İstanbul-İzmir Turu Günlüğü (4. gün)

aysepr

Üye
Kayıt
1 Haziran 2005
Mesaj
34
Tepki
6
Şehir
İstanbul/ Maltepe
23 Haziran 2005 - 4. gün – Akliman - Küçükkuyu
Denizin dibinde harika bir sabah... Saatleri 5’e kurmuş olsak da beyler, yarım saat daha şekerleme yapmakta ısrarlı. Dün gece üşüdüğüm için bu sabah sesimin değiştiğini fark ediyorum. Başlangıçta kaygılansam da ilerleyen saatlerde ne kötü sesimden ne de üzerimdeki kırgınlıktan eser kalmıyor.

Jandarmalardan bir gün önce aldığımız domates, biber, ekmek ve poğaçalarla hafif bir kahvaltı yaptıktan sonra yola koyulduğumuzda saat 7’yi gösteriyor. Akliman’a inerken dar, taşlı bir patika izlemiştik. Bu kez kumsalı elimizde bisiklerlerle geçip, dik merdivenli beton bir yoldan ve çirkin yazlıkların arasından ana yola varıyoruz. Akliman ile Babakale arası yaklaşık 5 kilometre uzunluğunda, bol inişli-çıkışlı, solumuzda ağaçlar, sağımızda ise uçurum ve masmavi denizle gittiğimiz bir yol. Nihayet son dönemeçten de kıvrıldıktan sonra gördüğüm manzara karşısında “iyi ki de gelmişiz” diye düşünüyorum. Hani bazı kaleler vardır, insanlar “git, gör” derler, sen de inanıp o kadar yolu göze alıp gidersin ama tam bir hayal kırıklığı olur. Ortada sadece kırık dökük bir taş yığını görüp “bu muydu?” diye şaşırırsın. Yine benzer bir şey yaşayacağımı düşünüyordum ki korkumun yersiz olduğunu bu sahil köyüne yaklaşırken anladım.

FOTO 7: BABAKALE

Babakale, adından da anlaşılacağı üzere kıyısında kocaman bir kalesi bulunan, ağırlıklı olarak taş evlerden oluşmuş sakin bir köy. Erken bir saatte vardığımız için kalenin dibindeki 3-5 servis aracından başka ortalarda kimse görünmüyor. Bir süre sonra araçların arasından çıkan birine “Sanırım, rehberimiz sizsiniz” diye takılıyorum. Cevap içten: “Rehber değilim ama size kaleyi gezdireyim”. Kale, servisçilik yapan rehberimizin dediğine göre Osmanlı zamanında sürgün yeri olarak kullanılmış. Hemen arkasındaki bahçede zamanın sürgünleri, sarıklı taşların bulunduğu mezarlıkta muhteşem bir manzaraya bakarak yatıyorlar. Belki öldükten sonra yattığın yerin anlamı yok ama öteki dünyaya geçişte bundan daha güzel bir yer bulunamaz diye düşünüyorum. Başlarını Midilli’ye çevirmiş öyle sessizce uzanan bu mezarlar, ölüm ve yaşam üzerine kısa bir iç hesaplaşma yapmaya ve kaybettiklerimi düşünmeye sürüklüyor beni. Orada yatanların bu düşüncelerimi hissedip hissetmediklerini merak ederek kalenin köye bakan duvarına doğru ilerliyorum.

Köy, yaklaşık 110 hanenin yaşadığı, her zamanki gibi İstanbulluların da keşfedip birkaç güzel taş ev kondurdukları bir yer. Halkı balıkçılıkla uğraşıyor. Midilli Adası neredeyse yüzme mesafesinde… Kalede epey oyalanıyoruz. Bülent, “kabare otu” denen (Başka adları da vardır mutlaka. Marketlerde “capari turşusu” olarak satılır. Çocukluğumda biz kısaca “ot” derdik, toplayıp mahallemizdeki Bay Balon Amca’ya satıp, parasıyla da dönüşte karpuz aldığımız ottu bu) bitkinin çiçeklerinin ve kalenin bol bol resimlerini çekiyor. Eski günlerin anısına ben biraz “ot” toplayıp havaya savuruyorum... Bay Balon Amca, hala hayatta mısın?

