@Ozan k.
Osmanlı üretmiyordu ve işgale ve genişlemeye dayalı bir sistemdi öyle mi ? Anlat anlat dilimizde tüy bitti ama yine anlatacağız yılmak yok İnşaAllah. Osmanlı her yönden devrinin en yüksek noktasında idi. İlim, bilim, sanat, tıb, astronomi bunları hepimiz biliyoruz fakat itiraf etmek sizlere sorun oluyor. Bizim geri kalışımızın nedeni size şöyle anlatmaya çalışayım. Vakit bulur da okur iseniz buyurunuz.
" Her şeyden önce şunu belirtelim ki: Mü'min, hem davası hem de akıbeti bakımından her zaman, Mü'min olmayandan üstündür. Çünkü mü'min, Allah Teâlâ(C.C.)'ya inanır, yalnız O'nun kulu ve kölesi olur. Sadece Allah Teâlâ(C.C.)'nın dini için savaşır. Ölürse şehit, kalırsa gazi ve mükafâtı cennet olur.
Cenâb-ı Hak(C.C.) şöyle buyurur: "(Ey mü'minler) gevşemeyin. Mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü'min iseniz, (düşmanlarınıza galip ve onlardan) çok üstünsünüz" (Al-i İmran Sûresi, 139) Demek ki bizler gerçek mü'min, Gerçek Müslüman olduğumuz taktirde, kafirlerden daima çok üstünüz.
Müntesibi olmakla şeref duyduğumuz İslam dini, hiçbir zaman kalkınmaya engel, hıristiyanlık veya Yahudilik de kalkınmanın tek çaresi değildir. Çünkü Etiyopya da hıristiyandır. Bırakın kalkınmayı henüz açlık tehlikesini bile yenememiştir. Asırlardır hıristiyan olmaları, Etiyopyalıları dünyanın en fakir halklarından olma durumundan kurtaramamıştır. Amerika'nın hemen bitişiğindeki Meksika da hıristiyan'dır. Ama her tarafında sefalet kol gezmektedir.
Hıristiyan olmak, başlı başına bir kalkınma ve ilerleme sebebi olsaydı, başta Güney Amerika ülkeleri Etiyopya ve Meksika olmak üzere pek çok hıristiyan ülke kalkınırdı. Yahudi dinine mensup Yahudilerin tek devleti olan İsrail ise; eğer İsrail dışında yaşayan Yahudilerin ve Amerika'nın bol para yardımları olmasa, kendi gayreti ile bir devlet olarak ayakta kalması mümkün değildir. Bir de şu önemli hususa temas etmek istiyorum.
Müslümanın her hali İslâm'a uygun olmadığı gibi, gayr-i müslimin her hali de İslâm dışı değildir. Mesela ilim tahsil etmek, çalışkan olmak, sanatta ilerlemek Müslüman'ın vazifesi iken Müslüman bu ve benzeri hususlarda geri kalabilir, gayr-i müslimler de ilerleyebilir. O zaman gayr-i müslimler galip, Müslümanlar mağlup olur.
Dikkat edilirse burada galip olan gayr-i müslimin kendisi değil, galibiyete sebep olan ilim, çalışkanlık ve sanattır. Bunlar ise Hak'tır. Öyle ise bizzat batıl değil, batılın sahip olduğu "Hak sebepler" galip geliyor. Bu da geçici olur.
Ne zaman ki, Müslümanlar İslâmiyeti öğrenip, anlayıp, yaşarsa, o zaman hak sebeplerle hak ehli birleşir ve galibiyeti elde ederler.
İlim, sanat ve çalışkanlık gibi sebepler kuvveti temin eder. Fakat hak sebeplerin hepsi bu kadar değil. Dolayısıyla galibiyette kuvvetin bir payı varsa, Hak'tan yana olanın payı daha büyüktür. İşte mağlubiyetler gaflete dalan Müslümanlara kamçıdır. Bu kamçı ile kendine gelen, İslâmiyet'i yaşamaya başlayan Müslümanlar yine zafer sancağını ellerine alacaklardır inşa Allah.
