi Göynük’teki zafer kulesine çıkarıyorlar. Burası cumhuriyetin kuruluşunun şerefine yaptırılmış ahşap bir kule. Göynük’e tamamen hakim bir noktada. Her iki yandaki vadinin ortasında bir çıkıntı. Tüm kasaba ayaklarınızın altında. Eğitim durumlarımızdan, yaşadığımız ilden, hayat koşullarından ve kent-köy kıyaslamalarından konuşarak yavaş yavaş iniyoruz kulenin bulunduğu tepeden aşağı. Tabii daha çok Erdem konuşuyor. Ben de fotoğraf çekmekle, etrafa bön bakmakla meşgulüm.
Artık Göynük’lü dostlarımıza karnımızı doyuracağımız uygun bir yer sormanın vakti geliyor. Bizi bir lokantaya götürüyorlar. Biz yemek yerken bekleyebileceklerini belirtiyorlar ama estağfirullah arkadaşlar! Siz gidin, gerisini biz hallederiz. Teşekkür ederek ayrılıyoruz Özcan ve arkadaşından. Lokantamız standart, lezzetli ve ucuz. Adam başı 6 milyona tandır, pilav, ayran, salata ve çay yenip içiliyor. Yemeklerden sonra çay içmeye pek bi’ alıştık. Burada zaten olayı çözmüşler. Çatalı elimizden düşürdüğümüz anda pat diye bir bardak çay bitiveriyor masada.
Göynük’ün çoğunu gezdikten sonra, hamam ve caminin yakınlarındaki Akşemsettin parkındaki çardakların birinde oturup gazoz içiyoruz. Tarihi hamamı da merak edip dalıyoruz. Hani gezip bakarız fotoğraf çekeriz diye ama nafile. İnanılmaz sıcak, yani şu salak genelleme cümlesini kurmama gerek yok heralde; terliyoruz.
Ben, gündüz uyumama taraftarıyım ancak “siesta” diye bağırıyor göz kapaklarımız. Mecbur, gidiyoruz odaya, 2 saate yakın zıbarıyoruz. Bunun adı uyku olamaz. Sıcak, yorgunluk ve sürekli yeni şeyler görmenin bünyede yarattığı “refresh” edelim duygusu herhalde. Saat 7’ye kadar dinlendikten sonra tekrar çıkıp yemeğimizi, bu kez benzer bir menüyle, konağın sahibinin lokantasında yiyoruz. Ancak fiyat biraz daha tuzlu, 8 milyona geliyor adam başı. Harun bizi yemekten sonra iki gündür yokluğu nedeniyle işkence çektiğimiz bir bisiklet ayağı bulabileceğimiz nalbura götürüyor. Ama nafile. Uygun bir ürün yok, zaten yoldayız, şimdi mekanik işlerle uğraşmanın zamanı değil.
Belboy Harun, gece birkaç arkadaşıyla konakta eğleneceklerini ve eğer buyurursak çok mutlu olacaklarını söylüyor. Biz de ertesi gün yine kargalarla bok yarışına gireceğimiz için pek sıcak bakmıyoruz bu davete. Ertesi sabah için suyumuzu ve ekmeğimizi temin ediyoruz. Erken kalkan yol alır hesabı. Aynı gün içinde bir bakkala iki kez girip toplamda 4,5 litre su almamız da komik durumlardan biri oluyor. Ayrıca gün içinde anonsları yapılan mevliti de akşam, caminin avlu duvarından canlı canlı dinliyoruz.
Gece ve gündüz nispeten serin olan güzel ahşap yapı içinde uyumak üzereyken, Harun’un bahsettiği eğlencenin sesleri gelmeye başlıyor kulağımıza. Ancak bunlar genç sesinden çok demlenmiş adam hırıltısına benziyor. Zaten çok yorgunuz. Uyuyoruz.
Göynük, Taraklı’dan bir kademe daha canlı, yine kendine özgü ve dingin bir kasaba. Misafirperverlik ve hoşgörü yine standartların üzerinde. Deresiyle ve yamaçlara kurulmuş evleriyle güzelliğine diyecek söz bırakmıyor. Ertesi gün Mudurnu’ya gideceğiz. Önümüzde 1080 metrelik bir geçit var ve de uzunca bir yol. Taraklı ve Göynük’ün güzelliklerini geride bırakacağımız için üzülüyoruz. Açıkçası Mudurnu’dan olağanüstü bir güzellik beklemiyorum. Ama yolculuk devam ediyor...
