Derya AKYILDIZ
Forum Bağımlısı
- Kayıt
- 17 Ocak 2006
- Mesaj
- 1.532
- Tepki
- 1.634
- Şehir
- Ataşehir
Sevgili arkadaşlar çok uzun belki ama lütfen sonuna kadar okuyun
zaten başlayınca pek bırakamıyorsunuz..
"Sağa çektim, bekliyorum."
Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktır.
Biyolojik ve genetik faktörlerin yanısıra, özellikle eğitimde tutarsızlık,
verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar
ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden
tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu.
Bu delikanlı o noktaya gelene dek neler yaşamıştı kim bilir?
"Ben iyiyim doktor ağabey, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim,
bekliyorum." Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde.
Onsekiz yaşındaydı.
Şizofreni hastasıydı.
Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi
boş bir bakış yer değiştiriyordu.
Çocuk gibiydi tavırları.
Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz,
saf dünyasına dönmüştü sanki.
Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı.
Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı.
Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi.
İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine birseyler konuşup gülüyordu.
Ama, gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü
tekrarlayıp duruyordu:
"İyiyim ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum."
Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı.
Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim
işte, sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke
dolu bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı.
Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.
Babasının -asabi- olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak
şeylere sinirlendiğini, -aslında iyi bir insan- olduğunu zamanla
annesinden öğrenmişti. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem
babası -Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için
yoruluyorum- demiyor muydu?
Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi
nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki?
Bazen -aslan oğlum, akıllı oğlum- derdi babası kendisine, bazen de -salak,
haylaz!- Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini
kemiriyordu.
Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki?
Annesi, babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı.
Devamlı peşinde dolaşır, -Hasta olacaksın- der, başka şey demezdi. Bu
aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve
dövmüyordu ya; yetebilirdi bu.
Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama, olsundu.
Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira.
Ama hayır; maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu.
Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani.
Annesinin hoşlanmadığı birsey yaptığında -Seni doğuracağıma taş
doğursaydım- sözünü sık duydu.
Bir gün dayanamayıp -Acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz?-
sorusunu sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle -Saçmalama salak!- diye
bağırdı. Bu cevap acaba ne anlama geliyordu? Bazen annesiyle babası kavga
ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir,
yanlarına gidince susarlardı.
Birşey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik
olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç.
Neden anlatmazlardı ki?
Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi
daha mı iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık.
Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi.
Anne baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi
çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek
hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle
davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik?
Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu.
Anne-babasının evde -kel toş- dedikleri komşu evlerine misafir olduğu bir
gün ona -kel toş- diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası
çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye
öyle diyorlardı o zaman?
Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu. "Yine mi o gıcık tipler
geliyor? / Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz?" "O Ayten de çok
saçmalıyor canım / Haklısın Aytenciğim, naaparsın?" "Keşke evde yok
deseydin oğlum / İnanın çok özlemiştik."
Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun
kuralı acaba neydi?
İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle
karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi
olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık
suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi.
Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka.
"Gelecek sizin elinizde / Siz haylazsınız!" "Okuyup büyük adam olacaksınız
/ Adam olmazsınız siz!" "Bu ülkenin umudu sizlerde / Sizi her gün dövmek
lazım!" "Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı / Aptallar!"
Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk'ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve
hep-beden eğitimi dersinde bile. "En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet
yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur"
diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, Atatürk mü?" diye
sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Böyle saçma soruları bir daha sorma;
fena olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu
dünya. Nasıl korunacaktı?
İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir
arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını
kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta
ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında
öğretmeni yanlarına yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu" diye
fısıldadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini
deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz?
Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca, kafası
iyice karıştı. Bir gün birisi "Bunlar kamera şakasıydı" diyecek diye
bekliyordu. Ama ya değilse?
Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi
kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse.
Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun! Çok
konuşmayın bakayım!" derdi. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval
bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet
geri kaldı!" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı.
Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten
genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla
konuşmasına, annesi "Hâlâ çocuk gibisin" diye tepki gösteriyordu.
Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği
bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı.
Kimse de, ne olup bittiğini ona doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip
sustular. "Kızların şeyi var mı?" sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla
başbaşa verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir
yığın şeyi düzeltmesi yıllarını alacaktı.
Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için
arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu
alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders
aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile
denilebilirdi. Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden
böyleydi ki?
Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza "Seni seviyorum" demek geldi içinden.
Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet etti.
Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için
kızın yanına gitti, özür diledi ve "Tamam, seni sevmiyorum" dedi. Ama kız
buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı
neler olup bittiğini. Su kızlar da garipti doğrusu.
Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli ağabeylerle
gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde
gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. "Üf ağabey, şu kıza bak,
çok güzel." "Hakikaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna."
