Bisiklet üzerine bir anlatı

laciverti

Forum Demirbaşı
Kayıt
7 Ağustos 2008
Mesaj
513
Tepki
588
Yaş
61
Şehir
Antalya
Bisiklet
Cannondale
cok beğendim, alıntıladım)


Üç tekerlekli ‘bi(iki)-cyclette(dairecik/tekercik)’, çift-teker; bildiğimiz iki tekerlekli bisikletlere ise, sıklıkla velespit de denirdi, bundan 50-60 yıl önce. Daha sonra bu sözcük tümüyle unutuldu, iki yıl önce Devlet Bahçeli telaffuz edene kadar.
‘Velespit’i de Fransızca’dan almışız, bisiklet gibi; ama, bayağı bir değiştirerek; zira aslı velosiped ve hızlı/süratli (véloce) yürüme/adım/ayak (pède) anlamına gelen bileşik bir kelime.
Velespit, gerçekten de hızlı yürüme aleti; zira pedalları yok: İki tekerlek arasına yerleştirilmiş selenin üzerine oturan sürücü, aleti ayaklarını yere sürterek hareket ettiriyor ve insanın ortalama yürüyüş hızı saatte ortalama 3,5-4 km iken, bu sürat velespitle saatte 14-15 km’ye kadar çıkabiliyor.
Mucidimiz bir alman, Baron von Drais. Aleti ilk olarak Mannheim’da halka tanıtıyor (1817), ertesi yıl da Paris’te patentini alıyor; bu yüzden de velespit yıllar boyu ‘draisienne’, yani ‘drais-gil/li’ olarak da anılıyor.
Bisikleti bir zengin eğlencesi olmaktan çıkartacak ilk adımı atmak ise Parisli kilit imalatçısı Pierre Michaux’ya nasip oluyor, epey geç bir tarihte (1861), o da tesadüfen: Kendisine tamire getirilen bir velespiti deneyen oğlunun, alet özellikle yokuş aşağı hızını aldıktan sonra ayaklarını havada tutmanın bayağı bir zahmetli olduğunu söylemesi üzerine, ön tekerlek göbeğinin her iki yanına birer ayak dayama çıkıntısı eklemekle işe başlayıp sonunda velespitle pedalı (péd-al/ayaksal) buluşturmayı başarıyor.
Bisiklet artık ayak sürtmeli değil, önden çekişli bir taşıttır; ama, en az bir yirmi yıl boyunca ön tekerleğin büyümesi sürecine girilir: Ön teker ne kadar büyükse, pedalın her bir turunda kat edilecek mesafe de o kadar artacaktır. Tekerin çapı üç metreyi bulup, bisiklet, üzerine çıkılması tırmanmayı gerektiren tehlikeli bir araç hâline gelmişken, Starley adlı bir İngiliz ki mekânı cennet olsun, pedala uygulanan gücün tekerleğe hareket olarak aktarılmasında zinciri devreye sokar. Bu arada, başlangıçta her şeyiyle ahşap olan bisiklet, önce demirden imal edilmeye başlanır; daha sonraları ise, yine bir Fransız, Truffault, hurdaya çıkmış kılıç kınlarını içi boş hafif tüpler olarak kullanmaya başlar; ki, bu da aracımızın ağırlığını çok büyük ölçüde azaltır.
Bir de Michelin vardır, tekerleğe dolma lastik üreten: Onun tahtını elinden çekip alan, İskoç bir veteriner, John Dunlop olur, şişirilebilir lastiği devreye sokarak. Ancak Michelin’in cevabı da pek fazla gecikmez, birkaç yıl sonra dış lastikten bağımsız ‘iç lastik’ üretimini başlatır.
İşçi sınıfının ve diğer yoksul halk tabakalarının, bisikleti kendilerine seyrüsefer serbestliği sağlayan bir araç olarak benimsemeleri, esas olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşir. İkinci Dünya Savaşı’nın işgal altındaki Fransa’sında ise, bisiklet, şerefli direnişçilerin en vaz geçilmez aracı olurken, Nazi Mercedes’lerinin yetişemediği tek araç olarak önden çekişli Citroȅn de bir bakıma ulusal değer konumuna yükselir.
Said Halim Paşa, ne kadar da haklıdır “tarih boşuna yaşanmış bir deney değildir”, yani yaşanmışlıklar mutlaka bir iz bırakır, başka yerde ortaya çıkacak olmayan bir şeylerin oluşmasına yol açar, derken. Şöyle ki, işgal süresince yıkıma uğrayıp iyice fakirleşmiş, bu arada komünistlerin de direnişteki kahramanlıklarının bir ödülü olarak, yapılan ilk seçimde en yüksek oyu alıp en etkin siyasal güç hâline geldiği savaş sonrası Fransa’sında lüks araba üreten firmalar bir bir kapanırken ortaya mucize bir araç çıkar, Citroȅn’le bisiklet arasındaki mücadele arkadaşlığının ürünü olarak: Vélo Solex; ilk ve tek önden çekişli motorlu bisiklet, bisiklet formunda bir Citroȅn/Citroȅn ruhunda bir bisiklet.
Aslında Vélo Solex, Citroȅn’den de daha bir Fransız’dır: Sürücüsüne seçme hakkı verir; zorda kaldığınızda motoru devreye sokarsınız; ancak pedala da basmak esas olmak üzere. Solex, aynı zamanda 4x4 etkinliğine sahiptir: Önden çeken motoruna hafif gaz verip, arka tekerleğe güç veren pedalına da hafifçe bastığınızda, hemen hemen hiçbir arabanın çıkamadığı yokuşları çıkarsınız, en kötü karda kışta, zeminlerin en kayganında.
İlk Solex’imi 1974’ün 15 Eylül’ünde almıştım; iyi hatırlıyorum; zira ertesi gün, babamın ölümü… AİTİA’ya gireli daha 5-6 ay olmuş, Hasan Köni’den 400, başka bir arkadaşımdan da 200 lira borç alarak, 1800 yerine 1600 liraya; mahalleden (Kadıköy, Koşuyolu) arkadaşım Semih’in Hukuk’u bitirip Çelik Montaj’da avukat olarak çalışıyor olması sayesinde.