3. gün
25 Temmuz Çarşamba
Göynük-Mudurnu
54,18 km
Sabah yine çok erken saatlerde uyandık. Ancak yola koyuluşumuz 7:30’u buldu. Ayrıca konağın içine salonda bir köşeye bıraktığımız bisikletlerimizi kurcalanmış bulunca bir hayli sinirimiz bozuldu. Aklımıza fikrimize hakim olarak yola çıktık. Göynük 650 metrelerde ve yol üzerinde çıkacağımız Hacıayaz geçidi ise 1080 metre. Yolun ilk kısmında bu geçidi aşmamız gerekiyor.
Dünkü cillop ve geniş Ankara yolunu ve devamındaki tırmanışı bırakıp farklı bir güzergâha geçiyoruz. Yani Ankara yolundan ayrılıp Mudurnu-Bolu yoluna giriyoruz. Göynük’ten çıktıktan sonra, yeşillik, bahçeler ve köyler içinden geçen yolda başımıza köpekler musallat oluyor. Bir iki ciddi kovalama atlatıyoruz. Sinirlerimiz ve nabızlarımız bozuluyor. Geçtiğimiz her köyümsü yere “ileride köpek var mı?” diye soruyoruz, çünkü sürüşü gerçekten çok sıkıcı bir hale getiriyor bu dallama hayvanlar. İyi niyetli ya da değil, oyun ya da savunma amaçlı üzerimize atılıyorlar. Bir de öbek öbek takıldıkları için sıkıcı bir durum yaratıyor bu.
Köyleri geride bırakıp geçidin asıl tırmanışına başlıyoruz. Çıkışın ortalarında ayı (hayvan olan) çıkması tahminen zor bir yerde, yine ikinci kahvaltılarımızı ballı ekmek şeklinde gerçekleştiriyoruz. Yol ferah, saat erken, döne kıvrıla, orman içinde tatlı tatlı tırmanmaktayız. O da ne? Hacıayaz geçidi! Bu kadar mıydı? Geçidin hemen yanında daha önce bize yol rotasında tavsiye edilen Sünnet Gölü tabelasını görüyoruz. Gidip gelmemiz mümkün, ama iniş-çıkış oranlarını bilmediğimizden ve Mudurnu’ya öğle güneşinden önce ulaşmak istediğimizden, buraya gitmekten vazgeçiyoruz. İyi ki de vazgeçmişiz. Mudurnu’ya girişimiz bir felaket olacaktı çünkü.
Geçitten sonraki iniş muhteşem geçiyor. Sağ yanımızda bir dere ve orman, solumuzda kayalık dağlar… Mükemmel bir doğada hızla ilerliyoruz. Yol o kadar keyifli ki durup kamerayı çıkartmaya bile üşeniyor insan. Bir de bu insan ben olunca…
İniş yavaş yavaş bitiyor. Yine köy evleri, bahçeler, ufak marketler beliriyor yolun kenarında. Bu yolu bitirip Sakarya-Bolu yoluna geçiyoruz. Tabelaları görüp gideceğiniz yöne dönmek inanılmaz zevkli. Otomobille giderken tadamayacağınız farklı bir duygu oluyor bu da.
Mudurnu’ya 15 km kala yol üzerinde bir grup yabancı öğrenciyle karşılaşıyoruz. Amerika’dan gelmişler. Başlarında türk bir profesör var. Onlar yaz okullarında kalkıp buraya gelmişler. Biz de kıçımızı kaldırıp tatil yapmaya gelmişiz. İlginç bir rastlantı. Ben yolun biraz aşağısındaki, suyu daha soğuk akan çeşmeden su doldurmaya gidiyorum. Erdem de bizi görüp ekibine mola veren profesörle konuşuyor. Karpuzlarını kesip bizimle paylaşıyorlar. Ancak hava inanılmaz ısınmış durumda. Bizim acele etmemiz lazım. Prof bize 20 km ötede konakladıklarını ve ağırlayabileceklerini söylüyor ama biz planımıza sadık kalarak yolumuza devam ediyoruz.
