Devenez ce que
Daimi Üye
- Kayıt
- 14 Mayıs 2018
- Mesaj
- 331
- Tepki
- 1.007
- Yaş
- 50
- Şehir
- Istanbul / Sancaktepe
- İsim
- Murat
- Bisiklet
- Kron
Çok sıcak bir temmuz günüydü. Dışarı çıkmak, biraz temiz hava almak ve nehir kenarına oturup serinlemek istiyordu...
Kapıdan çıkacağı sırada eşiyle karşılaşmaktan korktu, ama kısa sürede bu korkusunun yersiz olduğunu anlamıştı, zira zaten eşi evde yoktu, bir kaç gün önce çocukları da alıp şehir dışına çıkmıştı ve bir süre daha dönmeyecekti.
“Bu işi gerçekleştirmek için bundan daha iyi bir zaman olamaz” diye düşündü Raskolnikov...
Sekiz kat aşağıya merdivenlerden inmek saçma olacağı için asansörle indi, burda Dartanyan ve Aramis’le buluştu. Dartanyan birlikte takıldığı, akla gelen fikirleri ilk birlikte uyguladıkları arkadaşıydı, bisiklet turlarının vazgeçilmez partneri... Bazen turlarda kulaklıklarını takıp etrafındakileri umursamaz bir havaya takınsa da, tekliflerini genelde hiç geri çevirmediği için severdi onu Raskolnikov... Aramis’le ise dün tanışmışlardı, Dartanyan’ın arkadaşıydı. Yapacakları iş konusunda oldukça tecrübe sahibiydi, o yüzden onu ekibe dahil etmişlerdi.
“Bir olayı, yeri ya da kişileri tanıtmak için uzun uzun tasvir etmekle, okuyucuyu sıkıntıdan boğmak arasında ince bir çizgi vardır” diye düşündü Raskolnikov, bu yüzden hemen hazırlıkları yapmaya koyuldular; gerekli eşyaları ve üç demir atı büyük beyaz ata yükleyerek yola koyuldular.
Çok geçmeden, oturdukları şehrin kuzeydoğusunda yer alan Şili’ye giden yola çıkmışlardı bile... Kızının küçükken oraya “Şila” dediğini hatırladı. Biraz sıkıntıyla karışık gülümsedi;
“Edebi açıdan hiç bana çekmemiş dostum, daha kelimeleri bile doğru dürüst telaffuz edemiyor...” Kızının küçükken köpeğe “töpet” dediğini hatırlamıştı...
Planlarını gerçekleştirecek olmanın verdiği mutluluk ve heyecanla hızla yol alıyorlardı, yol zaman zaman sağa, zaman zaman sola kıvrılıyor, bazen yukarıya, bazen aşağıya, bazen de ileriye düz olarak uzanıyordu; “Bir yoldan daha başka ne bekleyebilirsin dostum?” diye alaycı bir şekilde kendine sordu Raskolnikov... Çok geçmeden bir kavşağa geldiler, tabelalar sola dönülürse Şila’ya, kasabanın merkezine ve sahile gidileceğini gösteriyordu, düz gidilirse yol Aqua’da sonlanıyordu, sağa dönüşte ise gizli bir gölün varlığından bahsediliyordu... “Sağa dönüyoruz” dedi Aramis... Geldikleri yola nazaran daha dar bir yoldu bu, çok geçmeden bir köyden ve bir köprüden geçtiler, yol iyice bozulmuştu, daha sonra bir tepenin ardına döndüler ve ...
“Oh tanrım, birbirine zıt güzellikler yaratmak konusunda üstüne yok” diye düşündü Raskolnikov manzarayı seyrederken, 15 milyonluk büyük, kalabalık bir şehrin hemen yanıbaşında böyle sakin, cennetten bir köşe kimin aklına gelebilirdi?
Hemen orda durup üzerlerini değiştirip bisikletlerine atladılar. Buraya kadar kendilerini getiren beygir gücü yerine artık kendi güçlerini kullanacaklardı; istedikleri de buydu zaten, doğayla başbaşa, onunla içiçe ama zarar vermeden...
