Borntobewild
Aktif Üye
- Kayıt
- 23 Nisan 2014
- Mesaj
- 129
- Tepki
- 681
- Şehir
- İzmir
- Bisiklet
- b'Twin
Elazığ çevresinde yaşayan bir tarihî ve o tarihi ayakta tutan kültürü araştırmak, incelemek benim için zevkli bir uğraş oldu. Her gittiğim köyden geçmişe ait birçok anı dinledim ve bu anıları özenle not edip, toplamaya çalıştım. Köyleri bir bir gezerek, ortada bulunan kültür varlıklarımızı görmek ve tanımak, daha da ötede bunları paylaşmak bana büyük bir zevk verdi. Hele ki bu yolculuk bir bisiklet ile olunca tadı ayrı bir güzel oldu.
Fırat Üniversitesinin para politikasın bir kurbanı olarak yaz okuluna kalacağım netleşince, kafamda deli planlarda dönmeye başlamıştı. Tüm yaz boyunca Elazığ’da olmam benim için bir fırsattı ve ben bu fırsatı hiçte boşa harcamayı düşünmüyordum. Yukarı Fırat’ı tam anlamıyla gezecek, tarihi yerleri fotoğraflayacak ve buradan eli boş dönmeyecektim.
İlk durağım şu sözü duymam ile belli olmuştu.
“Türkiye mi daha büyük Palu mu ?”
Ne kadar iddialı bir sözdü bu. Bu söz boşuna söylenmemiş olsa gerek değil mi? Vardır bunun altında bir sır diyerek, uzunca bir araştırmadan sonra Palu yollarına düştüm.
Osmanlı döneminde doğunun sancağı olan Palu, kadim şehir sıfatını gerçekten hak ediyor. Zamanında Murat Nehri kıyısına kurulmuş olan bu şehir doğal güzelliği ile dikkatimi çekti. Neredeyse Elazığ’dan daha yeşil ve daha sulaktı.
Dinlenmek için köy kahvesine oturarak aklımda ki soruyu muhabbet potansiyeli yüksek bir dedeye yanaşarak sordum.
“Türkiye mi daha büyük Palu mu?” nereden geliyor dedeciğim ?
Dede:
Bak oğlum bu diyarlar Cumhuriyet döneminde çok göç verdi. Bir çoğu İstanbul’a yerleşti bir çoğu da Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Bu göç edenler zaman içerisinde Türkiye’nin ve Avrupa’nın dört bir yanına dağıldılar. Artık o kadar fazlayız ki her şehirde, ilçede, mahallede Palulu olan birisine denk gelebiliyorsun. Şimdi soruyorum sana “Türkiye’nin dört bir yanında olduğumuza göre, Türkiye mi daha büyük Palu mu?”
Güzel bir muhabbetten sonra Tarihi Palu Köprüsüne doğru yola koyuldum. Çıplak dağlarla çevrili olan Palu, Murat Nehrinin elleriyle bir cennet bahçesine benzemiş desem abartmam herhalde. Gerçekten de ortasından su akan, yeşil ağaçlarla etrafı sarılmış bir yer görmem doğuda alışık olmadığım bir durumdu. Bundan önce Halfeti için bu duyguları hissetmiştim. Şimdi ise yanı başımda ki bir yer için. Her köşebaşında bir su akıntısı olduğundan hiç su problemi de yaşamadım. Hatta susuz kalsaydım bile Palu’nun berrak suyunu içmekte tereddüt etmezdim. Bu güzel atmosfer içerisinde yol alırken tarihi Palu Köprüsü kendini gösterdi. Artık restorasyondan sonra tarihi bir yanı kalmamış ama..
Zamanında Güney – Kuzey bağlantısını sağlayan tek ulaşım ve geçiş yeriymiş. Hatta tarihi kaynaklara İstanbul’u Bağdat’a bağlayan köprü olarak geçmiş. Yakın zamanda da restore ettirilmiş.
En eski Palu Köprüsü fotoğrafı.
https://uzaklarayolculuk.files.wordpress.com/2015/08/eyecatcher_palu_gamurdj_02.jpg
Palu’nun varoluş kayağı olan Murat Nehri, bu toprakların ne kadar değerli olduğunu bir kez daha gösterdi bana. Bu coğrafyanın neredeyse hepsi çorak. Ve bu çoraklık içerisinde hiç durmadan akan bir nehir. Kim sahip olmak istemez ki ?
Evliya Çelebi Seyahatname’de; ‘Orada kayalar arasında bir nehir akar. Sanki abu hayat (Hayat Suyu) gibidir’ diyerek bahsetmiş Murat Nehri’nden.