Sekizdi, yediydi derken, kilometreler geçmek bilmiyor. Acayip uzun iniş çıkışlar ve geniş, güneşe açık bir yol seriliyor önümüze. Geldik geleceğiz ama yok. Diğer kasabalar gibi “şu tepenin ardındayım” demiyor Mudurnu. Son yol ayrımından önce şans eseri bulduğumuz bir gölgelikte son kez nabzımızı toparlayıp, kan şekerimizi düzeltiyoruz. Çokoprensler çok işe yarıyor!
Sonunda Mudurnu’ya vardık. Süper bir sıcak eşliğinde, bu sefer öncekilerden daha farklı bakan insanların bulunduğu kasabaya giriyoruz. Girişte meşhur Mudurnu’nun tavuk heykeli karşılıyor bizi. Yine şans eseri, yol üzerinde benim dikkatimi çeken bir konak tabelasıyla, süpermarket önünde konaklanacak yer sorduğumuz gencin gösterdiği yer örtüşüyor. Aslında yol üstündeki Prof’un bize önerdiği, İlçe Orman Müdürlüğü’nde çadır kurmaktı ilk niyetimiz. Ancak konağı görünce beğeniyoruz, yine İstanbul çocuğu ayaklarına yatıp, 25 milyonu adam başı bayılarak, mis gibi yatağımıza kavuşuyoruz.
Konakta odamıza yerleşip duşumuzu alıyoruz. Bu kez siestamızın hakkını vereceğiz. Zaten ister istemez uyuyor insan. Gezinin en uzun yolunu geride bıraktık bugün. Yani şimdilik öyle sanıyoruz. Konakta tost ve ayran olayından sonra Mudurnu’yu gezmeye başlıyoruz. Geçtiğimiz diğer yerler gibi derli toplu olmasa da, gezdikçe güzeliğinin farkına vardıran bir yer Mudurnu. Osmanlı mimarisindeki evleri burada da bulmak mümkün. Daha önce Göynük’ten ufak hediyelik eşyasını aldığımız bu güzel evlerin bir benzerlerinin içinde kalıyor olmak ise ayrı bir keyif oluyor bizim için.
Akşamüstü turumuzu ilk olarak Mudurnu’nun saat kulesine doğru gerçekleştiriyoruz. Yolda giderken Erdem’in ısrarla fotoğrafını çekmek istediği evin önündeyken, evin sahibi hanım teyzemiz çıkageliyor. “Çok mu beğendiniz evimizi?” diyor. İzin isteyip fotoğrafını çektikten sonra, İstanbul’dan bisikletlerle geldiğimizi anlatıyoruz. Tam ayrılırken içeri, evi gezmeye davet ediyor bizi teyzemiz. Giriyoruz. Dışarıdan gayet eski görünen bu evin içi normal betonarme bir evin dekorasyonunu aratmıyor. Ahşap zemin zaten çok hoş bir özellik. Ayrıca evin mutfağının eviyesinin de dolaplı olması şaşırtıyor bizleri.
Tabii ki Mudurnulu misafirperver teyzemiz bizi şaşırtarak öncelikle “ikindi kahvaltısı” teklifinde bulunuyor. Henüz karnımızı doyurmuş olduğumuzdan kibarlıkla bu teklifi geri çevirip, bir bardak suyun yeterli olacağını söylüyoruz. Bu, gerçekten çok şaşırtıcıydı ve her iki taraf için de tanışık olmamanın üstesinden iyi niyetle gelinebileceğinin küçük bir örneği olmuştu.