Toprak yol zorlu, ama bir o kadar da güzeldi, göl sağlarındaydı ama her zaman görüş alanı içindeydi, çoğu yerde ağaçlar iki taraftan yolun üzerini kaplamıştı; sıcak bir Temmuz öğleden sonrası olmasına rağmen serin bir yol vardı önlerinde. Raskolnikov ve Dartanyan ilk kez gördükleri bu güzellikler karşısında büyülenmişlerdi; ikide bir durarak fotoğraf çekiniyorlardı.
Daha önce buraya defalarca gelmiş olan Aramis ise bir süre sonra sıkılmış, bir an önce kamp yerine ulaşmak için önden pedal basmaya devam ediyordu. Aramis haklıydı, güneşin batmasına çok da fazla zaman kalmamıştı.
Göl bir çok noktada karaya girinti yapmış, küçük koylar oluşturmuştu; Aramis onlardan bir tanesine, belki de en güzeline girerek “İşte kamp yapacağımız alan burası...” dedi. “Mükemmel bir seçim” diye düşündü Raskolnikov; bisikletlerinden indiler ve yine Dartanyan’la birlikte fotoğraf çekinmeye koyuldular...
“Geldiğimiz yolu hep birlikte bisikletlerle geri dönüp malzemeleri alıp geri buraya gelirsek çok fazla zaman kaybeder ve karanlığa kalırız” diye konuştu Aramis, “o yüzden ben tek başıma hızlıca geri dönüp arabayı buraya getireyim” diye devam etti, “siz de bu arada hazırlıkları yapın, en önemlisi çevreden bolca odun toplayın ve ateş yakın” diye ekledi ve bisikletine atlayıp geriye döndü. O gittikten sonra Raskolnikov ve Dartanyan bir süre daha fotoğraf çekmeye devam ettiler...
Ama Aramis’in dediği gibi güneş bir süre sonra batacak gibi duruyordu, ve büyük ihtimalle o batınca her yer karanlık olacaktı. “Ateş yakmamız lazım” diye kararlılıkla konuştu Raskolnikov, “ve bunun içinde çevreden bolca odun toplamamız gerekiyor”...
“Etrafın sık ağaçlarla kaplı olduğunu düşünürsek, bu çok da zor olmayacak” dedi Dartanyan, ve hemen işe koyuldular...
Ama yanılmışlardı. Bulundukları düz yolun hemen yan tarafındaki ağaçlar, oldukça eğimli bir arazideydi, ve ağaçlar hepsi gayet sağlıklı görünüyordu, uzunca bir süre ağaçların aralarında gezindiler, ama çok az ağaç dalı bulabiliyorlardı, sanki buralar daha önce temizlenmiş gibiydi; yerde buldukları ağaç dallarını çektiklerinde bir süre sonra toprağa gömülü, daha da kötüsü halen bir ağaca bağlı olduğunu görüyorlardı. Bulabildikleri kadarını topladılar; fakat yine de çok azdı; bununla ateş ancak bir saat kadar yanardı. Daha sonra Dartanyan biraz daha yukarı çıktı, ve ardından Raskolnikov’a seslendi; “Hemen buraya gel dostum”. Raskolnikov merakla tırmandı, yukardan bir orman yolu geçiyordu; burda gördükleri neredeyse gözlerini yaşartacaktı; yol boyunca yaklaşık 500 mt. mesafe boyunca üstüste istiflenmiş; her biri 1 mt. uzunluğunda ağaç parçaları... “Bu odunlarla bir yıl boyunca yanacak bir ateş yakabilirsin” diyerek hayretle birbirlerine baktılar... Değişik düşünceler geçti akıllarından, ama sonunda sağduyuları galip geldi. “Bunlara dokunamayız” dedi Raskolnikov, “başkalarının emeğini çalmış oluruz”. Çok geçmeden hemen ileride kendiliğinden kırılmış kalın bir ağaç dalı buldular. Bu onlara uzun süre yeterdi. Dalı kamp yerine götürdüler ve diğer topladıklarıyla birlikte nihayet ateşi yakmayı başardılar...
