Kuzey Ege
Forum Bağımlısı
- Kayıt
- 30 Temmuz 2015
- Mesaj
- 3.596
- Tepki
- 10.276
- Şehir
- İstanbul
- İsim
- Murat Gökhan
- Başlangıç
- 1980—81
- Bisiklet
- Diğer
- Bisiklet türü
- Dağ bisikleti
40 yaşında, evli ve bir çocuk babasıyım. 20 yıldır yol bisikleti kullanıyorum. İstanbul'da yaşıyorum. Son zamanlarda soğumaya başladım bu şehirde bisiklet kullanmaktan. Her gün dibimde beliriveren otomobiller, çıldırmış gibi korna çalanlar, bakmadan önüme kıran halk otobüsleri, 5 santim farkla yanımdan geçenler, vızır vızır geçen motorsikletler, taksiler, kamyonlar... Bugün yine biriyle tartıştım, az kalsın giriyorduk birbirimize. ardından Eyüp-alibeyköy arasında az kalsın beyaz bir şahin altına alıyordu beni. Bu iki olay beni oldukça soğuttu. Sırf asfalttaki hızım trafiğin akış hızıyla yakın olsun ve seri olayım diyerek yol bisikleti kullanıyorum ve ortalamam 28-35 arası seyrediyor. Bu anlamda yaşıma göre fena olmadığımı düşünüyorum. Ancak artık nefes alamamaya başladım bu şehirde, lakin her araç klimasını çalıştırıyor ve bu egzost gazı salınımı ikiye katlıyor, otobüs minibüs gazları ise zaten cabası. Ve de yola bakmadan atlayan yayalar.
İstanbul'u seviyorum, tarihiyle, dokusuyla, çeşitliliğiyle. Ancak bisiklet kullanmanın verdiği keyif, yollarda uğraştığım sorunların ve yaşadığım korkuların artmasıyla geride kalmaya başladı. Evden her çıkışımda ailemde esen cenaze evi havası, oğlumun "baba, gitme" diye sarılması, aile babası olmayanın anlayabileceği duygular değil. Lakin arkadan bir aracın hızla yaklaştığını gördüğümde, gözümün önünde beliriveren oğlumun siması, o an boşanan soğuk ter ve aracın geçip gitmesiyle yaşadığım rahatlama. Ölüm korkusu değil bu. Ölüm yoksa ben varım, ölüm varsa ben yokum, bunu algılayabilecek felsefeye ve hayat görüşüne yeterince sahibim. Ancak bu felsefe, muhtemel bir kayıpta geride kalabilecek bir eş ve bir evlat söz konusu olduğunda farklı bir şekle dönüşüyor.
Kader inancım var. Yazgıya inanırım. Zaman bittiyse, zaten gelir bizi bulur neredeysek. Zaman tükenmiştir çünkü. Ne zaman ne olacağını biz bilemeyiz.
Forumda bazen Anadolu'da bir şehirde, kasabada yaşayan arkadaşlara denk geliyorum. Özeniyorum, ne güzel küçük yerde yaşamak. Evinden çıkıyorsun, 3-5 km sonra doğadasın, dağ yollarına, köy yollarına gir, tabiatla buluş, nefes al, arkana bakma, sür yeşilliklere, ormana. Bu maalesef İstanbul'da çok zor, hatta imkansız. Oralara ulaşmak için bile yoğun trafikli kavşaklardan, ana arterlerden geçmek zorundasın. Sırf çarpılmamak için performans sürücüsü modundayım. Nefes alarak, bakına bakına gezemiyorum.
Bugüne kadar farkındalık eylemlerinde, bisiklet yolları için düzenlenen forumlarda hep ön saflarda yer aldım. Çarşıda pazarda, sağda solda, vapurda durakta, meraklı gözlerle bakan herkesin yanına gittim, anlattım, özendirdim, çoğunu bisikletçi yaptım. Bundan büyük keyif aldım. Hala devam ediyorum. Ama işte riskli durumlarda yankılanan o ses, "baba"...
