Sarsala - hayvanat bahcesi

blade

Üye
Kayıt
19 Eylül 2004
Mesaj
28
Tepki
3
Şehir
ankara
(link)


Hayvanat bahçesi



2004 haziran 16



Sarsala



Son derece enerjik başlıyorum geziye, gereksiz ayrıntıları hem ben hızlıca geçtiğim için size de anlatmıyorum, darılmaca olmasın sonra. Asfalttan ayrılmam orta uzunlukta bir süre sonra gerçekleşiyor. Bu gezinin bir özelliği de bir çok hayvanat çeşidini bizzat şahsen görmüş olmam bu gezide. Hatta bunların bazılarının ne olduğu konusunda da hiçbir fikrim yok. Ne gördün ki, diye soracak olursanız : kaplumbağa, koyun, keçi, köpek (buraya kadar normal) , yılan, sincap, şahin ve kokarca. Evet, kokarca. Hayatımda hiç vahşi doğada kokarca görmemiştim. O da ayrı macera, yeri gelince anlatacağım, acele etmeyin, 2 ayağımı bir pedala bastırtmayın. Nerde kalmıştık? Toprak yola girdim. Köy, Şerefler diye bir yer. İçinden bastım çıktım, kızıl topraklı geniş bir yol. Son derece fantastik duruyor, fotoğrafı da gerçek hayattaki kadar fantastik çıkmış. Maceranın içine girdiğimi belirtiyor bu manzaranın odağına doğru ilerlemek. Çam ağaçları ve dik kayalıklar arasından yeni doğan güneşe doyamadan, son derece yoğun bitki örtüsünün içine dalıyorum.



Köyün yokuş esnasında tek tük kalıntılarını da geçiyorum ama pek çaktırmadığım bu yokuş tek kelimeyle ölümcül ve bezdirici. Öncelikle eğim inanılmaz, bazı yerlerde en düşük vitese kadar düşmem gerekiyor, zemin ise bozuk ve bazı yerlerde patinajsız ilerlemenin mümkün olmayacağı kadar taşlık ve rahatsız edici. Tehlike? En ufak bir hatada birkaç yüz metre boyunca bisikletsiz tepe inişi yapabilirsiniz ki bu tehlike her zaman var. Ufak bir taştan seken ön teker sizi aşağı kısa yoldan gönderebilir. Zeytinliklerin yanından geçiyorum, bu kadar taş olan memlekette de (Muğla) elbette Türkiye’nin önde gelen mermer kentlerinden biri olur tabiki diyorum. Düşüne taşına, karşıdan gelen taşıtlara selam vere vere, ala ala bitmez yokuşun sonuna varıyorum. 10 kilometreye yaklaşan bu bayıcı ve son derece zorlu tırmanışın ardından “3 yol” diye tabir ve tarif edilen mevkiye varıyorum. Yol toprak ama son derece geniş ve taşıt trafiği için optimize edilmiş. Deniz tarafına sapıyorum ve ilerliyorum. Daha önceden aldığım tarifler ve yerli halktan direk aldığım bilgiler eşliğinde bir müddet pedallıyorum. Bildiğim Kille ve Boynuzbüken koylarına gitmek istemediğim için, artık oralara gideceğini anladığım zaman yoldan sapıyorum ve son derece bozuk bir traktör yoluna giriyorum. Çam ağaçları çok yüksek ve yoğun bir gölge var. Biraz da yolun sapa kalmasından dolayı tırsarak ilerliyorum. Etrafta kimselerin olmamasından yada gölgeden ve yavaş tempomdan dolayı düşen vücut ısımdan dolayı biraz geriliyorum. Daha fazla psikolojik yorgunluğa gerek olmadığını düşüyorum ve biraz hızımı artırıyorum. Bir ara sol tarafıma baktığımda 3-5 keçinin meraklı gözlerle beni izlediğini farkediyorum. Bu bozuk yoldan uzun bir müddet ilerliyorum, suyum biraz azalıyor ama daha hayati tehlike yok. Oldukça organize bir zeytin bahçesinden geçiyorum. Medeniyet izlerine ulaşmak beni mutlu ediyor. Biraz daha ilerleyince birkaç binadan oluşmuş bir ev kompleksini görüyorum. Yani söz gelimi ahır, yaşanılan ev ve ekmek yapılan bina gibi birkaç bölümden oluşmuş bir çiftlik evi. Nerden köpek çıkıp da ödümü patlatacak diye sinsi sinsi yaklaşırken yaşlı bir teyze görüyorum. Teyzeye yolları soruyorum. Bu yolun sonu nereye gider, Sarsala ne tarafta kaldı, benzeri navigasyon sorularımı cevapladıktan sonra teyzeye bu dağ başında ne işi olduğunu, bu bozuk yolardan nasıl gidip geldiğini, işlerini nasıl hallettiğini soruyorum. Eskiden yollar daha da berbattı, diyor teyze. Ben de iyi hali buysa Allah size kolaylık versin teyze, diyip pedallara yükleniyorum.