FOTO 8: KABARE OTU

Babakala'den ayrılıp, gece konakladığımız Akliman’ın üstündeki ana yoldan geçrek tekrar Gülpınar Köyü’ne geliyoruz. Köy kahvesinde birşeyler atıştırdıktan sonra Assos’a doğru yola koyuluyoruz. Önce ağaçlıklı sonra da çorak, dönemeçli yollardan geçiyoruz. Ağaçların bittiği noktadan itibaren karşıdan esen rüzgar ve bir yandan da yokuş beni biraz zorluyor... Sırayla Bademli Köyü’nden ve ardından Koyunevi Köyü’nden geçiyoruz. Taş evlerin bulunduğu bu küçük sevimli köyler, insana “burada kal, buraya yerleş” dedirtecek kadar güzel. Bir sonraki Bektaş Köyü'nde ise bizi eskilerden kalma küçük taş kuyular ve eşekler karşılıyor. Az ilerideki Korubaşı Köyü’nde de minik bir taş atölyesi... Taş evler burada da tüm güzelliği ile insanı etkiliyor. Sanırım, ben böyle bir köyde yaşamak istiyorum :).

FOTO 9: YOLLARDAYIZ...

Köyün bitimindeki çeşmede mataralarımıza su doldururken civardakilerle konuşma fırsatı da buluyoruz. Genelde sorulan ilk soru: “Nereden geliyorsunuz?”. Cevabı verdikten sonraki cümle ise “Valla bravo, bisikletle mi geldiniz o kadar yolu?”. Başlangıçta, tüm bu sorulara cevap vermek keyifliydi ancak durduğumuz her yerde aynı sorular gelince ben sıkılmaya başladığımı hissediyorum. Çünkü soruların devamı da aynı: “Günde kaç kilometre yapıyorsunuz, yorulmadınız mı, gece nerde kalıyorsunuz, nasıl döneceksiniz vs. vs...”

Ve nihayet Behramkale’deyiz (Assos). Girişteki bakkalda sodalarımızı içtikten sonra Bülent’i beklemeye başlıyoruz. Fotoğrafının çekilmesinden hiç hoşlanmayan ama fotoğraf çekmek için her fırsatı kollayan Bülent, köylerin güzelliği karşısında sık sık durmak zorunda kalmış olacak ki en sonunda onu telefonla aramak zorunda kalıyoruz. Bülent de bize katıldıktan sonra kaleye çıkmaya karar veriyoruz. Tüm yokuşları inatla bisikletin üstünde bitirmeye kararlı Yasin, Behramkale’ye giden Arnavut kaldırımı yolu tırmanmaya başlamış bile… Bisikletine karşı takındığı “Elimde götürmücem işte seni, sen taşıyacaksın beni” tavrına turun sonuna kadar sadık kaldı. Hemen arkasından ben pedallara asılıyorum, gayet iyi çıkarken tam da birkaç kahvenin bulunduğu kalabalık bir bölgede, ön tekerliğin taşların arasına girmesiyle -spd’den de hemen kurtulamayınca- kendimi yerde buluyorum:). İşte böyle durumlarda duyarlı halkım hemen devreye girer. Başımı kaldırdığımda kahvedeki tüm adamların nasıl olup da bir saniyede dibimde bittiğine şaşıyorum. Biri ayağımı pedaldan çıkarmaya zorluyor, biri kolumu çekiyor, birileri, “eyvah kız düştü, yardım edin kıza” diye felaket tellallığı yapmakla meşgul. İşte en nefret ettiğim anlardan biri. Hayatım boyu çok düştüm, ciddi yaralar aldım ama bu “düşene yardım eli uzatma” meselesini bu kadar abartan bir toplum daha var mıdır, bilmem… Bir yandan “Lütfen, ben hallederim, bir şeyim yok, sadece ufak bir düşüş” diye kendimi paralarken bir yandan da “Bu kadar iyiliksever bir millet olmak zorunda mıyız?” diye düşünmeden edemiyorum...

Behramkale, turizm anlayışının abartıldığı, yol boyu bir sürü turistik eşyanın satıldığı, pahalı restaurant ve kafelerin olduğu tarihi bir mekan. 2’şer milyon verip gezdiğimiz bu eski yerleşim yerinden bakınca aşağısı muhteşem görünüyor. Bülent fotoğraf çekmeye dalıyor, Yasin’i bir ara kaybediyoruz. Bir süre sonra, elinde böğürtlene benzer meyvelerle geri dönüyor. Meğer açık müzeye girmeden önce bir dut ağacına dadanmış, bize de toplayıp getirmiş. Ne ekşi ne tatlılar ama lezzetleri harika. Böğürtlenle dut arası bir meyve..

