Zaman; 1950'lerin ilk yarısı, sonbaharın kışa döndüğü mevsim, akşam saatleri. Mekan; galiba Bursa - Karacabey arası... İsteyen başka bir yer olduğunu söyleyebilir. Gerçeklik derecesi; çocukken duymuştum. Palavraysa günahı benim değil.
Akşam, iki vasıtanın ancak yanyana geçebildiği Bursa - İzmir yoluna yavaşça çökmeye hazırlanıyordu. Yolcuların büyük bir kısmı Bursa'dan binmiş, daha sonra yoldan topladığı köylülerle tamamen yükünü almış Austin otobüs (bu o zamanın otobüsüydü, ancak şimdiki minibüsler kadardı) en ufak bir rampada bile ağlaya sızlaya Karacabey'e olan mesafeyi ortalamıştı. Sabahtan beri yağan ahmak ıslatan, hafiften kara dönmeye başlamıştı. Günün tek otobüsü olduğundan, şöför her gördüğü yolcuyu almış, otobüs tıklım tıkış olmuştu. Otobüsün içinde tavuklar, horozlar, insanlarla kucak kucağa otururken, otobüsün üstünde bulunan, minik bir merdivenle çıkılan bagajda neler yoktuki; otobüsün stepnesi, şöförün alet sandığı, köylülerin şehirden aldığı ıvır - zıvır, küfeler, aşağıda yolculuk eden bakkalın toptancıdan aldığı erzaklar, Bursa'ya satılmak için giden ancak şansı yaver giderek müşteri bulamayan bir koç, oraklar, yabalar, kazmalar ve konu mankeni olan Karacabey'de vefat edip adam gibi şehir tabutu ile gömülmeyi vasiyet eden meftanın, ertesi gün içinde son yolculuğuna uğurlanacağı bir tabut.
İşte bu tabut yüzünden otobüs şöförünün içini bir sıkıntı kaplamış, yolun başından beri ölümü ve öteki dünyayı düşünüp, dualar sıralıyordu. Esasında lanet herifin tekiydi ve normal şartlarda otobüs iyice dolduktan sonra, yolda bekleyen hiçbir yolcuyu almazdı. Ama bu akşamki psikolojisi değişikti ve nedense cehennem aklından çıkmıyordu. Zebaniler, ateş kuyuları, akşam sohbetlerinin en gözde konusu olan koca bir kazan, fokur fokur kaynayan katranın içinde 40 insanı barındırabilen, kafasını katrandan çıkarabilenlerin, zebanilerin elindeki kızgın gürzlerle eşek sudan gelinceye kadar köteklendikleri,içinde ölüm yerine ölümden kötü acılar olan bir kazan. Şimdi aklına bu kazan geldikçe ölümden korkuyordu. "Keşke" diyordu, "Bir - iki sevap işleyip hayır dua alsaydım. O celebin karısına hiç rastlamasaydım". Dudaklarını ısırıp düşünüyor ve bundan sonra melaike gibi bir adam olacağına yeminler ediyordu.
İşte ettiği dualar kabul olmaya başlamış, zayıf farların ışığında, yolun kenarında duran zayıf, kara esvaplı bir adam belirmişti. Bu adamı ne yapıp yapıp otobüse alacak ve edeceği hayır dualarla şu kötü kazandan biraz olsun uzaklaşacaktı. Otobüsü durdurdu ve yolculara seslendi; "Sıkışalım beyler. Bu da Allah'ın kuludur. Kalmasın". Ancak otobüste, istenildiği kadar sıkışılsın, değil bir adam, bir çocuk için bile yer kalmamıştı. Adam bunu görünce çaresizlik içinde "Olsun, ben yukarı bagaja çıkar, orada giderim. Bir yolcu indiğinde de içeri girerim" teklifini yapmış, şöför de sevinerek kabul etmişti.
Yeni yolcu, bagaja çıkan ince merdivenleri tırmanmaya başladığında otobüs hareket etmişti. Adam, yukarıda koçun yanına çömeldiğinde rüzgarla iyice keskinleşen soğuğun dayanılacak gibi olmadığını anlamıştı. Koçun dibine yatmaya çalıştı, olmadı. Küfelerden birini kendine siper aldı, olmadı. Bu arada Allah'tan yağış durmuş, gökte ay dede pis pis sırıtmaya başlamıştı. Adamın soluk ay ışığında gördüğü tabutun yanına gidip, içininde boş olmasına deli gibi sevinmesini, içine yatıp kapağını kapatarak sıcak sıcak uykuya dalmasını işte bu hava muhalefeti nedeniyle anlayışla karşılıyoruz.