BİSİKLETE 'EMEĞİN KADAR' BİNERSİN
Vélo Solex, insana tercih hakkı tanımasıyla, tamam bir özgürlük aracı; ancak bisiklet, bizatihi bir şereflilik: Pedala bastığın kadar gidebilirsin; yani, emeğin kadar; kimseyi sömürmeden, kimseye sömürülmeden. Pedalı başka birine bastırtamadığın gibi, akşamdan pedal basayım da sabah daha rahat yol alırım diyerek kendi kendine de yabancılaşamazsın: Sosyalizm, bir rejim olarak kurulsun veya kurulamasın, bisiklete binen her fâni, isterse en azılı anti-komünist olsun, o süre boyunca sosyalizmi ve sadece onu yaşamış olur; sosyalizmin ilkesi, “emeğine göre/emeğin kadar” olduğuna göre.
Sosyalizm, insan için benimsenmesi mümkün ideolojilerden herhangi biri değil, insan için insanlığını ve sadece insanlığını temel alan yegâne ideolojidir; zira insan, emeğiyle, emek vererek ortaya çıkardığı işle/eserle ve yaptığı iş/ürettiği eser kadar insandır. Söz gelimi, nasıl ki sigara, ambalajının rengiyle veya firma ambleminin biçimiyle değil de, yapıldığı tütünün özellikleri temelinde değerlendirilir, beşerî gerçekliği değerlendirip düzene sokmakta temel alınacak yegâne ölçüt de ‘emek’ olmalıdır ve sosyalizm dedikleri de bundan başka bir şey değildir.