FOTO 10a ve 10b: BEHRAMKALE ve DUT

Müzeyi gezdikten sonra tekrar bisikletlerimize binerek arkamızdan “Buradan bisikletle inilmez, düşçeniz” diye bağıran dedeye ve “Kızım, tarhana da alsana” diye yalvaran teyzeye -kendisini bir türlü bisikletle yol aldığımıza ikna edemedim- aldırmadan biraz aşağıdaki Kale Restorant'a iniyoruz. Mantısı meşhurdur dediler ama ben pek de hoşlanmadım, üstelik iyi de para bıraktık:). Dik bir inişten sonra harika bir denizin ve taş evlerin bulunduğu Assos’tayız. Henüz turizm sezonu açılmadığı için kalabalık değil. Yasin ve Bülent denize girmeye karar veriyor, ben de etrafa biraz göz atmak için dolaşırken soluğu minik bir lokantada alıyorum. Şişelerce zeytinyağının satıldığı, masalardan birinde ise tüm günlük gazetelerinin bulunduğu bu sevimli yer, bana çok iyi geliyor ve okumaya dalıyorum, meslek hastalığı:).

Şimdi, tek bir derdimiz var: inerken gözümüzde iyice büyüyen arnavut kaldırımlı yokuşu tırmanmak... Bir ara bisikletleri minibüse atmayı bile konuşuyoruz ama bisiklete her daim binme konusunda hepimiz kararlıyız. Yokuş bittikten sonra Behramkale’ye girerken mola verdiğimiz bakkalda duruyorum, hiç de gözümüzde büyüttüğümüz kadar değilmiş.

Bizi Küçükkuyu'ya taşıyan yol çok güzel. Artık hiç meyve ağacı yok ve eksikliği hissediliyor ama her iki taraf da zeytin ağaçlarıyla kaplanmış. Sağımızdaki zeytinliklerin bitiminde ise tertemiz bir deniz uzanıyor. Yol boyu hayırseverler tarafından yaptırılmış çeşmelerde elimizi yüzümüzü yıkayıp, kafamızı ıslıyoruz. Bu çeşmeleri yapanlara/yaptıranlara bir kez daha minnet duyuyorum.

FOTO 11: ÇEŞME BAŞINDA YASİN VE BEN

Anayol bağlantısına geldiğimizde Yasin’in tam olarak ne olduğunu anlayamadığımız işini halletmek için Küçükkuyu tarafına sapmak yerine sola dönerek Yeşilyurt Köyü'ne doğru ilerliyoruz. Birkaç km sonra sağdaki yokuşa giriyoruz. Ama ne yokuş! Yasin, köyün güzelliğinden, taş evlerinden bahsetmişti ama bu yokuştan hiç söz etmemişti. Yokuş boyunca Yasin’e söylendiğimi hatırlıyorum ta ki köyü göresiye kadar...Yeşilyurt, hayatımda gördüğüm en güzel modern köy. Belki de şöyle demeli, hayatımda gördüğüm ilk en güzel modern köy. Caddeleri tertemiz, tüm evleri taştan olan bu köyün köpekleri bile Bülent’in dediği gibi en iyi cinsten. Çoğunluğunu İstanbulluların ve yurtdışında yaşamış Türklerin yaptırdığı evlerden oluşan bu köyün meydanında çok eski bir cami ve köy kahvesi bulunmakta. Köyün girişinde bulunan ve büyük olasılıkla dekoratif amaçlı yapılan tulumbayı andıran çeşmede kafamı yıkarken bana bakan gözlerden anladım ki yanlış bir iş yapıyorum ama o yokuştan ve sıcaktan sonra gözüm bir şeyi görecek durumda değil. Hem köyün güzelliğine hem de insanların o evleri yaptıracak kadar zenginliği nerden bulduğuna şaşarak -bir yandan da sinir olarak- evlerin arasında dolaşıyoruz bir süre. İşimiz bittikten sonra ana yola çıkarak Küçükkuyu’ya doğru ilerliyoruz.

FOTO 12: YEŞİLYURT’TA BEN..

Başlangıçta Altınoluk’ta konaklamayı planlamıştık ancak Yasin’in Yeşilyurt’taki işi uzayınca geceyi Küçükkuyu’da geçirmeye karar veriyoruz. Bir süre sonra Bülent, sağdaki “Zeytinyağı Müzesi”ni gösteriyor ve 17'de kapandığını ekliyor. Saat 19'a gelmek üzere. Bu durum biraz canımı sıkılıyor açıkçası.