Evden biraz uzaklaşır uzaklaşmaz yolda etrafı izleyen bir kaplumbağaya rastlıyorum. Nereye gideceğini şapırtmış gibi bir hali var, öylesine uzanıyor yolda. Hiç acelesi olmayan yaratığı fotoğraf makinesiyle tanıştırdıktan sonra yoluma devam ediyorum. Biraz daha ilerliyorum, yolun sağ tarafında evliya yada benzeri toplumda üstün karizması olan salih bir kişinin gömülü olduğunu tahmin ettiğim ‘yatır’ diye tabir edebileceğim bir mezarlık görüyorum ve tabiki evliyaların vazgeçilmezlerinden garip bir ‘ağaç’ . Her ne kadar çok göze batan bir garipliği olmasa da sıradışı bir ağaç görüntüsü çiziyor, mezara gölgelik yapan yeşil gövde. Allah rahmet eylesin, diyorum ve yapacak başka birşeyim olmadığına göre yola devam ediyorum. Ufak bir downhill + psycho cross country (terim arkadaşımdan aynen alınmıştır) yaptıktan sonra yeşil tepelerin arasından ilerleyen bozuk zeminli yoluma tekrar merhaba diyorum. Tekrar zeytin ağaçları görünüyor, yol biraz genişliyor ve aman Allah’ım. Bir hayalet kasaba. 5-6 binadan oluşan kompeks tamamen terk edilmiş ve etrafta hiçbir medeniyet izi yok. Tahminimce sadece zeytinlerin bakımında yada hasat mevsiminde kullanılan geçici binalar bunlar. Son derece tırsmış vaziyette müziğin sesini kapatıyorum. Bir tanesine yavaşça yaklaşıyorum. Ortamdaki gerginliğin tek eksik yanı korku filmlerindeki gittikçe artan nnnnnnn... sesi. Şimdi harflere dökemeyeceğim ince ve keskin bir ses eşliğinde de ani olay gerçekleşiyor. Hiç de korkutucu değil. Hatta süper, manyak, olağanüstü sevimli: Sarı yada açık kahverengi renkleri karışımı koca kuyruklu bir sincap son derece seri hareketlerle binanın tepesinden bir taraflara koşturarak giriyor. Sen fotoğraf makinesini çıkarıp da nişan alıncaya kadar yıllar geçmiş oluyor tabiki, sadece binayı çekmekle yetiniyorum. Bu hayalet kasabada daha fazla zaman kaybetmek istemediğim için pedallara basıyorum. Ama artık bozuk yol kavramı da bir noktaya kadar. İnanılmaz eğim bir yana, zemin taşlardan ibaret. Mucurlu ortamlarda bile bisiklet kullanmak yeterince problem teşkil ederken yumruk büyüklüğündeki (hep yumruk büyüklüğünde bunlar nedense) tamam, değiştirelim, tenis topu büyüklüğündeki ( !? ) bu taşlar üzerinden ilerlemek imkansız hale geliyor. Pedala yüklendikçe yüksek eğimden ve düşük tutunma kuvvetinden dolayı arka tekerin fırlattığı taşların sesleri geliyor kulağıma. Bir süre böyle biraz eğlenceli ama inanılmaz yorucu mücadeleyi sürdürdükten sonra gereksiz olduğu sonucuna varıyorum ve bisikleti elimde çıkarıyorum. Sol tarafımda mükemmel bir manzara. Müziği tekrar açıyorum, temiz diklikte ve yeşillikte büyük bir tepe ve görünen deniz. Arkasından gelen parlak güneş gözümü alıyor ve bu fotoğrafta da kendini belli ediyor. Manzaya doyduğum anda kayadan bozma taşlarla mücadeleye kaldığım yerden geri dönüyorum.