Allah(C.C.)'ın rahmeti her yere müsavi yağan yağmur gibidir. Bir elma ağacının meyvesi yoksa, yağmurdan yeteri kadar istifade edememiştir. Elmadan daha kıymetsiz olan iğde ise yağmur sayesinde meyvelerini besler, güzel bir hal alır. Şayet bir Müslüman ibadet meyveleriyle süslenmemiş de, bir gayr-i müslim tatlı dil, güler yüz, yardımlaşma ve temizlik gibi meyveleri, hayatının dallarına takmışsa, gayr-i müslim başarılı, Müslüman başarısız olur. Çünkü Allah(C.C.)'ın emir ve yasakları birer hikmettir. Hikmetler zaman, yer ve şahsa göre değişmez. Kim Allah(C.C.)'ın emirlerini tutar, yasaklarından kaçarsa o kazanır. Kim bu sırra tabi olmazsa o kaybeder. Derler ki: Allah(C.C.)'ın lütfu umumidir. Kafirler dahi bu lütufdan faydalanabilir."
Mesela, namaz kılmak nasıl Allah'ın emri ise, havanın sıkışması, suyun kaldırması, elektriğin enerjisi de Allah(C.C.)'ın kanunudur.
Birincisine; "Teşrii evamir", ikincisine; "Şer'i tekvin" denir. Diğer bir ifade ile bunları ifade etmek istersek, namaz, oruç gibi ibadetler Teşri-i evamir, yani kanun hükmündeki emirler... Şer'i tekvin ise, yaratılışa ait kanunlardır. Şer'i tekvinin bir kısmına "tabiat kanunları" da deniyor. Fransa'da zuhur eden natüralizm cereyanı, inkâra saptığı için yanlıştır. Aslında tabiat kanunlarının bütünü, Allah(C.C.)'ın koyduğu kanunlardır.
Şimdi Müslümanlar namaz ve oruç gibi emirlere tabi olup, atomla, elektrikle, su ile ve toprakla ilgili kanunları ihmal eder veya yanlış anlarsa Allah(C.C.)'ın bir kısım emirlerine uymuş, bir kısmına uymamış sayılırlar.
Namaz kılan Müslüman, bu hususiyeti ile gayr-i müslimden üstündür. Fizik, kimya ve benzeri ilim dallarındaki kanunlara uyan gayr-i müslim de bu hususta Müslüman'dan daha başarılı olur. Asıl olan, namaz kılıp, oruç tuttuğumuz gibi fen kitaplarında yazılı kanunları da anlamak ve bunları tatbik etmektir.
Lise kitaplarında Dalton, Kepler, Maryot ve Ohm diye adlandırılan kanunları Allah(C.C.) koymuş, ilim adamları bulmuştur. Böylece Allah(C.C.)'ın kanunları şu veya bu ilim adamının adıyla adlandırılmıştır. İlim adamlarını takdir edeceğiz. Fakat fen kitaplarındaki bütün kanunları koyan Allah(C.C.)'tır sırrını da unutmayacağız.
İslam Aleminin bugünkü ezikliğinin sebeplerine gelince. Bunların: Birincisi ve en önemlisi: İslam alemi ve Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik kalmamıştır. Aralarındaki alakâyı kesmişler, çekişme içerisindedirler. Halbuki Cenab-ı Hak(C.C.) şöyle buyuruyor: "Allah(C.C.)'a ve onun Resulü(S.A.V.)'ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz de kuvvetiniz, yardımınız, devletiniz elden gider. Birde sabr(u sebat) edin, katlanın. Çünkü ALLAH(C.C.) sabredenlerle beraberdir." (Enfal süresi:46)
Bu ayet-i kerîmede Allahü Teâlâ(C.C.), mü'minlere: Kendisine(C.C.) ve Resûlü(S.A.V.)'ne itaat etmelerini; birbirleriyle çekişmeden, kavgadan uzak durmalarını emrediyor. Çekişmenin, mü'minleri başarısızlığa götüreceğini, devletlerini, kuvvetlerini gidereceğini bildiriyor ve böyle bir duruma düşmemeleri için sabretmelerini buyuruyor, Allah(C.C.)'ın sabredenlerle beraber olduğunu vurguluyor.
