(link)
Hayvanat bahçesi
2004 haziran 16
Sarsala
Son derece enerjik başlıyorum geziye, gereksiz ayrıntıları hem ben hızlıca geçtiğim için size de anlatmıyorum, darılmaca olmasın sonra. Asfalttan ayrılmam orta uzunlukta bir süre sonra gerçekleşiyor. Bu gezinin bir özelliği de bir çok hayvanat çeşidini bizzat şahsen görmüş olmam bu gezide. Hatta bunların bazılarının ne olduğu konusunda da hiçbir fikrim yok. Ne gördün ki, diye soracak olursanız : kaplumbağa, koyun, keçi, köpek (buraya kadar normal) , yılan, sincap, şahin ve kokarca. Evet, kokarca. Hayatımda hiç vahşi doğada kokarca görmemiştim. O da ayrı macera, yeri gelince anlatacağım, acele etmeyin, 2 ayağımı bir pedala bastırtmayın. Nerde kalmıştık? Toprak yola girdim. Köy, Şerefler diye bir yer. İçinden bastım çıktım, kızıl topraklı geniş bir yol. Son derece fantastik duruyor, fotoğrafı da gerçek hayattaki kadar fantastik çıkmış. Maceranın içine girdiğimi belirtiyor bu manzaranın odağına doğru ilerlemek. Çam ağaçları ve dik kayalıklar arasından yeni doğan güneşe doyamadan, son derece yoğun bitki örtüsünün içine dalıyorum.
Köyün yokuş esnasında tek tük kalıntılarını da geçiyorum ama pek çaktırmadığım bu yokuş tek kelimeyle ölümcül ve bezdirici. Öncelikle eğim inanılmaz, bazı yerlerde en düşük vitese kadar düşmem gerekiyor, zemin ise bozuk ve bazı yerlerde patinajsız ilerlemenin mümkün olmayacağı kadar taşlık ve rahatsız edici. Tehlike? En ufak bir hatada birkaç yüz metre boyunca bisikletsiz tepe inişi yapabilirsiniz ki bu tehlike her zaman var. Ufak bir taştan seken ön teker sizi aşağı kısa yoldan gönderebilir. Zeytinliklerin yanından geçiyorum, bu kadar taş olan memlekette de (Muğla) elbette Türkiye’nin önde gelen mermer kentlerinden biri olur tabiki diyorum. Düşüne taşına, karşıdan gelen taşıtlara selam vere vere, ala ala bitmez yokuşun sonuna varıyorum. 10 kilometreye yaklaşan bu bayıcı ve son derece zorlu tırmanışın ardından “3 yol” diye tabir ve tarif edilen mevkiye varıyorum. Yol toprak ama son derece geniş ve taşıt trafiği için optimize edilmiş. Deniz tarafına sapıyorum ve ilerliyorum. Daha önceden aldığım tarifler ve yerli halktan direk aldığım bilgiler eşliğinde bir müddet pedallıyorum. Bildiğim Kille ve Boynuzbüken koylarına gitmek istemediğim için, artık oralara gideceğini anladığım zaman yoldan sapıyorum ve son derece bozuk bir traktör yoluna giriyorum. Çam ağaçları çok yüksek ve yoğun bir gölge var. Biraz da yolun sapa kalmasından dolayı tırsarak ilerliyorum. Etrafta kimselerin olmamasından yada gölgeden ve yavaş tempomdan dolayı düşen vücut ısımdan dolayı biraz geriliyorum. Daha fazla psikolojik yorgunluğa gerek olmadığını düşüyorum ve biraz hızımı artırıyorum. Bir ara sol tarafıma baktığımda 3-5 keçinin meraklı gözlerle beni izlediğini farkediyorum. Bu bozuk yoldan uzun bir müddet ilerliyorum, suyum biraz azalıyor ama daha hayati tehlike yok. Oldukça organize bir zeytin bahçesinden geçiyorum. Medeniyet izlerine ulaşmak beni mutlu ediyor. Biraz daha ilerleyince birkaç binadan oluşmuş bir ev kompleksini görüyorum. Yani söz gelimi ahır, yaşanılan ev ve ekmek yapılan bina gibi birkaç bölümden oluşmuş bir çiftlik evi. Nerden köpek çıkıp da ödümü patlatacak diye sinsi sinsi yaklaşırken yaşlı bir teyze görüyorum. Teyzeye yolları soruyorum. Bu yolun sonu nereye gider, Sarsala ne tarafta kaldı, benzeri navigasyon sorularımı cevapladıktan sonra teyzeye bu dağ başında ne işi olduğunu, bu bozuk yolardan nasıl gidip geldiğini, işlerini nasıl hallettiğini soruyorum. Eskiden yollar daha da berbattı, diyor teyze. Ben de iyi hali buysa Allah size kolaylık versin teyze, diyip pedallara yükleniyorum.