Taşların arasından kah zıplaya kah hoplaya kah küte pata güm diye ilerlerken yolun ortasında durup duran bir taş ... Allah Allah, tamam yol bozuk ama böyle büyük bir taşın yol ortasında ne işi var? Yeterince hayret edememişken taş kıpırdıyor. Abi, hareket eden taş da biraz fazla artık, halüsinasyonda sınır tanımıyoruz maşallah. Sonra benim hebele hübele bakışlarım arasından “gri-beyaz renkli ve siyah desenleri bulunan taş” sol taraftan kayalara tırmanmaya başlıyor. İşte bu devrede bu hareket eden yaratığı çizgi filmlerdeki kokarcaya benzetiyorum. Son derece yavaş hareket ediyormuş gibi görünse de kolayca kayalara tırmanıyor ve çam ağaçlarının arasında kayboluyor. Son anda çektiğim birkaç fotoğrafta da hiç net belli olmuyor. Bu yaratığı benzetebildiğim en mantıklı şey kokarca olduğu için peşinden gidip de yakın bir fotosunun çekmek hiç mi hiç istemiyorum, hele kokarca olduğunu burnumla öğrenmek kesinlikle istemiyorum. Zor unutulacak eğlenceli bir anı daha hayat log’ları arasına kaydettikten sonra yoluma devam ediyorum.



Yol çok fazla uzamıyor. İlerlerken bisikletin önünden ufak ve ince bir yılanın hızla çalıların içine doğru girdğini görüyorum. Çok garip bir sahne olsa da, nedendir bilinmez, ilgilenmeden devam ediyorum. Eğimlerin şiddeti yavaş yavaş azalıyor ve artık düz yol gibi gelmeye başlıyor. Teyzenin dediği gibi yeni açılmış yol. Sanki birkaç haftalık. Daha yerine oturmamış. Taşlarla kapışmamın temel nedenlerinden biri de bu olsa gerek, az kullanılan ve oturmamış yol. Dozer yolu düzeltip, genişletirken aşağıda kalan ağaçları aşağı doğru eğdirmiş. İlk başta fotoğraf mı yamuk açıdan çekilmiş dedirtecek kadar eğrilmiş ağaçlar. Bitki örtüsü izin verince sağ tarafımda sazlıkların ortasında, denizden kalma birkaç parça göl görüyorum. Oldukça Ufaklar ama yukarıdan izlemesi son derece eğlenceli. Birkaç kare fotoğraf yedekledikten sonra aşağı doğru bakıyorum ve daha hiç manzara görmediğimin farkına varıyorum.