Bırakmayacağım tabii ki. Ancak artık yol bisikletimi satıp bir mtb almak, eşimle bisikletlerimizi arkasına atabileceğimiz bir araca sahip olarak hafta sonları sabah gün doğmadan çıkıp, Trakya tarafında, Şile tarafında belirleyeceğimiz köy yolu rotalarında (mümkünse toprak) 60-70 km pedallar atlar arabaya geri döneriz gibi planlarım var.
Maalesef artık böyle bakıyorum. Evet, ölürsem kaybedebilecek hiçbir şeyim yok. Ama babasını kaybedebilecek bir ailem var.
Sanırım ölüm korkusu böyle bir şey.
Saygı ve sevgilerimle...
İstanbul'u seviyorum, tarihiyle, dokusuyla, çeşitliliğiyle. Ancak bisiklet kullanmanın verdiği keyif, yollarda uğraştığım sorunların ve yaşadığım korkuların artmasıyla geride kalmaya başladı. Evden her çıkışımda ailemde esen cenaze evi havası, oğlumun "baba, gitme" diye sarılması, aile babası olmayanın anlayabileceği duygular değil. Lakin arkadan bir aracın hızla yaklaştığını gördüğümde, gözümün önünde beliriveren oğlumun siması, o an boşanan soğuk ter ve aracın geçip gitmesiyle yaşadığım rahatlama. Ölüm korkusu değil bu. Ölüm yoksa ben varım, ölüm varsa ben yokum, bunu algılayabilecek felsefeye ve hayat görüşüne yeterince sahibim. Ancak bu felsefe, muhtemel bir kayıpta geride kalabilecek bir eş ve bir evlat söz konusu olduğunda farklı bir şekle dönüşüyor.
Kader inancım var. Yazgıya inanırım. Zaman bittiyse, zaten gelir bizi bulur neredeysek. Zaman tükenmiştir çünkü. Ne zaman ne olacağını biz bilemeyiz.
Forumda bazen Anadolu'da bir şehirde, kasabada yaşayan arkadaşlara denk geliyorum. Özeniyorum, ne güzel küçük yerde yaşamak. Evinden çıkıyorsun, 3-5 km sonra doğadasın, dağ yollarına, köy yollarına gir, tabiatla buluş, nefes al, arkana bakma, sür yeşilliklere, ormana. Bu maalesef İstanbul'da çok zor, hatta imkansız. Oralara ulaşmak için bile yoğun trafikli kavşaklardan, ana arterlerden geçmek zorundasın. Sırf çarpılmamak için performans sürücüsü modundayım. Nefes alarak, bakına bakına gezemiyorum.
Bugüne kadar farkındalık eylemlerinde, bisiklet yolları için düzenlenen forumlarda hep ön saflarda yer aldım. Çarşıda pazarda, sağda solda, vapurda durakta, meraklı gözlerle bakan herkesin yanına gittim, anlattım, özendirdim, çoğunu bisikletçi yaptım. Bundan büyük keyif aldım. Hala devam ediyorum. Ama işte riskli durumlarda yankılanan o ses, "baba"...
Bırakmayacağım tabii ki. Ancak artık yol bisikletimi satıp bir mtb almak, eşimle bisikletlerimizi arkasına atabileceğimiz bir araca sahip olarak hafta sonları sabah gün doğmadan çıkıp, Trakya tarafında, Şile tarafında belirleyeceğimiz köy yolu rotalarında (mümkünse toprak) 60-70 km pedallar atlar arabaya geri döneriz gibi planlarım var.
Maalesef artık böyle bakıyorum. Evet, ölürsem kaybedebilecek hiçbir şeyim yok. Ama babasını kaybedebilecek bir ailem var.
Sanırım ölüm korkusu böyle bir şey.
Saygı ve sevgilerimle...