Bu sırada Raskolnikov’un içini, daha doğrusu beynini kımıl kımıl kemiren bir kurt vardı. İçindeki huzursuzluk zaman geçtikçe artıyordu. “Bazen nasıl da fazlasıyla iyimser ve saf olabiliyorum” diye düşündü. “Daha dün tanıştığım adama arabanın anahtarını verdim ve adam çekti gitti, ya bizi burda, telefonun bile çekmediği dağ başında kendi başımıza bırakıp arabayı da alıp giderse???...” Düşüncelerini daha fazla içinde tutamayacaktı:
“Yolda gelirken ekmek kırıntıları bırakmalıydık dostum...” diye sıkıntıyla konuştu. Saatin yavaş yavaş fazla geç olmaya başlamasıyla içten içe huzursuzlanmaya başlamış olan Dartanyan ona küçümseyerek cevap verdi:
“Şu anda o lanet olası kuşları düşünecek zaman değil” diye ters bir cevap verdi Raskolnikov’a.
“Kuşları falan düşünmüyorum” dedi Raskolnikov ve devam etti: “Hansel ve Gratel’i düşünüyorum. O iki velet bile bizden kat kat daha akıllıydı. Düşünsene dostum, onlar, onları dağa götüren adamın niyetini baştan anlamışlar ve dönüş için yola ekmek parçaları bırakmayı akıl etmişlerdi, bizse gülerek, fotoğraf çekinerek geldik buraya; adam kendi bisikletini ve arabanın anahtarını da alıp gitti ve bizi burda dağ başında bıraktı ve yanımızda yiyecek bir ekmek kırıntısı bile yok!”
Bir kaç saat önceki çocuksu mutluluklarından eser kalmamış, sinir yıpratıcı bir bekleyişe koyulmuşlardı. Hiç planda olmayan bir durum, bir anda bütün düşüncelerini tamamıyla değiştirmişti. “Bundan sonra ne olacak doğrusu çok merak ediyorum” diye içinden geçirdi Raskolnikov...
Kapıdan çıkacağı sırada eşiyle karşılaşmaktan korktu, ama kısa sürede bu korkusunun yersiz olduğunu anlamıştı, zira zaten eşi evde yoktu, bir kaç gün önce çocukları da alıp şehir dışına çıkmıştı ve bir süre daha dönmeyecekti.
“Bu işi gerçekleştirmek için bundan daha iyi bir zaman olamaz” diye düşündü Raskolnikov...
Sekiz kat aşağıya merdivenlerden inmek saçma olacağı için asansörle indi, burda Dartanyan ve Aramis’le buluştu. Dartanyan birlikte takıldığı, akla gelen fikirleri ilk birlikte uyguladıkları arkadaşıydı, bisiklet turlarının vazgeçilmez partneri... Bazen turlarda kulaklıklarını takıp etrafındakileri umursamaz bir havaya takınsa da, tekliflerini genelde hiç geri çevirmediği için severdi onu Raskolnikov... Aramis’le ise dün tanışmışlardı, Dartanyan’ın arkadaşıydı. Yapacakları iş konusunda oldukça tecrübe sahibiydi, o yüzden onu ekibe dahil etmişlerdi.
“Bir olayı, yeri ya da kişileri tanıtmak için uzun uzun tasvir etmekle, okuyucuyu sıkıntıdan boğmak arasında ince bir çizgi vardır” diye düşündü Raskolnikov, bu yüzden hemen hazırlıkları yapmaya koyuldular; gerekli eşyaları ve üç demir atı büyük beyaz ata yükleyerek yola koyuldular.