"Yok ağabey şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali ağabey?"
Değildi maalesef. "Daha hoş" deyip laf attığı kız, Ali abisinin
kızkardeşiydi. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak
iyiydi, sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim
gibi birilerinin ablası yahut kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına
kim nerede laf atıyordu?
İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu.
Çok fazla kızla çıkmak makbuldü arkadaş çevresinde. Popüler bir
delikanlının fazla kız arkadaşı olmalıydı. Ama kızların erkeklerle fazla
çıkmaları iyi değildi, "kaşar" damgası yerlerdi. Peki o zaman erkekler
kiminle çıkacaktı ki? Meselâ kendisinin kız arkadaşlarıyla gezmesi anne
babasının hoşuna gitmişti. Ama ablasının bir erkekle çıkması evdekilerin
en büyük korkusu idi. Kendisine bir kız telefon edince "aslan oğlum" diyen
bakışlar gezinirdi üzerinde. Ama ablasını bir erkek ararsa evde kıyamet
kopardı.
"Bu tutarsızlıklar beni deli edecek" diyordu içinden. Sonunu hissetmişti
sanki. Kur'ân okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu
öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur'ân okumazlardı, ama "Okumak
lazım, iyidir" derlerdi. "Okumak lazım, iyidir" derler, ama okumazlardı.
Normaldi artık bu çelişkiler; pek üstünde durmadı. O okudu, etkilendi.
Namaza başladı. Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız
arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi,
sohbetlere gitti. Bir gün anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O
akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu
anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü; ancak bir
problem varsa konuşurdu. Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı:
"Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara, pavyona da git.
Kur'ân da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa." "Nerede yazıyor
bu denge baba?" diye sordu. Babası sinirlenip "İşte burada yazıyor" dedi
ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı. Ağlamıyordu
artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama direnci zayıflamıştı.
Kur'ân'ı da, namazı da bıraktı.
Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu.
Spiker 'Sok, Sok! Şu rezilliğe bakın!' diye ekranı inletirken bir yandan
da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Babası da hem onları
seyreder, hem de "Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak; şunların
yaptıklarına bakın" derdi. Hüseyin "Baba, başka kanala geçelim" deyince
de, "Biraz bakalım canım, meraktan izliyorum zaten, neler olup bitiyor
bilmek lazım" diye cevap verirdi. Babasının bakışlarında merak
denilemeyecek garip bir pırıltı olurdu oysa. Hüseyin farkındaydı bunun.
Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini
öğrendi; nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki
köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi; özellikle dış
politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok
hayır, biz en üstündük. Sadece, biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en
akıllı bizdik. Bu millet adam olmazdı. Biz Batılıları seviyorduk, ama
onlar bizi
sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar
gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de.
Hele Yunanlılar bize iyice düşmandılar. Biz de onlardan nefret ederdik.
Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen bizden
korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden
korkuyorlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk onların.
Korkmasinlardı bizden.
Araplar ise zaten oldum olası bizi sevmezlerdi. Biz de onları hiç
sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, hep
iyilik yapmış değil miydik? Oysa onlar bize hep kötülük yapmak
istiyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı.
Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından
çıkmamaya başladı.
Hayallerle avundu. Hayallerinde herşey netti, kontrolü altındaydı. En
iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı
ki?
Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere başvurdu.
Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu yere alınmadı. Babası öfkelendi. "Bu
torpil yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu
yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil.
Ama, biz yapınca iyi oluyordu.
İşyerinde bir kıza âşık oldu. Tutunacak bir dal arıyordu bu çalkantılar
arasında. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir
değnek değmişçesine değişecekti. O da Hüseyin'i sevecekti mutlaka, hatta
seviyordu galiba. Zaten geçen gün işyerinde sudan bir sebepten bağırmıştı
ona; tıpkı küçükken annesinin yaptığı gibi. Seviyordu kesin, ama tutucu
bir aileden geldiği için bunu pek belli etmiyordu. Özellikle sessiz,
mazbut bir kız oluşundan hoşlanmıştı onun.
Ama yaz gelince son hayal kırıklığını yaşadı. Sevdiği kız bazen kısacık
etekler giyiyordu. Otururken de, görünmesin diye eteğini habire
çekiştiriyordu. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyse rahat ederdi.
Dayanamayıp bunu söyledi bir gün. Kız utançla karışık gülümsedi, ama
giyimini değiştirmedi. Sonra bir gün onun yazın plajda bikiniyle dolaşıp
erkek arkadaşlarıyla denize girdiğini öğrendi. "Nasıl yani???"
Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında
kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu
insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte
standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve
huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne
gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden,
hayat yolculuğunda sağa çekmişti. Bekliyordu.
"Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor ağabey, çok iyiyim ben. Sağa
çektim, bekliyorum."
Dr. YUSUF KARAÇAY
zaten başlayınca pek bırakamıyorsunuz..
"Sağa çektim, bekliyorum."
Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktır.
Biyolojik ve genetik faktörlerin yanısıra, özellikle eğitimde tutarsızlık,
verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar
ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden
tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu.
Bu delikanlı o noktaya gelene dek neler yaşamıştı kim bilir?
"Ben iyiyim doktor ağabey, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim,
bekliyorum." Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde.
Onsekiz yaşındaydı.
Şizofreni hastasıydı.
Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi
boş bir bakış yer değiştiriyordu.
Çocuk gibiydi tavırları.
Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz,
saf dünyasına dönmüştü sanki.
Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı.
Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı.
Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi.
İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine birseyler konuşup gülüyordu.
Ama, gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü
tekrarlayıp duruyordu:
"İyiyim ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum."
Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı.
Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim
işte, sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke
dolu bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı.
Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.
Babasının -asabi- olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak
şeylere sinirlendiğini, -aslında iyi bir insan- olduğunu zamanla
annesinden öğrenmişti. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem
babası -Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için
yoruluyorum- demiyor muydu?
Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi
nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki?
Bazen -aslan oğlum, akıllı oğlum- derdi babası kendisine, bazen de -salak,
haylaz!- Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini
kemiriyordu.
Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki?
Annesi, babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı.
Devamlı peşinde dolaşır, -Hasta olacaksın- der, başka şey demezdi. Bu
aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve
dövmüyordu ya; yetebilirdi bu.
Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama, olsundu.
Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira.
Ama hayır; maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu.
Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani.
Annesinin hoşlanmadığı birsey yaptığında -Seni doğuracağıma taş
doğursaydım- sözünü sık duydu.
Bir gün dayanamayıp -Acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz?-
sorusunu sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle -Saçmalama salak!- diye
bağırdı. Bu cevap acaba ne anlama geliyordu? Bazen annesiyle babası kavga
ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir,
yanlarına gidince susarlardı.
Birşey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik
olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç.
Neden anlatmazlardı ki?
Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi
daha mı iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık.
Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi.
Anne baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi
çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek
hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle
davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik?
Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu.
Anne-babasının evde -kel toş- dedikleri komşu evlerine misafir olduğu bir
gün ona -kel toş- diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası
çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye
öyle diyorlardı o zaman?
Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu. "Yine mi o gıcık tipler
geliyor? / Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz?" "O Ayten de çok
saçmalıyor canım / Haklısın Aytenciğim, naaparsın?" "Keşke evde yok
deseydin oğlum / İnanın çok özlemiştik."
Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun
kuralı acaba neydi?
İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle
karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi
olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık
suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi.
Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka.
"Gelecek sizin elinizde / Siz haylazsınız!" "Okuyup büyük adam olacaksınız
/ Adam olmazsınız siz!" "Bu ülkenin umudu sizlerde / Sizi her gün dövmek
lazım!" "Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı / Aptallar!"
Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk'ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve
hep-beden eğitimi dersinde bile. "En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet
yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur"
diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, Atatürk mü?" diye
sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Böyle saçma soruları bir daha sorma;
fena olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu
dünya. Nasıl korunacaktı?
İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir
arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını
kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta
ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında
öğretmeni yanlarına yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu" diye
fısıldadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini
deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz?
Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca, kafası
iyice karıştı. Bir gün birisi "Bunlar kamera şakasıydı" diyecek diye
bekliyordu. Ama ya değilse?
Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi
kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse.
Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun! Çok
konuşmayın bakayım!" derdi. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval
bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet
geri kaldı!" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı.
Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten
genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla
konuşmasına, annesi "Hâlâ çocuk gibisin" diye tepki gösteriyordu.
Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği
bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı.
Kimse de, ne olup bittiğini ona doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip
sustular. "Kızların şeyi var mı?" sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla
başbaşa verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir
yığın şeyi düzeltmesi yıllarını alacaktı.
Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için
arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu
alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders
aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile
denilebilirdi. Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden
böyleydi ki?
Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza "Seni seviyorum" demek geldi içinden.
Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet etti.
Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için
kızın yanına gitti, özür diledi ve "Tamam, seni sevmiyorum" dedi. Ama kız
buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı
neler olup bittiğini. Su kızlar da garipti doğrusu.
Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli ağabeylerle
gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde
gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. "Üf ağabey, şu kıza bak,
çok güzel." "Hakikaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna."
"Yok ağabey şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali ağabey?"