Evden biraz uzaklaşır uzaklaşmaz yolda etrafı izleyen bir kaplumbağaya rastlıyorum. Nereye gideceğini şapırtmış gibi bir hali var, öylesine uzanıyor yolda. Hiç acelesi olmayan yaratığı fotoğraf makinesiyle tanıştırdıktan sonra yoluma devam ediyorum. Biraz daha ilerliyorum, yolun sağ tarafında evliya yada benzeri toplumda üstün karizması olan salih bir kişinin gömülü olduğunu tahmin ettiğim ‘yatır’ diye tabir edebileceğim bir mezarlık görüyorum ve tabiki evliyaların vazgeçilmezlerinden garip bir ‘ağaç’ . Her ne kadar çok göze batan bir garipliği olmasa da sıradışı bir ağaç görüntüsü çiziyor, mezara gölgelik yapan yeşil gövde. Allah rahmet eylesin, diyorum ve yapacak başka birşeyim olmadığına göre yola devam ediyorum. Ufak bir downhill + psycho cross country (terim arkadaşımdan aynen alınmıştır) yaptıktan sonra yeşil tepelerin arasından ilerleyen bozuk zeminli yoluma tekrar merhaba diyorum. Tekrar zeytin ağaçları görünüyor, yol biraz genişliyor ve aman Allah’ım. Bir hayalet kasaba. 5-6 binadan oluşan kompeks tamamen terk edilmiş ve etrafta hiçbir medeniyet izi yok. Tahminimce sadece zeytinlerin bakımında yada hasat mevsiminde kullanılan geçici binalar bunlar. Son derece tırsmış vaziyette müziğin sesini kapatıyorum. Bir tanesine yavaşça yaklaşıyorum. Ortamdaki gerginliğin tek eksik yanı korku filmlerindeki gittikçe artan nnnnnnn... sesi. Şimdi harflere dökemeyeceğim ince ve keskin bir ses eşliğinde de ani olay gerçekleşiyor. Hiç de korkutucu değil. Hatta süper, manyak, olağanüstü sevimli: Sarı yada açık kahverengi renkleri karışımı koca kuyruklu bir sincap son derece seri hareketlerle binanın tepesinden bir taraflara koşturarak giriyor. Sen fotoğraf makinesini çıkarıp da nişan alıncaya kadar yıllar geçmiş oluyor tabiki, sadece binayı çekmekle yetiniyorum. Bu hayalet kasabada daha fazla zaman kaybetmek istemediğim için pedallara basıyorum. Ama artık bozuk yol kavramı da bir noktaya kadar. İnanılmaz eğim bir yana, zemin taşlardan ibaret. Mucurlu ortamlarda bile bisiklet kullanmak yeterince problem teşkil ederken yumruk büyüklüğündeki (hep yumruk büyüklüğünde bunlar nedense) tamam, değiştirelim, tenis topu büyüklüğündeki ( !? ) bu taşlar üzerinden ilerlemek imkansız hale geliyor. Pedala yüklendikçe yüksek eğimden ve düşük tutunma kuvvetinden dolayı arka tekerin fırlattığı taşların sesleri geliyor kulağıma. Bir süre böyle biraz eğlenceli ama inanılmaz yorucu mücadeleyi sürdürdükten sonra gereksiz olduğu sonucuna varıyorum ve bisikleti elimde çıkarıyorum. Sol tarafımda mükemmel bir manzara. Müziği tekrar açıyorum, temiz diklikte ve yeşillikte büyük bir tepe ve görünen deniz. Arkasından gelen parlak güneş gözümü alıyor ve bu fotoğrafta da kendini belli ediyor. Manzaya doyduğum anda kayadan bozma taşlarla mücadeleye kaldığım yerden geri dönüyorum.