Artık bitmesi gereken yokuşların bittiğini sevinerek görüyorum ve önümde “inme de yanında yat” mantığıyla tadından inilmiyecek kadar tatlı bir yol. Bu sefer can sıkan taşlar, eğlenceyi artıracağından tek yapmam gereken dikkatli ve hızlı bir şekilde inerek “oh,canıma değsin demek” . Öyle de yapıyorum zaten, hızımı dengelemek ve biraz da havaya girmek için son derece gürültülü, ani, keskin, tozlu ... bir fren yapıyorum. Daha önceden de birkaç kere yaşadığım süper, delici, kesici ve dehşet verici harika olayı tekrar yaşıyorum. Hemen önümdeki ağacın tepesinden dev bir kuş havalanıyor. Uçan yaratık, Marlon Brando’nun o karizmatik, heybetli ve yavaş hareketlerine benzer kanat darbeleriyle hava moleküllerini aşağı iterken ben de ağzım açık bir şekilde imrenerek onu izliyorum. Sonra benim neden hala ağzım açık diyerek, ağzımı kapatıyor ve “Baba, büyüksün” nidalarıyla yoluma devam ediyorum. Yol biraz daha rahat artık, resmi Sarsala yoluna girmiş bulunmaktayım ama hala toprak ve taşlı olma özelliğini büyük bir keyifle sürdürmekte. Ben de “Sür bakalım sefanı, biz çekeriz cefanı” diyerek arka tekere biraz daha fazla tork aktarıyorum. Sağ tarafta maviden bir tahtta oturan kralı sembolize edercesine (hani sallanır da bu kadar mı sallanır) önündeki gölün heybetini artıran dev kayalık büyülüyor beni. Bu büyüyü hafıza kartına dijitalize ettikten sonra büyük bir keyifle yoluma devam ediyorum.
 
Scudo

blade

Üye
Kayıt
19 Eylül 2004
Mesaj
28
Tepki
3
Şehir
ankara
Yol tabiki yokuş yine ama bu kadar manzaralı bir yolda ne kadar yokuş olsa çekilir. Bu yolun çıkışı bu kadar keyifliyse, acaba inişi nasıldır diye merak etmekten kendimi bir türlü alı-koya-mıyorum. Yol eğimi biraz rahatlıyor, suyum bir süredir sıfırı tüketmiş halde ilerliyorum ve tam zamanında yol kenarındaki çeşmeyi görüyorum. Ama hemen kenardaki kovanlar ve su içmekte olan arılar yeterince büyük bir tehlike oluşturuyor. Vücudumun kapatabileceğim heryerini birşekilde kapattıktan sonra gayet sakin, sanki hiçbir şey yokmuş gibi suya yaklaşıyorum ve masa tenisi topu (hizmette sınır yok) büyüklüğündeki arılara durumu çaktırmamaya çalışıyorum. Arıları dikiz aynasıyla yandan yandan dikizlemekten kafamı indirip de aşağı baktığımda süper, dehşet verici, sevimli, katastropik, tropik ve dahi kaotik manzarayla karşılaşıyorum. İri diyebileceğim 4-5 kurbağa ağlanası masumiyet ve teslimiyetle gözümün içine bakıyorlar. Şu anda içinde bulundukları ufak havuzcuktan pek çıkışları var gibi görünmüyor. Size bir zararım yok, merak etmeyin dostlar diyerekten suyumu bir an önce doldurup geri çekiliyorum. Bağışıklık sistemimi deliye çevirebilecek nitelikte toksinlere sahip ve biraz argo da olsa bu ‘eşşek arılarıyla’ tekrar uğraşıp da kurbağalarının masumiyetini dijitalize etmiyorum. Doyasıya su içip yoluma devam ediyorum. Geçerken arıların su içtiği yerlerden geçip de, kafalarının tasını attırmak istemiyorum. Ama ne olur ne olmaz, biraz daha seri pedallamanın kimseye bir zararı olmaz.



