Aslında en son söylenecek şeyi en başında söyledim, sizleri ve kendimi yormamak için...
Anlatacak o kadar çok şey, soracak o kadar çok soru var ki, hangisini nereye yazacağımı, nereden başlayacağımı bilemedim. Şimdiden olacakların farkındayım, bu yazı tam anlamıyla bir çorba olacak. Muhtemelen bu yazı ilerledikçe siz de "sen ne diyorsun kardeş?", "yanlış bölümde yazıyorsun" diyeceğiniz içindir ki, şimdiden cevaplıyorum: "Ben ne dediğimi biliyor muyum?"
Bu arada uyarmadı da demeyin; bu yazıyı okumak size hiç bir şey kazandırmayacak. Çekirdek çitlemek gibi bir şey... Çok vakit alır ama elde var sıfır. Sonra bana kızmayın bunca satırdır ne yazdın, ana fikir nedir demeyin... Zira ben ne dediğimi biliyor muyum?
Onküsurlu yaşlarımdaydım, Bulgaristan'dan gelen muhacirler, yanlarında getirdikleri bisikletleri Edirne Tren Gar'ında satarlardı. Oradan alınma, turuncu renkli, katlanır bir Bankah'tı ilk bisikletim. Gerçi okunuşu Balkan'mış lakin ben o zamanlar gördüğümü okurdum. Bankah'tı benim bisikletim; hem de kontra pedal! Ayna yapılarından olsa gerek, çok da hızlıydı kerata. Muadil bisiklet olan Pinokyo'ya tozunu attırırdı. Mecazi anlamda değil, gerçekten de tozunu attırırdı; zira o dönemde asfalt masfalt hak getire...
Gel zaman git zaman, dünyanın kirlenmesiyle aynı hızda büyüdük. Üniversiteyi kazandığımda kendisinden ayrıldığım bisikletimin çalındığını, ilk final dönemi sonrasında eve dönüşümde öğrendim. Babamın dükkanının önünden çalmışlar.
İstanbul'a geri geldiğimde, Bianchi Aspid alabilmek için para biriktirmeye başladım ve geçen zaman göreceli olmak kaydıyla, -kısa veya uzun- bir süre sonra ilk amortisörlü bisikletime kavuştum. Bisikleti sahilyoluyla Karaköy'den Fındıkzade'ye getirmesi iyiydi de; evin önünde bisikletin önünü kaldırdığımda ön lastiğin yerde sabit kaldığını görüp sadece maşanın havalandığını farketmek oldukça kötüydü. Hele bir de çatalın üstüne iniş vardı ki... İlk masraf o zaman çıkmıştı işte: yeni bir maşa. Hazır yeri gelmişken, vidaları sıkma zahmetine girmeyen sevgili satıcı abiyi tekrar yadetmekte bir sakınca görmüyorum. Zaten sigaraya başlamam da aşağı yukarı aynı döneme denk gelir. Ama bunlar birbiriyle bağımsız olaylar olsalar gerek...
Bisikletimle bütünleşmem de aşağı yukarı aynı döneme rastlıyor zaten. Vardiyalı ve part time çalıştığım havaalanına gidiş gelişlerimi şenlendiren bir ulaşım aracı olmuştu artık Aspid'im. Kah sabahın altısında, kah akşamın onbirinde, kah gecenin ikisinde, Fındıkzade-Yeşilköy-Fındıkzade arasında gidip geliyordum. Kask denen şeyden haberim yoktu o zamanlar, eldiven olarak da eczaneden aldığım elastik bandajı sarıyordum ellerime... "Bizim oğlan deli" yakıştırmasına hak kazanmam ise bu sayede olmadı. Keşan-Yayla arasındaki 28 km.lik yolu bisikletimle gittikten sonra annem ve komşuları (ayrılmaz bir ekiptir kendileri) "ah be kızanım, minibüsün saatini mi bilmiyordun?", "yol paracıın mı yoktu?" tadında sorular sormaya başlayınca; "bizim oğlan deli" yakıştırmasının en kestirme yol olduğuna karar vermiştim. Makus talihime boyun eğip, deliliği kabullenmiştim.
Tüm bu tablo, 1995 yılında ilk arabam olan yeşil tospaayı almamla bozuldu. İkinci plana atılmayı kabullenemeyen bisikletim, bir akşam kilitli bulunduğu ağaçtan kurtularak kaçtı. Gerçi arkadaşlarım onun çalındığını iddia ediyorlar ama ben onun ikinci olmayı kabullenemediği için evden kaçtığına inanıyorum. Çok gururluydu kendisi çook. Hatta bu yüzden "bizim oğlan zırdeli"liğe bile terfi etmeyi göze almıştım.