Rab(C.C.)'bimiz önce "Allah(C.C.)'a ve O'nun Resûlü(S.A.V.)'ne itaat edin" buyuruyor. Zaten bu gerçekleşirse sen-ben olmaz. Allah(C.C.)'ın dediği olur. Sen-ben ortadan kalkar, "Biz" olursa kuvvetimiz dağılmaz. Atalarımız "Biz, biz olursa, biz geçmez bize" demişler. Kur'ân ve sünnetten koparsak, kendi görüşlerimize göre hareket edersek, herkes ve her millet kendisinin haklı olduğunu, bu kaynakları kendisinin yönetmesi gerektiğini ileri sürer ve çekişme başlar. Çekişme başlayınca yüreklere korku girer. Yüreklere korku girince insanın dizlerinin bağı çözülür ve zayıf düşer. İşte Allahü Teâlâ(C.C.)'nın emri bu iken, bugün İslâm âlemi ve Müslümanlar ya birbirleriyle olan alâkalarını tamamen kesmişler veya birbirlerinin düşmanı olmuşlar, bu da yetmiyormuş gibi, birde gayr-i müslimlerle dostluklar," ittifaklar kurmuşlardır. Halbuki bu caiz değildir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin..." (Nisa sûresi: 144)
Kâfirleri ve müşrikleri dost edinmeme konusu Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık zikredilen ve üzerinde durulan bir konudur, Yahudi ve hıristiyanların mü'minlere dost olmayacağı, Müslümanların da onları dost edinmemeleri gerektiği ısrarla belirtilmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah(C.C.)'a aittir." (Nisa suresi: 139)
Gerek milletlerarası münasebetlerde ve gerekse fertler ve topluluklar arası münasebetlerde müminler daima müminlerin yanında yer alacak. Güç, kuvvet ve şerefi bu beraberlikte arayacaklardır. Kendilerini korumak veya güçlenmek için kâfirlere başvuran milletler küçüldükleri gibi, fertler de manevî değerlerinden kayıp verirler.
Cenâb-ı Hak(C.C.) şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkarcılığa sevk ederler."Al-i İmran sûresi: 100
"Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz."Al-i İmran sûresi: 149
İşte bugünkü hüsranın sebebi. Bu sebeple İslâm âleminin, İslâm ülkelerinin, Müslümanların "Hak yol İslâm" da birleşmeleri, Allah(C.C.) ve Resûlü(S.A.V.)'ne itaat etmeleri gerekiyor. Çünkü Müslümanları birleştirip kaynaştıran, toplayıp bütünleştiren kudretin Allah(C.C.) ve Peygambere(S.A.V.) imandan sonra mutlak itaattir.
İslâm toplumları, hayat, ruh, mânâ, güç ve enerji veren bu kudreti her dem şifa sunucu bir iksir olarak içmedikleri taktirde, fitneye kapı açmış olurlar. Çünkü Allah(C.C.) ve Peygambere(S.A.V.) mutlak itaat fitnenin önünde engelleyici en sağlam kapıdır. Ashab-ı Kiram(R.A.)'ı başarıdan başarıya, zaferden zafere götüren ruh ve maya budur. İtaat ve taşıdığı geniş anlam ve hükmü özetleyecek olursak, ilahî murat daha iyi anlaşılmış olur:
a) Hiçbir itiraz ve aksi görüş ortaya koymadan ve böylece bir şey düşünmeden Allah(C.C.) ve Peygamber(S.A.V.)'inin buyruklarını kayıtsız şartsız dinleyip kabul etmek ve zamanı gelince uygulamak.