Teyzemizin yaklaşık yüz yıllık tarihi evinden ayrılıp saat kulesine çıkıyoruz. Oradan aşağı okula, ve büyük ihtimalle adı Armutçular Konağı olan güzel ahşap yapıya iniyoruz. Devamında Yıldırım Bayezid Camii ve aynı adı taşıması gereken hamamı da görüyoruz. Mudurnu gözümüze güzel görünmeye başlıyor iyice. Ertesi gün için kahvaltılık ve yemeklik bir şeyler almak için süpermarkete uğruyoruz. Konağa döndüğümüzde yemek saati gelmiş oluyor. Yemek için yine ucuz opsiyonları değerlendirmeyi düşünürken, konağın ahçısı olduğunu düşündüğümüz abi, bize yöreye özgü bir cevizli mantı öneriyor. Çorba, salata, bir sürahi dolusu su (çok su tüketiyoruz) ve bu üstü kavrulmuş cevizli ilginç mantıyı afiyetle yiyoruz. İnanılmaz bir lezzet ve miktarının az görünmesine rağmen yemek masasına mıhlayan bir yoğunlukta bu mantı. İstanbul’a döndükten sonra yaptığım ufak araştırmayla, adını ve tarifini öğreniyorum. Tadı hâlâ damağımda…
Kaşık Sapı
Bu tarif, 1991 yılında yapılan Mudurnu Yemek yarışmasında, 3. olan Mürüvvet Öztürk’e âit.
Malzeme:
Yarım kilo un
1 adet yumurta
Tuz
1 su bardağı su
100 gr. Keş (Yağsız sütten yapılan peynir ya da kurutulmuş yağsız yoğurt.)
1 yemek kaşığı tereyağı
1 fincan sıvı yağ
Hazırlanışı:
Unu, yumurtayı, tuzu ve suyu bir kaba boca edin. Katı bir hamur yoğurun. Ve, bu hamuru yarım saat kadar, bir kenarda bekletin. Sonra, bu hamuru üç parçaya bölün. Bu üç parçayı, ayrı ayrı açıp kare kare kesin.
Kesilen karelerin karşılıklı köşelerini birleştirip uçlarını fiyonk şeklinde bitiştirin. Sonra, derin bir tencerede kaynattığınız suda haşlayın. Pişince, soğuk suya atın. Fazla bekletmeden, soğuk sudan alın ve kesme makarnayı süzün. Düz ama yayvan bir kapta, bir kat makarna, bir kat rendelenmiş keş, ve dövülmüş ceviz karışımı olmak üzere, birkaç kat hâlinde yemeğinizi hazırlayın. Beri yanda, küçük bir tavada sıvı yağ ve tereyağını eritin. İyice kızdırın. İçine, ceviziçi ve rendelenmiş keş koyun. İyice kavurun. Ve, evde kotarılmış lezzetli makarnanın üzerine dökün.
Afiyet olsun!
Yarınki yol kafamızda belirli. Mudurnu’dan sonra devamlı bir çıkış olacak. Tabelalar 23 kilometre gösteriyor Abant Gölü’ne kadar. Ancak tırmanış 1300 metrelere kadar gidiyor. Abant 1200 metrelerde. Yani tuluma girecek kadar serin olacak gibi görünüyor. Abant daha çok turizme açık olduğu için yumuşak başlı hallerimizden biraz arınmak durumundayız. Yüz kilometreyi aşkın bir yol boyunca taşıdığımız matlar, tulumlar ve çadır, artık yarın gün ışığına çıkacak.
4. gün
26 Temmuz Perşembe
Mudurnu-Abant + Göl etrafında tur
37,27 km
Bugün tırmanacağız. Tırman allah tırman. Sabah yine çok erken bir saatte kalkıyoruz. Mudurnu’da çok memnun kaldığımız Hacı Abdullahlar Konağı’ndan ayrılıyoruz. Giderek bagaj toparlama konusunda uzamanlaşmaya başlamışız. Bu sabah çok rahat koyuluyoruz yola.
Mudurnu’dan hemen çıkışımız 3 km kadar iniş ve gerisi düz yol. Çok zorlanmıyoruz. Geçen sabah yaşanan köpek kovalamalarının gerginliği var üstümüzde. Sürekli tetikteyiz. Yol üstünde köpek görünce duruyoruz. Kim saldırır, kim saldırmaz meçhul. Neyse ki iki ayaklı köpekler yok görünürlerde. Çiftlikler, bahçeler ve barınakların yanından yavaş yavaş geçiyoruz. Daimi bir eğim var ve rahat hızlanmamızı engelliyor bu. Yine “köpek çıkar mı?” diye ilerlerken hiç beklenmedik yerlerde kovalamalar yaşıyoruz. Sonunda yerleşim birimlerini geride bırakınca (en sonuncusu bir köpek barınağıydı!) ciddi çıkışımız başlıyor. Mudurnu’dayken görünen “şu karşıki dağlar” bizim bugün çıkacağımız nokta oluyor.