Çok geçmeden, oturdukları şehrin kuzeydoğusunda yer alan Şili’ye giden yola çıkmışlardı bile... Kızının küçükken oraya “Şila” dediğini hatırladı. Biraz sıkıntıyla karışık gülümsedi;
“Edebi açıdan hiç bana çekmemiş dostum, daha kelimeleri bile doğru dürüst telaffuz edemiyor...” Kızının küçükken köpeğe “töpet” dediğini hatırlamıştı...
Planlarını gerçekleştirecek olmanın verdiği mutluluk ve heyecanla hızla yol alıyorlardı, yol zaman zaman sağa, zaman zaman sola kıvrılıyor, bazen yukarıya, bazen aşağıya, bazen de ileriye düz olarak uzanıyordu; “Bir yoldan daha başka ne bekleyebilirsin dostum?” diye alaycı bir şekilde kendine sordu Raskolnikov... Çok geçmeden bir kavşağa geldiler, tabelalar sola dönülürse Şila’ya, kasabanın merkezine ve sahile gidileceğini gösteriyordu, düz gidilirse yol Aqua’da sonlanıyordu, sağa dönüşte ise gizli bir gölün varlığından bahsediliyordu... “Sağa dönüyoruz” dedi Aramis... Geldikleri yola nazaran daha dar bir yoldu bu, çok geçmeden bir köyden ve bir köprüden geçtiler, yol iyice bozulmuştu, daha sonra bir tepenin ardına döndüler ve ...

“Oh tanrım, birbirine zıt güzellikler yaratmak konusunda üstüne yok” diye düşündü Raskolnikov manzarayı seyrederken, 15 milyonluk büyük, kalabalık bir şehrin hemen yanıbaşında böyle sakin, cennetten bir köşe kimin aklına gelebilirdi?
Hemen orda durup üzerlerini değiştirip bisikletlerine atladılar. Buraya kadar kendilerini getiren beygir gücü yerine artık kendi güçlerini kullanacaklardı; istedikleri de buydu zaten, doğayla başbaşa, onunla içiçe ama zarar vermeden...

Toprak yol zorlu, ama bir o kadar da güzeldi, göl sağlarındaydı ama her zaman görüş alanı içindeydi, çoğu yerde ağaçlar iki taraftan yolun üzerini kaplamıştı; sıcak bir Temmuz öğleden sonrası olmasına rağmen serin bir yol vardı önlerinde. Raskolnikov ve Dartanyan ilk kez gördükleri bu güzellikler karşısında büyülenmişlerdi; ikide bir durarak fotoğraf çekiniyorlardı.


Daha önce buraya defalarca gelmiş olan Aramis ise bir süre sonra sıkılmış, bir an önce kamp yerine ulaşmak için önden pedal basmaya devam ediyordu. Aramis haklıydı, güneşin batmasına çok da fazla zaman kalmamıştı.

Göl bir çok noktada karaya girinti yapmış, küçük koylar oluşturmuştu; Aramis onlardan bir tanesine, belki de en güzeline girerek “İşte kamp yapacağımız alan burası...” dedi. “Mükemmel bir seçim” diye düşündü Raskolnikov; bisikletlerinden indiler ve yine Dartanyan’la birlikte fotoğraf çekinmeye koyuldular...

“Geldiğimiz yolu hep birlikte bisikletlerle geri dönüp malzemeleri alıp geri buraya gelirsek çok fazla zaman kaybeder ve karanlığa kalırız” diye konuştu Aramis, “o yüzden ben tek başıma hızlıca geri dönüp arabayı buraya getireyim” diye devam etti, “siz de bu arada hazırlıkları yapın, en önemlisi çevreden bolca odun toplayın ve ateş yakın” diye ekledi ve bisikletine atlayıp geriye döndü. O gittikten sonra Raskolnikov ve Dartanyan bir süre daha fotoğraf çekmeye devam ettiler...

Ama Aramis’in dediği gibi güneş bir süre sonra batacak gibi duruyordu, ve büyük ihtimalle o batınca her yer karanlık olacaktı. “Ateş yakmamız lazım” diye kararlılıkla konuştu Raskolnikov, “ve bunun içinde çevreden bolca odun toplamamız gerekiyor”...