Ne diyorduk; Aspid'im evden kaçtıktan sonra bir daha üzerine başka bisiklet koklayamadım. Ta ki 2001-2004 yılları arasında ağabeyimin bisikletine geçici olarak el koyuncaya kadar. Yoğun sigara kullanımına, 6 senelik verilen araya ve o bisikletin inanılmaz hantallığına bağlı olarak eski tempoma çıkamadığımı farkettim ve kısa turlarla günü kurtarıcı gezintiler yaptım. Ama sonuçta ısınamadım işte... O da bana ısınamamış olacak ki, eski sahibine geri döndü. Gerçi bu konuda, Bursa'da oturan ağabeyim "zorla gelip aldık bisikleti, utanmasan hiç vermeyecektin lan ne yüzsüzsün" dese de, ben bisikletin eski sahibini özlediği için geri döndüğünü düşünüyorum. Evet evet kesinlikle öyle...
Eeee, "yaş gelip geçiyor, evlenmek lazım" dedik, gönlümüzü kaptırdığımız bir dilberle hayatımız birleştirdik 2007 senesinde. Kendisine sorduğum ilk sorulardan birisi bisikletle arasının nasıl olduğuydu. Çok usta değilmiş... Tek başına da gezilmez ki şimdi evin hanımı evde beklerken... Tüh beee'ydi... Hay Allah'tı... Ben öğreteyim'di... Ya düşersem'di... Birer bisiklet alalım'dı... Önce borçlarımız bitsin'di...
Yıl oldu 2009. Borçlarımız bitmedi. Aksine Ağustos ayında ailemize katılacak olan Çınar Bebek'imiz masraflarımızı daha da artıracak belki... Belki mi dedim ben? Belkisi yok ki bu işin... Bir adet Cannondale fiyatına vitessiz, pedalsız bebek arabası aldınız mı siz hiç? Bir hidrolik disk seti parasına, sadece plastik ve bidiğiniz kumaşın eşsiz kombinasyonuyla oluşturulmuş araba koltuğu gördünüz mü rafta?
Masraflar tabii ki artacak.
Ama ne oldu biliyor musunuz? 1991 yılında başlamış olduğum ve 18 sene boyunca aralıksız içtiğim sigarayı 04.06.2009 tarihinde bıraktım (14 güne tekabül ediyor). Hazır sigarayı bırakmışken, ciğerlerimi en kolay ve en kısa sürede nasıl temizleyebilirim diye sordum kendi kendime... Ama sesli değil, sessizce sordum, çünkü artık "zırdeli" sıfatını daha fazla taşımak istemiyordum üzerimde. Aklıma tabii ki bisiklet geldi. Hem işe giderken yakıttan tasarruf, hem ciğer açma, hem de fazla yağların daha da artmasını engelleme. Üçü birarada. Şu anda her gün sigara alırmış gibi parasını kenara koyuyorum. Şimdiden 70 tl, sağ cebimden alınıp sol cebime transfer oldu bile. Bu transfer, sizin de tahmin ettiğiniz gibi bisikletin bonsevisi için biriktirdiğim para.
Arabalarda bile disk fren kullanılmıyorken bıraktığım bisiklet teknolojisinde, gördüğüm gelişmeler dudaklarımı uçuklattı. Gerçi arkadaşlarım, sigarayı bırakınca ilk dört haftada ağızda aftlar görülmesinin normal olduğunu söylüyorlar ama ben bunun bisikletlerdeki teknolojik gelişmelerin bünyede yol açtığı uçuklar olduğundan eminim.
Şu anda da her şeyde olduğu gibi, açgözlülük gitgelleri yaşıyorum. 400 tl bütçe ile çıktığım yolda, "osu da olsun", "busu da olsun", "şu da süppermiş", "e olmuşken o niye olmasın" eklentilerim nedeniyle, 800 liralara ulaştığımı gördüm. Sonra kendime reset attım. "Olum! Yükseltilebilir özellikte asgari özellikler" diye telkin ettim kendimi... Yine Kron XC500, Sedona Borla, Amoeba Hussar'a döndüm... Ya da dönemedim, çünkü Amoeba pahalı geliyordu. Bak gene karıştı araya Hussar... "Alamam abicim seniiii, pahalısın sen. Çık aradaaan". İşte ben bu ikilemleri, üçlemleri, hatta bazen dörtlemleri ha bire yaşıyorum bir haftadır. Şöyle gökten zembille bir bisiklet inse, cebimden bisikletin ederi kadar para eksilse, ben de deli gibi "o mu" "bu mu" "şu mu" "onun şusu var" "bunun busu var" sorularıyla kafayı yemekten kurtulsam...
Sonra, bir konu açsam tanışma/Anadolu yakası bölümüne;
"Ben Çekmeköy'deyim, yakında bisiklet alacağım, Dudullu OSB'deki işime gidip geleceğim" desem; tanışsam komşularımla...
Bir konu açsam bisiklet seçimi bölümüne;
"hangisi alayım" diye sorsam...
Bir konu açsam İkinci el bölümüne;
"arıyorum" diye yalvarsam...
Bir konu açsam tanışma bölümüne;
hiçbir şey anlatmasam; sadece "ben geldim" desem...
Ben de aranıza gelsem...