Taşların arasından kah zıplaya kah hoplaya kah küte pata güm diye ilerlerken yolun ortasında durup duran bir taş ... Allah Allah, tamam yol bozuk ama böyle büyük bir taşın yol ortasında ne işi var? Yeterince hayret edememişken taş kıpırdıyor. Abi, hareket eden taş da biraz fazla artık, halüsinasyonda sınır tanımıyoruz maşallah. Sonra benim hebele hübele bakışlarım arasından “gri-beyaz renkli ve siyah desenleri bulunan taş” sol taraftan kayalara tırmanmaya başlıyor. İşte bu devrede bu hareket eden yaratığı çizgi filmlerdeki kokarcaya benzetiyorum. Son derece yavaş hareket ediyormuş gibi görünse de kolayca kayalara tırmanıyor ve çam ağaçlarının arasında kayboluyor. Son anda çektiğim birkaç fotoğrafta da hiç net belli olmuyor. Bu yaratığı benzetebildiğim en mantıklı şey kokarca olduğu için peşinden gidip de yakın bir fotosunun çekmek hiç mi hiç istemiyorum, hele kokarca olduğunu burnumla öğrenmek kesinlikle istemiyorum. Zor unutulacak eğlenceli bir anı daha hayat log’ları arasına kaydettikten sonra yoluma devam ediyorum.
Yol çok fazla uzamıyor. İlerlerken bisikletin önünden ufak ve ince bir yılanın hızla çalıların içine doğru girdğini görüyorum. Çok garip bir sahne olsa da, nedendir bilinmez, ilgilenmeden devam ediyorum. Eğimlerin şiddeti yavaş yavaş azalıyor ve artık düz yol gibi gelmeye başlıyor. Teyzenin dediği gibi yeni açılmış yol. Sanki birkaç haftalık. Daha yerine oturmamış. Taşlarla kapışmamın temel nedenlerinden biri de bu olsa gerek, az kullanılan ve oturmamış yol. Dozer yolu düzeltip, genişletirken aşağıda kalan ağaçları aşağı doğru eğdirmiş. İlk başta fotoğraf mı yamuk açıdan çekilmiş dedirtecek kadar eğrilmiş ağaçlar. Bitki örtüsü izin verince sağ tarafımda sazlıkların ortasında, denizden kalma birkaç parça göl görüyorum. Oldukça Ufaklar ama yukarıdan izlemesi son derece eğlenceli. Birkaç kare fotoğraf yedekledikten sonra aşağı doğru bakıyorum ve daha hiç manzara görmediğimin farkına varıyorum.
Artık bitmesi gereken yokuşların bittiğini sevinerek görüyorum ve önümde “inme de yanında yat” mantığıyla tadından inilmiyecek kadar tatlı bir yol. Bu sefer can sıkan taşlar, eğlenceyi artıracağından tek yapmam gereken dikkatli ve hızlı bir şekilde inerek “oh,canıma değsin demek” . Öyle de yapıyorum zaten, hızımı dengelemek ve biraz da havaya girmek için son derece gürültülü, ani, keskin, tozlu ... bir fren yapıyorum. Daha önceden de birkaç kere yaşadığım süper, delici, kesici ve dehşet verici harika olayı tekrar yaşıyorum. Hemen önümdeki ağacın tepesinden dev bir kuş havalanıyor. Uçan yaratık, Marlon Brando’nun o karizmatik, heybetli ve yavaş hareketlerine benzer kanat darbeleriyle hava moleküllerini aşağı iterken ben de ağzım açık bir şekilde imrenerek onu izliyorum. Sonra benim neden hala ağzım açık diyerek, ağzımı kapatıyor ve “Baba, büyüksün” nidalarıyla yoluma devam ediyorum. Yol biraz daha rahat artık, resmi Sarsala yoluna girmiş bulunmaktayım ama hala toprak ve taşlı olma özelliğini büyük bir keyifle sürdürmekte. Ben de “Sür bakalım sefanı, biz çekeriz cefanı” diyerek arka tekere biraz daha fazla tork aktarıyorum. Sağ tarafta maviden bir tahtta oturan kralı sembolize edercesine (hani sallanır da bu kadar mı sallanır) önündeki gölün heybetini artıran dev kayalık büyülüyor beni. Bu büyüyü hafıza kartına dijitalize ettikten sonra büyük bir keyifle yoluma devam ediyorum.