Palu’nun doğal güzelliklerini ve Murat Nehrinin ihtişamını izlerken zaman çok çabuk geçiyor. Güneş arkasında turuncu bir renk bırakarak batıyordu. Güzel bir hava, tatlı bir sessizlik çöküyordu bu coğrafyaya..
Gece medresede yanında ki camide kaldım. Bu veletlerde medrese öğrencisi
Sabah ilk göreceğim yer kale eteğinde bulunan tarihi yapılardı. Ondan sonra zorlu bir yol karşılığında kendini gösterecek olan Palu Kalesiydi. Sarp bir kayalığın üzerine kurulmuş olan Palu Kalesini görecek olmam beni gerçekten heyecanlandırıyordu.
Hazırlıklarımı yapıp güneşin ilk ışıklarıyla yola koyuldum.
Önümde uzun, kurak bir patika yol var. Sırt çantamla birlikte bu zorlu yolda yürümeye başladım. Kalenin eteklerinde bulunan tarihi yapılar kendilerini göstermeye başlamıştı. Birbirlerine çok yakın olan bu tarihi yapıları görmeye başlayınca gerçekten içimde değişik bir heyecan oluştu.
İlk olarak Ermeni Kilisesi ile karşılaştım. Kilise tüm ihtişamıyla birlikte zamana ve insanlara karşı direnmiş gibiydi. Hâla da direniyor! Ne kadar tahrip edildiyse de mimarisi sayesinde ayakta durmayı başarmış.
Bu tarihi yerleri gördükçe durup, düşünüyorum. Acaba bu tarihi kilisenin içerisinde kimler ibadet etmişti ? Nasıl bir yaşantıya sahiptiler ? Hep meraktan bunlar!
Palu Kalesi eteğinde bulunan tarihi yapılar, Palu Kaymakamlığının “Tarih Palu’dur, Palu Tarih” adlı projesiyle restore edilmeye başlanmış. Umarım iyi bir restore işleminden geçip daha çok insanımızın buraları görmesi sağlanabilir.
Restorasyonuna başlanmış Ulu Cami.
Klasik bir Osmanlı hamamı olan Çarşıbaşı Hamamı.
Mihrabı tamamen yıkılmış olan Meydan Cami. (Küçük Cami)
Kale eteğinde bulunan bir diğer tarihi yapı ise Alacalı Mescit. Selçuklu-Osmanlı karışımı bir tarzda yapılan bu caminin diğer bir adı da Kanlı Mescitmiş. Rivayete göre inşaatın ustası, iskeleden düşüp öldüğü için bu ad verilmiş ve uzun zaman da burada namaz kılınmamış.
Kale eteklerinde yerleşim yeri varken fotoğrafı çekilmiş Alacalı Mescit.
Bu arada gezilerim sırasında bir çok cami ve mescit isminin “Alacalı” olduğunu gördüm. Bir kaynak kitapta okuduğuma göre “Alacalı” isminin konmasının sebebi siyah – beyaz kesme taşlardan yapılmış olmasıymış. Alacalı Mescit’in eski fotoğraftaki kubbesine bakarsanız siyah-beyaz kesme taşlardan yapıldığını görebilirsiniz.
Dükkanönü Cami
Tarihi yapıları inceledikten sonra gözümü yükseklere diktim. Güneşin sıcaklığı hafiften hissediliyordu. Dağın yamacında olduğumdan tatlı bir rüzgar sıcaklığa karşı beni koruyordu. Uzun bir köy yolu önümde uzanıyor ve beni çağırıyor. Bende bu davete icap edip yola koyuldum.
Evliya Çelebinin ifadesi ile ‘Göğe baş uzatmış bir kale’ olan Palu Kalesi, birçok medeniyetlere ev sahipliği yapmış. İki tarafı Murat Nehri ile çevrili ve bir tarafı da sarp kayalık olan bu kaleyi kim almak ister ki? Hatta Evliya Çelebi, Timur’un bu kaleyi gördüğünü ve zapt etmeyi bile denemeden geçip gittiğini yazmış.
Şu anda kale harap durumda diyebiliriz. Kaleye çıkacak herhangi bir düzgün yol yok. Ara sıra merdivenlere denk gelsem de hepsi dağılmış durumda. Birçok yer patika yoldan oluşuyor. Ama buna karşın Palu Kalesi’nde Urartu dönemine ait birçok eser günümüze kadar ulaşmış.
Urartu Kralı Menua tarafından yaptırılan taş kitabe kalede ki en önemli eser. İki bölümden oluşan bu taş yazıt Urartular’ın batı seferleri hakkında bilgi veriyor. Özellikle Van Kalesi’ndeki taş yazıtın tahrip olmasından dolayı okunamaması Palu yazıtını daha da önemli kılmış.