EN PAHALI BİSİKLET DAHİ EGEMENLİK ARACI OLAMAZ
Bisiklet kullanmak, kendiliğinden ahlaki bir yaşantıdır: Bindiğin bisiklet, isterse 10 milyarlık titanyum kadrolusu olsun, en döküntüsünden birkaç milyonluk bir bisiklet kullanan karşısında egemenlik kuramazsın; yani titanyum bisiklet en mütevazi bisiklet karşısında bile, devasa gövdeli dört çeker ‘jeep’in bir Murat 124 karşısındaki fizikî üstünlüğüne ve boyun eğdirme gücüne sahip değildir. Bisiklet, yine yapısı gereği, kötücüllüğün hiçbir türüne ne müsaittir, ne de cevaz verir: Çevreyi ve havayı kirletmez; yolu da, park yerini de ne işgal eder, ne de yıpratıp eskitir. Kullanan açısındansa, ne trafiğe takılır, ne de park yeri derdi vardır. Ayrıca, bazı araştırmalara göre hastalığa yakalanıp ölme ihtimalini de %40 oranında azaltmaktadır; ki, ölüm hepimiz için mukadder ve de bisiklet esas olarak ahlâkî açıdan bu kadar zenginlik sunar iken bu tip araştırma sonuçlarına itibar edip önem atfetmek, ancak Amerikalılara, paraya da kudrete de sonradan ulaşmış görgüsüzlere yakışacak bir züldür.
İlk bisikletim üç tekerlekliydi demiştim; gerçek anlamda, yani iki tekerlekli ilk bisikletim ise, -balon da değil- fil lastikli (Michelin) bir Frejus oldu, İtalyan malı; anneannemin sünnet hediyesi; arka tekerliğinin iki yanında destek tekerlekli. Çok sürmedi, bir hafta sonra babam söktü onları ve de ben dehşet içinde kaldım: İki teker üzerinde düşmeden gidebiliyordum. Ve işte bu deneyimim üzerindendir ki, ama hemen o anda değil, en otuz yıl sonra, şunun farkına vardım: İnsanın en bireysel ve en anlık yaşantıları bile mutlaka ve mutlaka kolektif ve tarihsel bir boyut taşır. Şöyle ki, bisiklet üzerinde, yer çekimine rağmen düşmeden yol alma becerisini edinmiş ve o an itibariyle bu beceriyi göstermekte olan, tamam, bendim ve de sadece bendim; ama, bisikleti icat edip geliştirenler bir yana, o iki destek tekerciğini akıl eden, teknik resmini çizen, kalıbını hazırlayan, dökümünü yapan, montajını gerçekleştiren vb… insanların gerek zihinsel gerekse fiziksel -üstelik sırf bisiklet özelinde ele alınsa bile en az 150 yıla yayılan- çaba ve edimleri olmasa, ben yer çekimine karşı koyup iki tekerlek üzerinde yol alır hâle gelebilir miydim?
Birkaç hafta oluyor, televizyonda bir ‘adam’; İstanbul Çevre veya bilmemne bölge müdürüymüş. Mutlu, mesut, bahtiyar; müthiş sırıtık, konuşuyor pek bir müftehirane: İstanbul’un hem Anadolu hem de Rumeli yakasında her biri bilmem şu kadar bin metrekarelik ormanlık alan tesis edeceklermiş; üçüncü köprü, üçüncü hava alanı ve Kanalistanbul cinayetleri uğruna milyonlarca ağacın, coğrafyamızın, sonuçta hepimizin ve çocuklarımızın kanına girecekler ya, işte bütün bunları telafi edecek projeler olarak. Çocuklar için oyun, yetişkinler için eğlence üniteleriyle yürüme ve koşu yollarının yanı sıra bisiklet pistleri de olacak, isteyen gidip orada bisikletine binecekmiş. Tabiî hem iğrendim, hem de bilebileceğim bütün bedduaları ettim: Yerlerine AVM’ler kurup rezidanslar dikmek için okulu, hastanesi, parkı, meydanı, mahallesi, sokağı, çarşısı, meyhanesi, lokantasıyla şehri şehir dışına taşımayı marifet bilen sapık kafa, o denli yabancılaşmış ki, bisikleti de kendisine binilip bir yerlere gidilen bir araç değil de kendisine binmek için özel olarak bir yerlere gidilecek bir fetiş obje olarak görüyor, o hâle getirmeye çalışıyor.
‘Adam’ı dinlerken şu hisse kapıldım: Amerika’da işletme okuyup, okulu bitirir bitirmez de soluğu Körfez Emirliklerinde alan genç ve parlak pazarlamacılar var ya; hani şu, zengin Arap şeyhlerini, en güvenli, sağlıklı ve huzurlu cinselliğin şişme kadınlarla yaşanacağına ikna etmek üzere, en gülücüklü yüzleriyle bin bir dil döken, İngilizce sandıkları tarzancalarıyla; işte, sanki onlardan biri karşıma geçmiş konuşuyordu.
 
Scudo