Her ne kadar çaktırmasa da göl tarafındaki uçum hiç de hata kabul edecek cinsten değil. Ufak bir problemde kendinizi gölün içinde bulmanız olası. Tabi kendiniz sadece tek bir parçaysa ve hala kendinizdeyseniz. Olayın ciddiyetini anladıktan sonra yoluma daha temkinli devam ediyorum. Kayalık ve su birikintileri alışık olmadığımız bir göl tipi bu. Türkiye’deki göllerin özellikle de göller yöresindekilerin (hani bisikletle yarısını gezdik, oradan biliyoruz) karstik ve volkanik tipteki göller olduğunu düşünürsek, bu kayalık ve denizden kalma su birikintisinin ne kadar sıradışı bir manzara olduğunu anlayabiliriz. Manzara ne kadar sıradışı da olsa kulağımdaki çok eğlenceli “Time goes on, yesterday is gone, life moves on, live it before it is gone” kelimeleri gibi bitip geride kalıyor. Birkaç gram daha yokuş çıktıktan sonra iniş başlıyor. Şu anda çok aşırı eğimli gözükmüyor, etraftaki ağaçlar gövde gösterisinde. Son derece yoğun bir bitki örtüsü. Sarsala koyu yeşillikler arasından birkaç kere göz kırpıyor. Ben de bu güzelliği diğer insanlarla paylaşabilmek için ucuz bir kopyasını alıyorum. Kademe kademe indikçe “Ben sandığından daha güzelim” diyor Sarsala. Yine koyun içine doğru inen ralli yollarına başlıyorum. Limitlerde gidilse bacakları titretecek kadar adrenalin salgılattırma potansiyeline sahip olan bu virajları bol fotoğraf ve bol molalı inmek istiyorum. Doya doya ve her metresini ezberleyerek inmek daha uzun vadeli bir eğlence gibi geliyor bana. Fotoğraf makinesini çılgına çevirdikten sonra aşağı doğru kıvrılıyorum. Gittikçe yaklaştığım koyu izlemek ve her kademede biraz daha değiştiğini birebir gözlemlemek oldukça ilginç. Son demlere doğru biraz da hız yaptıktan sonra koyun içine giriyorum. Bir keçi sürüsü ben geldikten sonra dağa doğru harekete geçiyor. Kumsalda ufak bir tur atıyorum. Balıkçılar tekneden gelip arabalara atlıyorlar. Birkaç yat, biraz daha gözden uzak kısmına demirlemiş koyun. Etraf tenhalaştıktan ve ben de yüzme teşebbüsüm hoşuma gitmedikten sonra biraz dinlenip, yola çıkmaya karar verdim. Ufak birkaç bir şey atıştırdıktan sonra ortam sıcaklığı daha da artmadan harekete geçmeye karar verdim. Ralli yollarından yukarı çıkmak hiçbir zaman olmadığı gibi yine kolay olmayacaktı ama bunu düşünmenin hiçbir anlamı yoktu. Yeteri kadar mitokondrinin aynı anda çalışmasıyla ortaya çıkan gücün dönüştüğü mekanik döndürme kuvveti sıcak toprağı kaşımaya başlamıştı bile. Sıcak tahminimden fazla artmıştı yada yükselen hararet değerlerinin nedeni motor sıcaklığıydı. Bir seferde aşırı derece su tüketmeye başladığım zaman, artık manzaranın yeterli olduğunu ve biran önce gölgeye ve daha önemlisi suya ulaşmam gerektiğini farkettim.