Kalede ki bir başka güzel ayrıntı ise tüneller. Bu tüneller savaş sırasında susuz kalmamak için Murat Nehri’ne kadar kazılmış.
Günün tamamı toz, toprak içerisinde tarihi yapıları ve kaleyi incelemekle geçti. Önüme sunulmuş bir fırsat var. Murat Nehri!
Yüzek mi?
Kaynak: (link)
Fırat Üniversitesinin para politikasın bir kurbanı olarak yaz okuluna kalacağım netleşince, kafamda deli planlarda dönmeye başlamıştı. Tüm yaz boyunca Elazığ’da olmam benim için bir fırsattı ve ben bu fırsatı hiçte boşa harcamayı düşünmüyordum. Yukarı Fırat’ı tam anlamıyla gezecek, tarihi yerleri fotoğraflayacak ve buradan eli boş dönmeyecektim.
İlk durağım şu sözü duymam ile belli olmuştu.
“Türkiye mi daha büyük Palu mu ?”
Ne kadar iddialı bir sözdü bu. Bu söz boşuna söylenmemiş olsa gerek değil mi? Vardır bunun altında bir sır diyerek, uzunca bir araştırmadan sonra Palu yollarına düştüm.
Osmanlı döneminde doğunun sancağı olan Palu, kadim şehir sıfatını gerçekten hak ediyor. Zamanında Murat Nehri kıyısına kurulmuş olan bu şehir doğal güzelliği ile dikkatimi çekti. Neredeyse Elazığ’dan daha yeşil ve daha sulaktı.
Dinlenmek için köy kahvesine oturarak aklımda ki soruyu muhabbet potansiyeli yüksek bir dedeye yanaşarak sordum.
“Türkiye mi daha büyük Palu mu?” nereden geliyor dedeciğim ?
Dede:
Bak oğlum bu diyarlar Cumhuriyet döneminde çok göç verdi. Bir çoğu İstanbul’a yerleşti bir çoğu da Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Bu göç edenler zaman içerisinde Türkiye’nin ve Avrupa’nın dört bir yanına dağıldılar. Artık o kadar fazlayız ki her şehirde, ilçede, mahallede Palulu olan birisine denk gelebiliyorsun. Şimdi soruyorum sana “Türkiye’nin dört bir yanında olduğumuza göre, Türkiye mi daha büyük Palu mu?”
Güzel bir muhabbetten sonra Tarihi Palu Köprüsüne doğru yola koyuldum. Çıplak dağlarla çevrili olan Palu, Murat Nehrinin elleriyle bir cennet bahçesine benzemiş desem abartmam herhalde. Gerçekten de ortasından su akan, yeşil ağaçlarla etrafı sarılmış bir yer görmem doğuda alışık olmadığım bir durumdu. Bundan önce Halfeti için bu duyguları hissetmiştim. Şimdi ise yanı başımda ki bir yer için. Her köşebaşında bir su akıntısı olduğundan hiç su problemi de yaşamadım. Hatta susuz kalsaydım bile Palu’nun berrak suyunu içmekte tereddüt etmezdim. Bu güzel atmosfer içerisinde yol alırken tarihi Palu Köprüsü kendini gösterdi. Artık restorasyondan sonra tarihi bir yanı kalmamış ama..
Zamanında Güney – Kuzey bağlantısını sağlayan tek ulaşım ve geçiş yeriymiş. Hatta tarihi kaynaklara İstanbul’u Bağdat’a bağlayan köprü olarak geçmiş. Yakın zamanda da restore ettirilmiş.
En eski Palu Köprüsü fotoğrafı.
https://uzaklarayolculuk.files.wordpress.com/2015/08/eyecatcher_palu_gamurdj_02.jpg
Palu’nun varoluş kayağı olan Murat Nehri, bu toprakların ne kadar değerli olduğunu bir kez daha gösterdi bana. Bu coğrafyanın neredeyse hepsi çorak. Ve bu çoraklık içerisinde hiç durmadan akan bir nehir. Kim sahip olmak istemez ki ?
Evliya Çelebi Seyahatname’de; ‘Orada kayalar arasında bir nehir akar. Sanki abu hayat (Hayat Suyu) gibidir’ diyerek bahsetmiş Murat Nehri’nden.
Palu’nun doğal güzelliklerini ve Murat Nehrinin ihtişamını izlerken zaman çok çabuk geçiyor. Güneş arkasında turuncu bir renk bırakarak batıyordu. Güzel bir hava, tatlı bir sessizlik çöküyordu bu coğrafyaya..