“Etrafın sık ağaçlarla kaplı olduğunu düşünürsek, bu çok da zor olmayacak” dedi Dartanyan, ve hemen işe koyuldular...
Ama yanılmışlardı. Bulundukları düz yolun hemen yan tarafındaki ağaçlar, oldukça eğimli bir arazideydi, ve ağaçlar hepsi gayet sağlıklı görünüyordu, uzunca bir süre ağaçların aralarında gezindiler, ama çok az ağaç dalı bulabiliyorlardı, sanki buralar daha önce temizlenmiş gibiydi; yerde buldukları ağaç dallarını çektiklerinde bir süre sonra toprağa gömülü, daha da kötüsü halen bir ağaca bağlı olduğunu görüyorlardı. Bulabildikleri kadarını topladılar; fakat yine de çok azdı; bununla ateş ancak bir saat kadar yanardı. Daha sonra Dartanyan biraz daha yukarı çıktı, ve ardından Raskolnikov’a seslendi; “Hemen buraya gel dostum”. Raskolnikov merakla tırmandı, yukardan bir orman yolu geçiyordu; burda gördükleri neredeyse gözlerini yaşartacaktı; yol boyunca yaklaşık 500 mt. mesafe boyunca üstüste istiflenmiş; her biri 1 mt. uzunluğunda ağaç parçaları... “Bu odunlarla bir yıl boyunca yanacak bir ateş yakabilirsin” diyerek hayretle birbirlerine baktılar... Değişik düşünceler geçti akıllarından, ama sonunda sağduyuları galip geldi. “Bunlara dokunamayız” dedi Raskolnikov, “başkalarının emeğini çalmış oluruz”. Çok geçmeden hemen ileride kendiliğinden kırılmış kalın bir ağaç dalı buldular. Bu onlara uzun süre yeterdi. Dalı kamp yerine götürdüler ve diğer topladıklarıyla birlikte nihayet ateşi yakmayı başardılar...

Bu sırada Raskolnikov’un içini, daha doğrusu beynini kımıl kımıl kemiren bir kurt vardı. İçindeki huzursuzluk zaman geçtikçe artıyordu. “Bazen nasıl da fazlasıyla iyimser ve saf olabiliyorum” diye düşündü. “Daha dün tanıştığım adama arabanın anahtarını verdim ve adam çekti gitti, ya bizi burda, telefonun bile çekmediği dağ başında kendi başımıza bırakıp arabayı da alıp giderse???...” Düşüncelerini daha fazla içinde tutamayacaktı:
“Yolda gelirken ekmek kırıntıları bırakmalıydık dostum...” diye sıkıntıyla konuştu. Saatin yavaş yavaş fazla geç olmaya başlamasıyla içten içe huzursuzlanmaya başlamış olan Dartanyan ona küçümseyerek cevap verdi:
“Şu anda o lanet olası kuşları düşünecek zaman değil” diye ters bir cevap verdi Raskolnikov’a.
“Kuşları falan düşünmüyorum” dedi Raskolnikov ve devam etti: “Hansel ve Gratel’i düşünüyorum. O iki velet bile bizden kat kat daha akıllıydı. Düşünsene dostum, onlar, onları dağa götüren adamın niyetini baştan anlamışlar ve dönüş için yola ekmek parçaları bırakmayı akıl etmişlerdi, bizse gülerek, fotoğraf çekinerek geldik buraya; adam kendi bisikletini ve arabanın anahtarını da alıp gitti ve bizi burda dağ başında bıraktı ve yanımızda yiyecek bir ekmek kırıntısı bile yok!”
Bir kaç saat önceki çocuksu mutluluklarından eser kalmamış, sinir yıpratıcı bir bekleyişe koyulmuşlardı. Hiç planda olmayan bir durum, bir anda bütün düşüncelerini tamamıyla değiştirmişti. “Bundan sonra ne olacak doğrusu çok merak ediyorum” diye içinden geçirdi Raskolnikov...