b) Nefsin heveslerini bir tarafa, dünyevî istekleri gerilere itip, sırf ilahî hoşnutluğa erişmek amacıyla Hakk(C.C.)'a yönelip beşerden istenilen ne ise, onu gücümüz nispetinde yerine getirmek.
c) Kendilerinden olan başlarındaki kumandanı -meşru bütün hususlarda- dinleyip verdiği emirleri yine imkân nispetinde gerçekleştirmek.
d) Görevde ve savaşta kendi nefsine bir pay ayırmayı düşünmeden sırf Allah(C.C.)'ın dinine hizmeti farz bilerek fazilet mücadelesini sürdürmek.
e) Baş olma, lider durumuna gelme heves ve yarışına iltifat etmemek, hizmetin hizmet olduğunu düşünerek, ilahî hoşnutluğa erişme doğrultusunda hareket etmek.. Bunların aksine bir yol tutmanın bölücülerin, bozguncuların, kırıcı ve düşmanlık tohumlarını ekicilerin ekmeğine yağ süreceğini ve faturasının da o oranda ağır olacağını unutmamak gerekir.
İslâm ülkelerinin ve Müslümanların ayrı-gayrı olmaları sebebiyle Müslümanların dünya çapında İslâmî menfaatleri olunca; Müslümanları, bir araya toplayabilecekleri bir teşkilatları yoktur. Bu birliği sağlayacak bir makamları yoktur. Bu yüzden dünyanın her yerinde soyulanlar, horlananlar, zulme uğrayanlar, öldürülenler hep Müslümanlardır. Birlik ve beraberlik içinde olmadığımızdan siyasi hiçbir gücümüz yoktur.
Mesela: Amerika Irak'ı işgal ettiği zaman, bütün İslâm ülkeleri, harbe lüzum kalmadan tek ağızdan Irak'ı 24 saat içinde terk etmezsen, hepimiz Amerika ile siyasî, iktisadî, kültürel, siyasî münasebetlerimizi keseceğiz" diyebilseler, hiç kimse Amerika'nın Irak'ta 24 saatten fazla kalacağını iddia edemez. İslâm ülkeleri arasında siyasî bir birliğin olmayışı, İslâm ülkelerini iktisadî yönden de korkunç zararlara uğratmaktadır. Bugün petrol sayesinde bir para yatağı olan İslâm ülkeleri, ticaretinin yüzde 90'ını Yahudi ve hıristiyanlarla yüzde 10'unu kendi aralarında yapmaktadırlar. Aralarında birlik beraberlik olsa iktisadî yönden de en zengin ülkeler, İslâm ülkeleri olurdu.
Bunun neticesinde de maalesef bugün dünyada bulunan sadece adı İslâm ülkelerinin hepsi, gizli veya açık bir şekilde Batılı devletlerin idaresi altındadır. Yani tam veya yarı bağımlıdır.
İkincisi: İslâm ülkeleri, Müslümanlar İslâm'ın, Kur'ân-ı Kerîm'in çok gerisinde kalmışlardır. Müslümanların pek çoğunun yaşantılarının, hayat tarzlarının İslâm ile, Kur'ân ile pek alâkası kalmamıştır. "Müslüman'ım" deniliyor, fakat Müslüman'ca yaşanılmıyor. Şairin dediği gibi:
Bir elde kadeh, bir elde Kur'ân!
Ne helâldir işimiz, ne de haram.
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!