Konsantrasyon sağlayarak, her ne kadar zorlayıcı da olsa tempolu bir şekilde yokuşların sonunu getirmeyi başarıyorum. Gölün yanına doğru geldiğimde hem suyum bitmiş hem de oldukça yorulmuştum. Biraz indikten sonra arılardan daha az korkarak ama emniyet tedbirlerimi tam alarak tekrar su doldurdum. Süper kurbağaların sayısı azalmış gibi görünse de, hala eski bakışlarını devam ettiriyorlar. Göle baktığımda ben gelirken havalanmış olan dev kuşun (sanırım Şahin) gölün uzak kısmının üzerinde dönüp dolaştığını görüyorum. Fazla oyalanmadan fantastik downhill kısmına geçmek istiyorum. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra kemerlerimizi bağlıyoruz ve uçuşa geçiyoruz. Daha başlamadan damarlardaki adrenalin yoğunluğu artmaya başlıyor. Bisiklet kısa zamanda hızlandıktan sonra yola çok fazla dikkat etmem gerektiğini biliyorum çünkü taşlar beni aşağı uçurmak için hazır bekliyor. Nadir geçen arabaların süpürdüğü, yolun daha temiz olan kısımlarından gitmem gerekiyor. Aksi takdirde bisiklet Sara hastası gibi titriyor ve tamamen kontrolden çıkıyor. Yani hiçbir tarafa bisikleti yöneltemiyorum çünkü bisikletin ön tekerinin saliseler içinde kayacağını biliyorum. Yanlışlıkla da olsa bu taşlar arasına yüksek hızda girdiğimde sadece bisikletin doğrultusunu korumaya çalışıyorum. Frenler ise tamamen başka bir durum. Frenleri bir cerrah gibi nazikçe ve milimetrelerle sıkmak gerekiyor, biraz fazla sıkılan bir arka fren, arka tekeri kilitlemeye yetiyor ve taşlar üzerinden 70 kilometreye yakın hızlarda sek sek oynamaya sebebiyet verebiliyor. Ön frenden bahsetmeye gerek yok. Ne zaman bittiğini anlayamadığım downhill kısmı, en zevkli kısım olması nedeniyle de belki de birkaç dakika sürüyor. Bu birkaç dakika bile saniyeler gibi geliyor insana. Gölgede hız yapmamdan ve pedala gereğinden az tork iletmemden dolayı düşen motor sıcaklığı, terimin soğuması gibi nedenlerle neredeyse buz kesiyorum. Ciddi bir üşüme seansından sonra yoldan geçen bisikletli bir çocuğa selam veriyorum. Bu yollara bisikletle gelmek, hele yeterli ekipman olmadan, oldukça cesaret isteyen bir durum. Zaten küçük dostun da pek acelesi yok gibi, yürüme hızıyla çıkıyor yokuşları.



Eğim hala devam ettiğinden yer seviyesine inmem uzun sürmüyor. Kısa sürede kafadan bir yol tayin ederek, üstün navigasyon yeteneklerimi kullanıyorum (portakalı soyup, başucuna koyma metodu) Yarı toprak, yarı asfalt bir yoldan ilerlemeye başlıyorum. Daha önceden gördüğüm sazlıklarla çevrili ufak gölcüğün yanından geçtiğimi tahmin ediyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi milyonlarca sinek var. Bisikletle hızla giderken ufak sinekciklerin “pıt, çıt, kıt, mıt” sesleri çıkarark üzerimde mayoneze dönüşmelerini izliyorum. Ağzımı bütün gücümle kapatarak, bir an önce buradan uzaklaşmaya çalışıyorum. Uzun yoldan geldikten sonra arabaların ön tamponunda oluşan sinek tablosunun bir benzerine sahip olmanın verdiği dayanılmaz hafiflikle yoluma devam ediyorum. En sağlam ve mantıklı yolu seçerek ilerliyorum ve sonunda bir köye geliyorum. Bu köyün içindeki karmaşadan da yolu sapıtmadan çıktığımı umarak ilerliyorum.



Sonunda geniş bir ova düzlüğüne kavuştum ve yeterli hava soğutmalı sistemleri çalıştırmak için son viteste pedallara yükleniyorum. Artan güneşle başka türlü başa çıkmamın yolu yok gibi görünüyor. Sonlara doğru iyice bayan kilometreler de, başta ve sonda sessiz ve derinden gelen, ortada maksimuma ulaşan klasik müzik parçası gibi bir gezi yaptığımı sandırtırıyor. Beynim yoğurt kıvamına doğru adım adım yaklaşırken, yol kenarındaki buz dolabı gözüme ilişiyor ve kafa bölgemden aşağı doğru titretici ve soğuk duş etkisi yapan bir su soğutmalı sistem uyguluyorum. 1 dakika sonra hararet yeniden hissedilmeye başlanınca, oyalanmanın yersiz olduğu, bir an önce uzamanın gerekli olduğunu anlıyorum. Bu doğrultuda pedal basınca da hikayenin sonunu getirmek sandığımdan daha çabuk gerçekleşiyor.







Burak Bakay

BLaDe


......


...


Doga harikasi Sarsala fotograflarini ve bu maceranin fotograflarla dakika dakika anlatildigi photoshow dosyasini

(link)

adresinden indirebilirsiniz


.......