Adamımız yukarda mışıl mışıl uyuya dursun, şöförün duaları kabul oluyor, bir yolcu daha alıyordu. Bu sefer tecrübeli olduğundan "Yukarı çık. Bir yolcu daha var orada. İçeride yer yok"... diyerek yolcunun merdivene adım atmasını bekledi. Bu yeni genç yolcu, köydeki ailesini ziyarete gelmiş bir bilgisayar uzmanıydı (Sallamadan yapamıyorum galiba. O zaman bilgisayar yoktuki uzmanı olsun). Çoook iler görüşlü, ancak bir o kadar da korkak biriydi. Uzman yukarı çıkar çıkmaz etrafına bir göz attı ve beti benzi atıp bembeyaz kesildi. Şöförün bahsettiği "Yukarıdaki yolcu" demek bir mefta idi. Tabutun içinde upuzun yatan bir cesetle aynı mekanda yolculuk etmek, zaten korkak olan karakterini derinden yaralamış, korku ve soğuktan; ama daha çok korkudan dişleri birbirine vurmaya başlamıştı. Kendi kendine bu kadar korktuğunu itiraf edemeyen, dişlerinin takırdamasını soğuğa bağlayan uzman, çareyi otobüs şöförünün branda niyetine kullandığı bir köşede sarıp sarmaladığı beyaz Amerikan bezine iyice sarılmakta buldu. Amerikan bezine iyice sarılmak soğuğa iyi gelmişti. Ancak dişlerinin takırdaması geçmemişti. Bir ölüden bu kadar korkmanın anlamsız birşey olduğunu düşünen ve korkusunun üzerine gitmeye karar veren uzman, yarı emekleyerek, yarı sürünerek tabutun dibine kadar yaklaştı. Biraz bekledi. İşte, hiç birşey olmuyordu. "Ölüden korkacağına diriden kork" diyerek kendisinin de birgün öleceği aklına düşünce, "Allah korusun" diye mırıldanıp, sağ kulak memesini çekti. Bu geleneksel "Nazar değmesin" hareketinin devamı, sağ elin işaret parmağı ile tahtaya üç kez vurmaktır biliyorsunuz. Uzman da bu hareketin devamını kendine en yakın tahtada, yani tabutta yapıp içinde mışıl mışıl uyuyan sahte mefta (naylon ölü) uyanıp da etrafa bakmak için kapağı aralayınca da olan oldu.
Tam cesaretini toplayıp ölüden korkmamaya karar veren uzman, tabutun içinden çıkan bir elin kapağı kaldırmaya başladığını görünce, oracıkta korkudan hakkın rahmetine kavuştu. Tabuttan kafasını kaldırıp etrafına bakmaya çalışan adam ise bir de ne görsün; tabutun sahibi mefta, kefenler içinde yanına gelmiş, saygısızlığı için hesap soruyor... Adamı artık kimse tutamazdı. Canhıraş bir bağırtı kopararak, giden otobüsün tepesinden atlayıp kaçmaya başladı. Yere düştüğünde kırılan kolu, omuzu ve bacağına rağmen hem tarlalara doğru kaçıyor, hem de çığlıklar atarak "Destuuur... destuuur savulun" diye bağırıyordu. Adam kilometrelerce saatte 80'le koştu. Adamın haykırmalarına gıcık kapan çevre köylerin köpekleri de, adamın uzunca bir süre formda kalmasına yardımcı oldular.
Uzman: Ölü bir uzman oldu. Bill Gates'in ülkemizden çıkmamasının nedenidir.
Adam: Bir söylentiye göre hala koşoyormuş. Ancak tedavi olmadığı için kangren olan bacak ve kolunu yiyince ölen köpeklerin manevi desteğinden yoksun kalan adamın hızı iyice kesilmiş (Şimdiki hızı saatte 40 falanmış).
Şöför: İlk aldığı adama "Nasıl olsa otobüsün yavaşladığı bir yerde inmiştir" diye kafayı takmadı. Ancak, uzmanın ölümü onu çok sarstı. Ölüye değmiş Amerikan bezinden çok tiksindiği için, yeni branda almak zorunda kaldı. Ateist oldu. Daha sonra celebin karısından olan gayri meşru beşizler tarafından birer kurşunla nallandı. Şimdi kazanın içinde.
Bakkal: Ölünün üzerindeki Amerikan bezinin üzerine yattı. Yıkayıp, otobüs şöförüne fahiş bir fiyatla sattı. Sonradan çok ama çok zengiz oldu.
Esas ölü: Nur içinde yatsın.
Hilmi abi: Kendisinin bu hikayeyle ilgisi yoktur. Kamyon şöförüdür. Kendisini ramplarda, takviyeye bile düşmeden sollayıp giden tek bacaklı ve tek kollu adama gıcıktır.