Küçükkuyu, halkın ağırlıklı olarak zeytinyağcılıkla uğraştığı zengin bir kıyı kasabası görünümünde. Merkezde, adını hatırlamadığım hoş bir restoranta girerek çipuralarımızı ısmarlıyoruz. Başta niyetimiz birer tane yemek ama her birimiz ikişer tane kocaman çipurayı, bol salata ile mideye indiriyoruz. Geçirdiğimiz en keyifli akşamlardan biri... Bunda harika bir akşam yemeğinin de etkisi olsa gerek. Herkes birbirine bu keyifli tur için teşekkür ederken, içimden “ben bunu her sene yaparım” diyorum... Balıkların verdiği enerji ile çadırımızı atacak bir yer aramaya koyuluyoruz, bulduğumuz bir kamp alanında çadır başına 15 milyon istenince sinirleniyoruz. Baktık ki bisikletlerin de gidesi var, bir süre pedallayıp bir zeytinliğin içine dalıp sahil'e geliyoruz. Biz tam hazırlıklara başlamışken uzun boylu bir adam yanıma gelerek “Burası pek de temkinli değil, gelin bizim bahçeye kurun çadırlarınızı” diyor. Evi, hemen dibimizdeki güzel bir yazlık. Sevinerek kabul ediyoruz. Bir süre sonra eşi yanımıza gelerek tuvaleti, suyu kullanabileceğimizi söylüyor ama duşu da kullanacağımı aklımın ucundan bile geçiremezdim. Duş almaya devam...

Bu yardımsever aile, bahçelerine kurdukları masaya bizi davet ediyor. Bir süre sonra çaylar ve yanında bol çikolatalı mozaik pasta bize ilaç gibi geliyor. Bülent, yol boyu çektiği fotoğrafları evin hanımına gösterirken Yasin de evin beyiyle zeytinyağı üzerine derin bir sohbete dalıyor. Söylediklerine göre Küçükkuyu’nun yerlilerindendiler ve oldukça geniş bir çevreleri var. Hatta balıkçıda yediğimiz zeytinler ve salatadaki zeytinyağı da onlara ait. Sohbet o kadar tatlı ki çadırlara girdiğimizde saat 12’yi geçiyor.

Hiç tanımadığın insanları bahçende konuk etmek, çaylarla ve tatlılarla ağırlamak ve üstüne bir de tadına doyulmaz sohbet sunmak... Bu insanların gönül yüceliği karşısında bir kez daha eğiliyorum…

Bu şirin kasabada kalıp, zeytinyağı işiyle uğraşan bir yerliyle evlenip çoluk çocuğa karışsam mı diye aklımdan geçirirken uykuya dalmışım...

4. günün sonu:
Toplam km: 75
Ortalama hız: 15.9
 
  • Beğen
Tepkiler: Murat CER
Scudo

Murat CER

Forum Bağımlısı
Kayıt
11 Ekim 2004
Mesaj
2.047
Tepki
1.134
ben daha çok kıskandım :D

dostum bülent abimden dinlerken ağzım sulanmıştı, bir de burada okuyunca ve fotoğrafları da görünce.....

tebrikler ve teşekkürler arkadaşlar...
 

Altu

Üye
Kayıt
30 Mart 2005
Mesaj
53
Tepki
11
Şehir
Eskişehir
tebrikler arkadaşlar..bir küçükkuyulu olarak çok ama çok kıskandım ve gaza geldim..Seneye aynı güzergahda tur düzenlerseniz kesinlikle bende gelicem..aha buraya yazıyorum..kaçış yok :)
 

çağatay_çankaya

Forum Bağımlısı
Kayıt
18 Eylül 2004
Mesaj
2.790
Tepki
789
Yaş
36
Şehir
İstanbul / Eyüp
Bisiklet
Sedona
tebrikler müthiş bir gezi olmuş..bende birgün uzun yola çıkmak istiyorum:(:(:(
 

greenelf

Üye
Kayıt
13 Temmuz 2005
Mesaj
1
Tepki
0
bu gezideki deneyimlerini paylaştığın için teşekkürler ,
bende ve bir arkadaşım daha seninkine çok benzer bir tur planlıyoruz ,
ağustos 15 te kısmetse bandırmadan bodruma kadar bir tur olacak ,
benim için iyi bu yazın bir kaynak oldu . tebrikler .
 

aysepr

Üye
Kayıt
1 Haziran 2005
Mesaj
34
Tepki
6
Şehir
İstanbul/ Maltepe
herkese selam,
mailleriniz için teşekkürler,
günlükler, tur yapacak arkadaşlara yardımcı olursa ne mutlu:)
ben müthiş keyif aldım ve her sene kullandığım iki haftalık iznin 1 haftasını tura ayırmaya karar verdim..
Hatta mümkün olsa da bir ömür boyu bisikletin tepesinde ülke ülke dolaşsam:)
ayağınızdan pedal eksik olmasın :)
ayse



 

ümit_levent

Forum Demirbaşı
Kayıt
4 Temmuz 2005
Mesaj
486
Tepki
414
Şehir
Antalya/ALANYA
ayşe tebrik ederim seni çok güzel bir tur yapmışsınız kıskanmadım dersem yalan olur inşallah seneye bende böyle bir tur yapmayı düşünüyorum ama ondan önce güzel bir bisiklet şart ondan sonra tur
seni ve arkadaşlarını tebrikederim ayaklarınıza saglık mı desem ne desem bilemiyorum