Hayvanat bahçesi
2004 haziran 16
Sarsala
Son derece enerjik başlıyorum geziye, gereksiz ayrıntıları hem ben hızlıca geçtiğim için size de anlatmıyorum, darılmaca olmasın sonra. Asfalttan ayrılmam orta uzunlukta bir süre sonra gerçekleşiyor. Bu gezinin bir özelliği de bir çok hayvanat çeşidini bizzat şahsen görmüş olmam bu gezide. Hatta bunların bazılarının ne olduğu konusunda da hiçbir fikrim yok. Ne gördün ki, diye soracak olursanız : kaplumbağa, koyun, keçi, köpek (buraya kadar normal) , yılan, sincap, şahin ve kokarca. Evet, kokarca. Hayatımda hiç vahşi doğada kokarca görmemiştim. O da ayrı macera, yeri gelince anlatacağım, acele etmeyin, 2 ayağımı bir pedala bastırtmayın. Nerde kalmıştık? Toprak yola girdim. Köy, Şerefler diye bir yer. İçinden bastım çıktım, kızıl topraklı geniş bir yol. Son derece fantastik duruyor, fotoğrafı da gerçek hayattaki kadar fantastik çıkmış. Maceranın içine girdiğimi belirtiyor bu manzaranın odağına doğru ilerlemek. Çam ağaçları ve dik kayalıklar arasından yeni doğan güneşe doyamadan, son derece yoğun bitki örtüsünün içine dalıyorum.
Köyün yokuş esnasında tek tük kalıntılarını da geçiyorum ama pek çaktırmadığım bu yokuş tek kelimeyle ölümcül ve bezdirici. Öncelikle eğim inanılmaz, bazı yerlerde en düşük vitese kadar düşmem gerekiyor, zemin ise bozuk ve bazı yerlerde patinajsız ilerlemenin mümkün olmayacağı kadar taşlık ve rahatsız edici. Tehlike? En ufak bir hatada birkaç yüz metre boyunca bisikletsiz tepe inişi yapabilirsiniz ki bu tehlike her zaman var. Ufak bir taştan seken ön teker sizi aşağı kısa yoldan gönderebilir. Zeytinliklerin yanından geçiyorum, bu kadar taş olan memlekette de (Muğla) elbette Türkiye’nin önde gelen mermer kentlerinden biri olur tabiki diyorum. Düşüne taşına, karşıdan gelen taşıtlara selam vere vere, ala ala bitmez yokuşun sonuna varıyorum. 10 kilometreye yaklaşan bu bayıcı ve son derece zorlu tırmanışın ardından “3 yol” diye tabir ve tarif edilen mevkiye varıyorum. Yol toprak ama son derece geniş ve taşıt trafiği için optimize edilmiş. Deniz tarafına sapıyorum ve ilerliyorum. Daha önceden aldığım tarifler ve yerli halktan direk aldığım bilgiler eşliğinde bir müddet pedallıyorum. Bildiğim Kille ve Boynuzbüken koylarına gitmek istemediğim için, artık oralara gideceğini anladığım zaman yoldan sapıyorum ve son derece bozuk bir traktör yoluna giriyorum. Çam ağaçları çok yüksek ve yoğun bir gölge var. Biraz da yolun sapa kalmasından dolayı tırsarak ilerliyorum. Etrafta kimselerin olmamasından yada gölgeden ve yavaş tempomdan dolayı düşen vücut ısımdan dolayı biraz geriliyorum. Daha fazla psikolojik yorgunluğa gerek olmadığını düşüyorum ve biraz hızımı artırıyorum. Bir ara sol tarafıma baktığımda 3-5 keçinin meraklı gözlerle beni izlediğini farkediyorum. Bu bozuk yoldan uzun bir müddet ilerliyorum, suyum biraz azalıyor ama daha hayati tehlike yok. Oldukça organize bir zeytin bahçesinden geçiyorum. Medeniyet izlerine ulaşmak beni mutlu ediyor. Biraz daha ilerleyince birkaç binadan oluşmuş bir ev kompleksini görüyorum. Yani söz gelimi ahır, yaşanılan ev ve ekmek yapılan bina gibi birkaç bölümden oluşmuş bir çiftlik evi. Nerden köpek çıkıp da ödümü patlatacak diye sinsi sinsi yaklaşırken yaşlı bir teyze görüyorum. Teyzeye yolları soruyorum. Bu yolun sonu nereye gider, Sarsala ne tarafta kaldı, benzeri navigasyon sorularımı cevapladıktan sonra teyzeye bu dağ başında ne işi olduğunu, bu bozuk yolardan nasıl gidip geldiğini, işlerini nasıl hallettiğini soruyorum. Eskiden yollar daha da berbattı, diyor teyze. Ben de iyi hali buysa Allah size kolaylık versin teyze, diyip pedallara yükleniyorum.