Yavaş yavaş, dura dinlene çok dik bir rampayı geride bırakıyoruz. Yani bıraktık, bırakacağız derken, bir viraj sonrası yine çıkışın devam ettiğini görüp başımızı öne eğerek devam ediyoruz. Çıkışın bitmesine az bir süre kala buz gibi suyuyla bir çeşme karşılıyor bizi. Etrafında çöpler var. Buraların güzelliği biraz eskitilmiş. Sularımızı doldurup, artık elimizde taşıdığımız bisikletlerle devam ediyoruz yola. Sonunda çıkış bitiyor ve masmavi Abant Gölü ayaklarımızın altına seriliyor. Manzara fotoğraflardan tanıdık. Ama bu kez kendi gücümüzle gelip görüyoruz. Hafif bir inişin ardından göle paralel yolda ilerlemeye başlıyoruz. Solda Taksim Oteli’ni ve Jandarma’yı geride bıraktıktan sonra Mudurnu’dan aldığımız yolluk ton balığımızı yemek için ahşap çardaklardan birinde mola veriyoruz.
Abant içinde çadır kuracak yer aramaktayız. Öyle bi’ yer var ama biz önce (sanırım) Büyük Otel’i ve köy ürünlerinin satıldığı yarı açık marketi de geçip başka bir restorana gidip oturuyoruz. Ekmek kadayıfı ve çay eşliğinde dinleniyoruz. Artık çadır kuracak yeri bulmanın vakti geldi. Enerjimiz de yerinde. Göl kıyısından devam ediyoruz. İleride kamp alanının tabelasını görüyoruz ve dalıyoruz içeri. Bozuk bir yoldan tırmanarak, büyüklü küçüklü çadırların, karavanların, ve park edilmiş araçların olduğu ağaçlık alana geliyoruz. Kendimize uygun bir yer bularak çadır kurma işlemlerine başlıyoruz.
Çadırımızı kurduktan sonra öğlen ve akşam için yemeğimizi temin edebileceğimiz bir yer arayışı içinde göl turu atma niyetindeyiz. Bir süre dinlendikten sonra diğer kampçı ailelere çadırımızı emanet edip, bu sefer nispeten hafif bisikletlerle çıkıyoruz yola. Amanın hafif bisiklet sürmek ne kadar da zevkliymiş? Gölün çevresini bir kez dolaşıp, geçerken bir restorana da fiyat sorup, tekrar kamp alanına gelmeden önce önünden geçtiğimiz köy ürünlerinin satıldığı, yarı açık sabit pazar şeklindeki yere geliyoruz. Orada sonradan kartını alarak en azından belki de soyadını öğreneceğimiz Madam Tanrıkulu ile karşılaşıyoruz. İlk olarak ondan ev için (ve bolu yolunda taşımak için!) yarımşar litre kır çiçeği balı ve dağ çileği reçeli alıyoruz. Sonra koskocaman bir köy ekmeği alıp, Madam Tanrıkulu’nun bize ödünç verdiği tereyağı, reçel, peynir ile yanına bir de kola satın alarak, öğle yemeğimizi yiyoruz. Minnettar kalıyoruz Madam’a, bizden bu kahvaltılıklar için para almıyor.
Akşam için mangalda sucuk için geleceğimizi söyleyerek ayrılıyoruz oradan. Yine de farklı bir yemek de denenebilir. Kamp alanımıza dönüp, duş alıp dinleniyoruz. Bugün siesta yok. Zaten güneş bizi pek etkilemedi. Yüksek rakımda olduğumuz için hava bir nebze serin.
Kamp alanında biraz foto çekeriz, hafif bir yürüyüş olur diye dolanıyoruz. Çevreden gelen (aslında Erdem’in duyduğu) “Bak yavrum gavur” “Geberesiceler…” gibi sosyal aşağılanmalara dayanamayıp Erdem’in İstanbul’dan beri taşıdığı şanlı türk bayrağını çıkarıp, asıyoruz çadırın üstüne. Hadi bakalım!