Değildi maalesef. "Daha hoş" deyip laf attığı kız, Ali abisinin
kızkardeşiydi. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak
iyiydi, sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim
gibi birilerinin ablası yahut kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına
kim nerede laf atıyordu?
İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu.
Çok fazla kızla çıkmak makbuldü arkadaş çevresinde. Popüler bir
delikanlının fazla kız arkadaşı olmalıydı. Ama kızların erkeklerle fazla
çıkmaları iyi değildi, "kaşar" damgası yerlerdi. Peki o zaman erkekler
kiminle çıkacaktı ki? Meselâ kendisinin kız arkadaşlarıyla gezmesi anne
babasının hoşuna gitmişti. Ama ablasının bir erkekle çıkması evdekilerin
en büyük korkusu idi. Kendisine bir kız telefon edince "aslan oğlum" diyen
bakışlar gezinirdi üzerinde. Ama ablasını bir erkek ararsa evde kıyamet
kopardı.
"Bu tutarsızlıklar beni deli edecek" diyordu içinden. Sonunu hissetmişti
sanki. Kur'ân okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu
öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur'ân okumazlardı, ama "Okumak
lazım, iyidir" derlerdi. "Okumak lazım, iyidir" derler, ama okumazlardı.
Normaldi artık bu çelişkiler; pek üstünde durmadı. O okudu, etkilendi.
Namaza başladı. Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız
arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi,
sohbetlere gitti. Bir gün anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O
akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu
anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü; ancak bir
problem varsa konuşurdu. Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı:
"Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara, pavyona da git.
Kur'ân da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa." "Nerede yazıyor
bu denge baba?" diye sordu. Babası sinirlenip "İşte burada yazıyor" dedi
ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı. Ağlamıyordu
artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama direnci zayıflamıştı.
Kur'ân'ı da, namazı da bıraktı.
Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu.
Spiker 'Sok, Sok! Şu rezilliğe bakın!' diye ekranı inletirken bir yandan
da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Babası da hem onları
seyreder, hem de "Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak; şunların
yaptıklarına bakın" derdi. Hüseyin "Baba, başka kanala geçelim" deyince
de, "Biraz bakalım canım, meraktan izliyorum zaten, neler olup bitiyor
bilmek lazım" diye cevap verirdi. Babasının bakışlarında merak
denilemeyecek garip bir pırıltı olurdu oysa. Hüseyin farkındaydı bunun.
Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini
öğrendi; nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki
köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi; özellikle dış
politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok
hayır, biz en üstündük. Sadece, biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en
akıllı bizdik. Bu millet adam olmazdı. Biz Batılıları seviyorduk, ama
onlar bizi
sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar
gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de.
Hele Yunanlılar bize iyice düşmandılar. Biz de onlardan nefret ederdik.
Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen bizden
korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden
korkuyorlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk onların.
Korkmasinlardı bizden.
Araplar ise zaten oldum olası bizi sevmezlerdi. Biz de onları hiç
sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, hep
iyilik yapmış değil miydik? Oysa onlar bize hep kötülük yapmak
istiyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı.
Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından
çıkmamaya başladı.
Hayallerle avundu. Hayallerinde herşey netti, kontrolü altındaydı. En
iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı
ki?
Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere başvurdu.
Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu yere alınmadı. Babası öfkelendi. "Bu
torpil yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu
yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil.
Ama, biz yapınca iyi oluyordu.
İşyerinde bir kıza âşık oldu. Tutunacak bir dal arıyordu bu çalkantılar
arasında. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir
değnek değmişçesine değişecekti. O da Hüseyin'i sevecekti mutlaka, hatta
seviyordu galiba. Zaten geçen gün işyerinde sudan bir sebepten bağırmıştı
ona; tıpkı küçükken annesinin yaptığı gibi. Seviyordu kesin, ama tutucu
bir aileden geldiği için bunu pek belli etmiyordu. Özellikle sessiz,
mazbut bir kız oluşundan hoşlanmıştı onun.
Ama yaz gelince son hayal kırıklığını yaşadı. Sevdiği kız bazen kısacık
etekler giyiyordu. Otururken de, görünmesin diye eteğini habire
çekiştiriyordu. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyse rahat ederdi.
Dayanamayıp bunu söyledi bir gün. Kız utançla karışık gülümsedi, ama
giyimini değiştirmedi. Sonra bir gün onun yazın plajda bikiniyle dolaşıp
erkek arkadaşlarıyla denize girdiğini öğrendi. "Nasıl yani???"
Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında
kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu
insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte
standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve
huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne
gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden,
hayat yolculuğunda sağa çekmişti. Bekliyordu.
"Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor ağabey, çok iyiyim ben. Sağa
çektim, bekliyorum."
Dr. YUSUF KARAÇAY