Evden biraz uzaklaşır uzaklaşmaz yolda etrafı izleyen bir kaplumbağaya rastlıyorum. Nereye gideceğini şapırtmış gibi bir hali var, öylesine uzanıyor yolda. Hiç acelesi olmayan yaratığı fotoğraf makinesiyle tanıştırdıktan sonra yoluma devam ediyorum. Biraz daha ilerliyorum, yolun sağ tarafında evliya yada benzeri toplumda üstün karizması olan salih bir kişinin gömülü olduğunu tahmin ettiğim ‘yatır’ diye tabir edebileceğim bir mezarlık görüyorum ve tabiki evliyaların vazgeçilmezlerinden garip bir ‘ağaç’ . Her ne kadar çok göze batan bir garipliği olmasa da sıradışı bir ağaç görüntüsü çiziyor, mezara gölgelik yapan yeşil gövde. Allah rahmet eylesin, diyorum ve yapacak başka birşeyim olmadığına göre yola devam ediyorum. Ufak bir downhill + psycho cross country (terim arkadaşımdan aynen alınmıştır) yaptıktan sonra yeşil tepelerin arasından ilerleyen bozuk zeminli yoluma tekrar merhaba diyorum. Tekrar zeytin ağaçları görünüyor, yol biraz genişliyor ve aman Allah’ım. Bir hayalet kasaba. 5-6 binadan oluşan kompeks tamamen terk edilmiş ve etrafta hiçbir medeniyet izi yok. Tahminimce sadece zeytinlerin bakımında yada hasat mevsiminde kullanılan geçici binalar bunlar. Son derece tırsmış vaziyette müziğin sesini kapatıyorum. Bir tanesine yavaşça yaklaşıyorum. Ortamdaki gerginliğin tek eksik yanı korku filmlerindeki gittikçe artan nnnnnnn... sesi. Şimdi harflere dökemeyeceğim ince ve keskin bir ses eşliğinde de ani olay gerçekleşiyor. Hiç de korkutucu değil. Hatta süper, manyak, olağanüstü sevimli: Sarı yada açık kahverengi renkleri karışımı koca kuyruklu bir sincap son derece seri hareketlerle binanın tepesinden bir taraflara koşturarak giriyor. Sen fotoğraf makinesini çıkarıp da nişan alıncaya kadar yıllar geçmiş oluyor tabiki, sadece binayı çekmekle yetiniyorum. Bu hayalet kasabada daha fazla zaman kaybetmek istemediğim için pedallara basıyorum. Ama artık bozuk yol kavramı da bir noktaya kadar. İnanılmaz eğim bir yana, zemin taşlardan ibaret. Mucurlu ortamlarda bile bisiklet kullanmak yeterince problem teşkil ederken yumruk büyüklüğündeki (hep yumruk büyüklüğünde bunlar nedense) tamam, değiştirelim, tenis topu büyüklüğündeki ( !? ) bu taşlar üzerinden ilerlemek imkansız hale geliyor. Pedala yüklendikçe yüksek eğimden ve düşük tutunma kuvvetinden dolayı arka tekerin fırlattığı taşların sesleri geliyor kulağıma. Bir süre böyle biraz eğlenceli ama inanılmaz yorucu mücadeleyi sürdürdükten sonra gereksiz olduğu sonucuna varıyorum ve bisikleti elimde çıkarıyorum. Sol tarafımda mükemmel bir manzara. Müziği tekrar açıyorum, temiz diklikte ve yeşillikte büyük bir tepe ve görünen deniz. Arkasından gelen parlak güneş gözümü alıyor ve bu fotoğrafta da kendini belli ediyor. Manzaya doyduğum anda kayadan bozma taşlarla mücadeleye kaldığım yerden geri dönüyorum.