Kamp alanı genelde ailelerle çevrilmiş olduğundan, biz, alternatif gençler olarak mimleniyoruz. On beş yaşlarındaki aile kızları tarafından da göz hapsine alınıyoruz. Özellikle de uzun saçlı olanımız! Derken bir görevli geliyor yanımıza. Hoşbulduk! Bize diğer kampçıların çok masa aldıklarını, bir tane de buraya taşımamız gerektiğini belirtiyor. Memnuniyetle gidip, dört masa kapatmış olan oportünist piknikçilerden alıyoruz masamızı. Sonradan, yeni gelen diğer kampçılarla yapılan konuşmalardan anladığımız kadarıyla adam başı ücret gibi bir uygulama olduğunu öğreniyoruz. Ama bu bizden istenmedi. Üstelik görevlinin bizzat gelip bize masa taşıdığı halde. Şaşırtıcı. Ses etmiyoruz…
Madam’ın yanına geri dönüyoruz. Mangal taşımaktan vazgeçmiş durumdayız. “Biz sucuğumuzu alalım sen tavada pişiriver teyzeciğim” durumu söz konusu. Madam harika bir insan. Kendi elleriyle kesiyor, pişiriyor ve aldığımız ekmeklere teker teker dolduruyor sucukları. Sucuk da bir harika, dana koyun bilmemne karışımı ve baharı da öldürmüyor. Yemeğimizi yine hemen arka taraftaki piknik masalarında yiyoruz. Sucukların pişirildiği esnada yanımızda bir velet bitiyor. Adı Ömer. Biz tıkınırken hikayelerini anlatıyor. Ne sorsak anlatıyor! Kendisi Arabistan’da doğmuş. Babası da göle gezmeye gelen arapların rehberi. Buradaki araplar da salak. Bisiklet kiralayıp yokuş aşağı kaptırıyorlar. Bazıları da çok eşliliği tercih ediyor.
Ömer bir yandan, öküz doyuran ekmek ve sucuk diğer yandan, iyice darlanmaya başlıyoruz. Sonunda ekmek bitiyor. Madam’a çok teşekkür ederek ayrılıyoruz yanından. Ömer de o dakikalarda bisikletleri iyiden iyiye kurcalamaya başlamış, hehe’lerden hıhı’lara terfi ettirmişti bizleri.
İşte korkulan oluyor ve tıkınmamız süresince iyice kuvvetle esmeye başlayan rüzgar havayı soğutuyor. Acayip kara bulutlar ve sis çöküyor gölün tepesine. Yola çıktığımızdan beri havada gördüğümüz ilk nemli durum bu. Ölmeden kampa dönelim diye hızla yola çıkıyoruz. Kampla bu yemek yediğimiz yer arası iki kilometre kadar var. Yolda yüzümüze çarpan rüzgar bizi üşütüyor. Bir de denyo bir köylünün keyfi biçimde traktör sürüşü benim sinirlerimi tepeme çıkarıyor. Kampa döndükten sonra 5-10 dakika, sakinleşip, ısınmakla geçiyor.
Sonunda güneş batıyor. Hava duruluyor. Yine serin ama korkutucu bir soğuk yok. Arkadaşlardan temin ettiğimiz süper kamp malzemelerinden biri olan kafa lambalarını kullanıyoruz. (Tekrar çok teşekkürler) Elimiz kolumuz boşta, rahat rahat takılıyoruz her baktığımız yön aydınlıkken.
Yatıyoruz uyuyacağız ama kamp alanı gürültülü. Bıcır bıcır muhabbet haline millet. Okey oynayan insanlar bile var. Ara sıra çıkıp sesli öksürüp, hava alıp, geri giriyoruz çadıra. Sabah çok soğuk olacak, o yüzden süper erken kalkmayacağız. Bolu yolunun uzun bir kısmı iniş. Öğle vakitlerinde şehire varmış olmayı umuyoruz. Bugün göl etrafında gördüğümüz, zifte batmış, kahverengi otomobiller biraz kuşku uyandırıyor bizde. Bekleyip göreceğiz...