Gece medresede yanında ki camide kaldım. Bu veletlerde medrese öğrencisi
Sabah ilk göreceğim yer kale eteğinde bulunan tarihi yapılardı. Ondan sonra zorlu bir yol karşılığında kendini gösterecek olan Palu Kalesiydi. Sarp bir kayalığın üzerine kurulmuş olan Palu Kalesini görecek olmam beni gerçekten heyecanlandırıyordu.
Hazırlıklarımı yapıp güneşin ilk ışıklarıyla yola koyuldum.
Önümde uzun, kurak bir patika yol var. Sırt çantamla birlikte bu zorlu yolda yürümeye başladım. Kalenin eteklerinde bulunan tarihi yapılar kendilerini göstermeye başlamıştı. Birbirlerine çok yakın olan bu tarihi yapıları görmeye başlayınca gerçekten içimde değişik bir heyecan oluştu.
İlk olarak Ermeni Kilisesi ile karşılaştım. Kilise tüm ihtişamıyla birlikte zamana ve insanlara karşı direnmiş gibiydi. Hâla da direniyor! Ne kadar tahrip edildiyse de mimarisi sayesinde ayakta durmayı başarmış.
Bu tarihi yerleri gördükçe durup, düşünüyorum. Acaba bu tarihi kilisenin içerisinde kimler ibadet etmişti ? Nasıl bir yaşantıya sahiptiler ? Hep meraktan bunlar!
Palu Kalesi eteğinde bulunan tarihi yapılar, Palu Kaymakamlığının “Tarih Palu’dur, Palu Tarih” adlı projesiyle restore edilmeye başlanmış. Umarım iyi bir restore işleminden geçip daha çok insanımızın buraları görmesi sağlanabilir.
Restorasyonuna başlanmış Ulu Cami.
Klasik bir Osmanlı hamamı olan Çarşıbaşı Hamamı.
Mihrabı tamamen yıkılmış olan Meydan Cami. (Küçük Cami)
Kale eteğinde bulunan bir diğer tarihi yapı ise Alacalı Mescit. Selçuklu-Osmanlı karışımı bir tarzda yapılan bu caminin diğer bir adı da Kanlı Mescitmiş. Rivayete göre inşaatın ustası, iskeleden düşüp öldüğü için bu ad verilmiş ve uzun zaman da burada namaz kılınmamış.
Kale eteklerinde yerleşim yeri varken fotoğrafı çekilmiş Alacalı Mescit.
Bu arada gezilerim sırasında bir çok cami ve mescit isminin “Alacalı” olduğunu gördüm. Bir kaynak kitapta okuduğuma göre “Alacalı” isminin konmasının sebebi siyah – beyaz kesme taşlardan yapılmış olmasıymış. Alacalı Mescit’in eski fotoğraftaki kubbesine bakarsanız siyah-beyaz kesme taşlardan yapıldığını görebilirsiniz.
Dükkanönü Cami
Tarihi yapıları inceledikten sonra gözümü yükseklere diktim. Güneşin sıcaklığı hafiften hissediliyordu. Dağın yamacında olduğumdan tatlı bir rüzgar sıcaklığa karşı beni koruyordu. Uzun bir köy yolu önümde uzanıyor ve beni çağırıyor. Bende bu davete icap edip yola koyuldum.
Evliya Çelebinin ifadesi ile ‘Göğe baş uzatmış bir kale’ olan Palu Kalesi, birçok medeniyetlere ev sahipliği yapmış. İki tarafı Murat Nehri ile çevrili ve bir tarafı da sarp kayalık olan bu kaleyi kim almak ister ki? Hatta Evliya Çelebi, Timur’un bu kaleyi gördüğünü ve zapt etmeyi bile denemeden geçip gittiğini yazmış.
Şu anda kale harap durumda diyebiliriz. Kaleye çıkacak herhangi bir düzgün yol yok. Ara sıra merdivenlere denk gelsem de hepsi dağılmış durumda. Birçok yer patika yoldan oluşuyor. Ama buna karşın Palu Kalesi’nde Urartu dönemine ait birçok eser günümüze kadar ulaşmış.
Urartu Kralı Menua tarafından yaptırılan taş kitabe kalede ki en önemli eser. İki bölümden oluşan bu taş yazıt Urartular’ın batı seferleri hakkında bilgi veriyor. Özellikle Van Kalesi’ndeki taş yazıtın tahrip olmasından dolayı okunamaması Palu yazıtını daha da önemli kılmış.
Kalede ki bir başka güzel ayrıntı ise tüneller. Bu tüneller savaş sırasında susuz kalmamak için Murat Nehri’ne kadar kazılmış.
Günün tamamı toz, toprak içerisinde tarihi yapıları ve kaleyi incelemekle geçti. Önüme sunulmuş bir fırsat var. Murat Nehri!
Yüzek mi?
Kaynak: (link)