Taşların arasından kah zıplaya kah hoplaya kah küte pata güm diye ilerlerken yolun ortasında durup duran bir taş ... Allah Allah, tamam yol bozuk ama böyle büyük bir taşın yol ortasında ne işi var? Yeterince hayret edememişken taş kıpırdıyor. Abi, hareket eden taş da biraz fazla artık, halüsinasyonda sınır tanımıyoruz maşallah. Sonra benim hebele hübele bakışlarım arasından “gri-beyaz renkli ve siyah desenleri bulunan taş” sol taraftan kayalara tırmanmaya başlıyor. İşte bu devrede bu hareket eden yaratığı çizgi filmlerdeki kokarcaya benzetiyorum. Son derece yavaş hareket ediyormuş gibi görünse de kolayca kayalara tırmanıyor ve çam ağaçlarının arasında kayboluyor. Son anda çektiğim birkaç fotoğrafta da hiç net belli olmuyor. Bu yaratığı benzetebildiğim en mantıklı şey kokarca olduğu için peşinden gidip de yakın bir fotosunun çekmek hiç mi hiç istemiyorum, hele kokarca olduğunu burnumla öğrenmek kesinlikle istemiyorum. Zor unutulacak eğlenceli bir anı daha hayat log’ları arasına kaydettikten sonra yoluma devam ediyorum.
Yol çok fazla uzamıyor. İlerlerken bisikletin önünden ufak ve ince bir yılanın hızla çalıların içine doğru girdğini görüyorum. Çok garip bir sahne olsa da, nedendir bilinmez, ilgilenmeden devam ediyorum. Eğimlerin şiddeti yavaş yavaş azalıyor ve artık düz yol gibi gelmeye başlıyor. Teyzenin dediği gibi yeni açılmış yol. Sanki birkaç haftalık. Daha yerine oturmamış. Taşlarla kapışmamın temel nedenlerinden biri de bu olsa gerek, az kullanılan ve oturmamış yol. Dozer yolu düzeltip, genişletirken aşağıda kalan ağaçları aşağı doğru eğdirmiş. İlk başta fotoğraf mı yamuk açıdan çekilmiş dedirtecek kadar eğrilmiş ağaçlar. Bitki örtüsü izin verince sağ tarafımda sazlıkların ortasında, denizden kalma birkaç parça göl görüyorum. Oldukça Ufaklar ama yukarıdan izlemesi son derece eğlenceli. Birkaç kare fotoğraf yedekledikten sonra aşağı doğru bakıyorum ve daha hiç manzara görmediğimin farkına varıyorum.
Artık bitmesi gereken yokuşların bittiğini sevinerek görüyorum ve önümde “inme de yanında yat” mantığıyla tadından inilmiyecek kadar tatlı bir yol. Bu sefer can sıkan taşlar, eğlenceyi artıracağından tek yapmam gereken dikkatli ve hızlı bir şekilde inerek “oh,canıma değsin demek” . Öyle de yapıyorum zaten, hızımı dengelemek ve biraz da havaya girmek için son derece gürültülü, ani, keskin, tozlu ... bir fren yapıyorum. Daha önceden de birkaç kere yaşadığım süper, delici, kesici ve dehşet verici harika olayı tekrar yaşıyorum. Hemen önümdeki ağacın tepesinden dev bir kuş havalanıyor. Uçan yaratık, Marlon Brando’nun o karizmatik, heybetli ve yavaş hareketlerine benzer kanat darbeleriyle hava moleküllerini aşağı iterken ben de ağzım açık bir şekilde imrenerek onu izliyorum. Sonra benim neden hala ağzım açık diyerek, ağzımı kapatıyor ve “Baba, büyüksün” nidalarıyla yoluma devam ediyorum. Yol biraz daha rahat artık, resmi Sarsala yoluna girmiş bulunmaktayım ama hala toprak ve taşlı olma özelliğini büyük bir keyifle sürdürmekte. Ben de “Sür bakalım sefanı, biz çekeriz cefanı” diyerek arka tekere biraz daha fazla tork aktarıyorum. Sağ tarafta maviden bir tahtta oturan kralı sembolize edercesine (hani sallanır da bu kadar mı sallanır) önündeki gölün heybetini artıran dev kayalık büyülüyor beni. Bu büyüyü hafıza kartına dijitalize ettikten sonra büyük bir keyifle yoluma devam ediyorum.