5. gün
27 Temmuz Cuma
Abant-Bolu + Dudullu-Ev
60,17 km
Temmuz sonunda serinliğe uyanmak. Cadırdan çıkıp titremek. Sweatshirt’lerle bisiklete binmek. İşte aranan ferahlık. Çok geç kalkmıyoruz bu sabah. Çünkü yolumuzun büyük kısmı iniş. Yüzdük ve kuyruğuna geldik. Öğlen varmayı planladığımız Bolu’dan otobüsle İstanbul’a döneceğiz.
Sabah acele etmeden toparlanıyoruz. Dönüş psikolojisi üzerimize sinmiş. Tatlı tatlı, güzelim doğada inerken günün süprizi çıkageliyor. Zift! Yolun 2 km’lik kısmı dünden beri kurumamış iğrenç bir zift ve mıcırla kaplı. Alternatif bir yolumuz yok. Tarif edilemeyecek şekilde berbat bir yapışkanlık ve yoldan gelen çıtır çıtır rezalet bir ses. Yavaş yavaş inmemize rağmen, bacaklar, ayakkabılar, çantalar ve tabii ki bisikletlerimiz ziftle bayram ediyor. Sinirlerimiz o kadar bozuluyor ki, yolun geri kalanında durmadan basıyoruz. Yokuş aşağı hafif bir eğim var ama biz pedallara yüklenerek yol alıyoruz. Bir an önce eve gitmek ve ziftten arınma telaşı içine giriyoruz belki de. Yolun üzerinde dinlenip çokoprens atıştırabileceğimiz bir yerde mola veriyoruz. Bezmiş durumdayız. Bu zift olayı çok pis ve can sıkıcı oldu.
Abant yolunu bitirdikten sonra, E-5’e bağlanıyoruz. Bazen yan yoldan, bazen de emniyet şeridinden ilerliyoruz. Buradaki asfalt inanılmaz kaliteli olduğundan acayip tempo tuturuyoruz. Yokuşlara girdiğimiz hızla çıkıyoruz. Son sürat Bolu’ya varıyoruz. Otogarı sora sora bulup, Öz Bolu firmasından biletlerimizi alıyoruz. Bisiklet yükleyeceğimizi belirterek tabii.
Saat 13:00’te otobüs kalkıyor. Öncesinde bisikletleri gören muavin caz yapmaya başlarken, hemen cart diye lastikleri söküp, bagaja yükleyince sesi kesiliyor. Burada en sinir olduğumuz nokta şoförün gelip “Ulen madem buraya kadar geldiniz bisikletlerle, geldiğiniz gibi dönseydiniz ya” demesi oluyor. Denyo şoför ve muavin asıl görevlerinin başlarına geçtikten sonra hızla İstanbul’a doğru yol alıyoruz. Yuh yani otobüs amma güçlüymüş. Bisikletten sonra hayret ediyor insan!
Saat 16:30 gibi Dudullu’ya geliyoruz. Metro’nun terminalimsi şeyine. İlk düşüncemiz servis araçlarıyla evlerimize yakın yerlere dağılmaktı. Ancak otobüsten indirdiğimiz bisiklet, ön lastik ve bagaj yığınıyla yolun ortasında çat diye kalınca sinirlenip bisikletleri monte etmeye başlıyoruz. Eve kendimiz gideceğiz. O sırada yanımıza gelip “alemünyum mu bu?” diyen hıyar ağaları o kadar sinirimi bozuyor ki kavga çıkaracak potansiyeli hissediyorum içimde. Neyse ki Erdem beni sakinleştiriyor ve bisikletleri toparladıktan sonra oradan bir blok öteye tenha bir alana çekilip, Abant’ta Madam’dan aldığımız cezeryevari kalori bombalarımızı (pestil-köme) mideye indiriyoruz. İlk hedefimiz Dudullu-Bostancı sahil.
Ulan nasıl bi’ trafiktir, neden döndük ki buraya? Bütün yol gebermedik ama şimdi gebereceğiz sanırım. Trafik, kavşaklar ve ışıklar geçiyoruz. En sonunda Bostancı sahile varıyoruz. Artık ayrılma zamanı. beş gündür non-stop karşılıklı kahır çektiğimiz Erdem’le sahilde ayrılıyoruz.