Müslümanların durumu bu. Allah(C.C.) ve Resûlü(S.A.V)'nün emirleri yerine getirilmiyor. Muhalefet ediliyor. Bakınız Rabbimiz(C.C.) ne buyuruyor: "...O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli, acıklı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (Nûr sûresi: 63)
İşte, şu sıralar İslâm ülkelerinin, Müslümanların başına gelen belâların sebebini bu ayet-i kerîmenin ışığında aramak lâzımdır. Uhud savaşında, Müslümanlar kazanmış oldukları savaşı, sırf Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in bir emrine muhalefet etmeleri sebebiyle kaybetmediler mi? Bugün İslâm ülkeleri, Müslümanlar üstün değilse, zillet çukurlarında yuvarlanıyorlarsa, zalimlerin, kâfirlerin, mürtedlerin, muattıla güruhunun çizmeleri altında eziliyorsa, yumruklarını yiye yiye yerlerde sürükleniyorlarsa, kendimize bakalım. Kime itaat ediyoruz? Allah(C.C.)'a ve Resulü(S.A.V.)'ne mi, yoksa başkalarına ve tağutlara mı? Evet kime? Sabah namazına kalkma, mışıl mışıl uyu. Veyahut sıcak yatağının basında, pijama ile Kevser ve İhlâs Süresiyle namaz kıl, sonra cup diye tekrar sıcak yatağa atla. Ondan sonra Müslümanlar muzaffer olsunlar. Tembel felsefesi bunlar hep. Rabbimiz Mü'minlere "üstün olmayı" vaat ediyor. Şayet üstün değilsek, -ki şüphesiz öyleyiz- öyleyse kendimize bakalım. Kendimizi yoklayalım.
Bu sebeple zararın neresinden dönülürse kârdır. Tevbe edelim. Allah(C.C.)'a kul, Resûlü(S.A.V.)'ne ümmet olalım. Ümitvar olalım. İstikbaldeki en büyük gür sada İslâm'ın sadası olacaktır. Biz İslâm'a sımsıkı sarılırsak ve hakkıyla yaşarsak, şairin: "Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakkın. Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın." dediği gibi, Allah Teâlâ(C.C.)'nın, Nûr sûresi, 55. ayet-i kerîmesinde vaad ettiği husus mutlaka gerçekleşecektir. Cenâb-ı Hak(C.C.) şöyle buyuruyor:
"Allah (C.C.), sizden iman eden ve salih amellerde bulunanlara yemin ile vadetmiştir ki; kendilerinden evvel gelen (Mümin)leri, kafirlerin yerine getirip hakim kıldığı gibi elbette onları da yeryüzünde (kâfirlerin) yerine geçir(ip hükümran ed)ecek ve onlara kendileri için razı olduğu dini (İslâm'ı) yaşama imkanını elbette verecek ve onların (her türlü) korkuların(ı üzerlerinden kaldırdık)dan sonra (hallerini) kat'i bir eminliğe, güvene elbette çevirecektir."
Bu ayet-i kerîme, Müslümanlara, parlak bir geleceği vaat etmektedir. Çok sıkıntı çeken, çok güçlüklere katlanmış olan Müslümanlara, artık korku ve sıkıntı devrinin geçmekte olduğunu, inanıp salih ameller yaptıkları takdirde Allah(C.C.)'ın buyruğu uyarınca hareket etmiş olan önceki Mü'min milletler gibi yeryüzünde hükümran olacaklarını müjdelemektedir. Ancak egemenliğin şartı, imanla beraber salih ameller de yapmaktır. Salih ameller yalnız Allah(C.C.)'a ibadetten ibaret değildir. Dine ve dünyaya ilişkin her şeyi güzel yapmak, ayetin buyruğu içine girer. Şirk koşmadan Allah(C.C.)'a kulluk etmek, zulümden kaçınmak, adam kayırmadan insanlar arasında eşitlik ve adalet sağlamak, sevgi, saygı, sosyal dayanışma, hasılı hiç kimsenin haksızlığa uğratılmaması hep salih amellerdir. İşte böyle sağlam bir toplum ezilmez, hükümran olur."