Derya Keçeci
Forum Bağımlısı
- Kayıt
- 2 Haziran 2011
- Mesaj
- 1.735
- Tepki
- 4.127
- Şehir
- Ankara
- İsim
- Derya
- Başlangıç
- 1970—71
- Bisiklet
- Fuji
- Bisiklet türü
- Yol bisikleti
Bisiklet ve ben II
Hikaye “Yıl 1972” diye başlamıştı.Yer de değişti zaman da:1974 ‘e geldik.
Ankara zordu bizim için.Biz orta halli bir memur ailesi olarak bile haftada iki gün açık hava sinemasına gider;kaynamış mısırından midye dolmasına kadar envai çeşit yiyecek ve içeceğin satıldığı uzun sahil boyunca yürürdük.O yıllarda sahil yolunun hemen başında vapur iskelesi,daha batısında kocataş gazoz fabrikası onun da hemen yanında “gezi” çay bahçesi ve açıkhava sineması vardı.Delikanlıların uluorta sigara ve içki içmeleri çok ayıp karşılandığından muhtemelen daha farklı bir yerlerde olur,buna karşın ,sahilde çoğunlukla orta yaşlı ve yaşlı çiftler gözüme çarpardı.O yıllara özgü kocaman tekerlekli bebek arabalarını,saçları özenle mizampili yapılmış,kalemle çizilmişçesine ince kara kaşlı ve yanağında “Belgin Doruk “ beni olan kadınlar sürer;bugün çoğumuzun dalga geçtiği o eski türk filmlerindeki gibi “Çok mutluyum kocacığım,oh…Allahım ,mutluluğumuz ömür boyu sürsün” Dercesine kocalarının kollarına girer,başlarını da omuzlarına yaslarlardı.Yosun yeşil ve deniz henüz maviydi.
Az ötede,tahta direklerinin üzerindeki iki karışlık alanda saatlerce nöbet tutulan “Dalyan” vardı.Bazı günler,uzun ve çok daha eskilerden kalma “Alamana” larla,dalyana giren orkinosların sahile taşınmasını izlerdik.Herkes her zaman yiyebildiğine göre Lüferin tanesi 1-2 lira olmalıydı.Çinekop’un satılmasının ayıp sayıldığı yıllardı.
…ve şimdi Ankaradaydık.Babam yenimahalle 6.durakta bir ev tutmuş akabinde biz de gelmiştik.Artık alışageldiğimiz pek çok şey uzun bir süre için rafa kalkacaktı..(Ta ki ,babamın tayininin yine İstanbul’a boğazın diğer yakasına çıkıncaya kadar)
Ankarada yaşadığım en mutlu an,ilk bisiklete binişimdi.Birinci bölümde o kısmı detaylı anlatmamıştım,şimdi anlatmanın tam zamanı.
Ankarada yaşıtlarım arasında değişik alışkanlıklar vardı.Top oynamak her yerde popüleritesini koruyordu elbette ancak rekabet acımasız değildi.Yukarı mahalle aşağı mahalle çekişmeleri yaşanmıyor,yaşıtlarımız arasında bile,o devre göre entelektüel sayılabilecek sohbetler yapılıyordu.
Bisikletin haricinde,Ankarada tanıştığım yeni bir iki teker vardı: Tornet…Anlatalım:
Şayet bulabilirsen iki tane orta büyüklükteki rulmanın birini,tahtadan yapılmış ilkel bir maşa’ya,diğerini de 25x50 cm ölçülerindeki tahtanın arka kısmına monte ederek günümüzün scooter’ine benzeyen oldukça ilkel bir araç yapar,tek ayağımız tornette,diğer ayağımızla da yoldan kuvvet alarak zaman zaman oldukça tehlikeli hızlara bile ulaşırdık.
Günlerin uzun olduğu yaz aylarında hem mahalleler arası bir maç yapmak,hem topluca tornet’e binmek ve henüz hava kararmadan evlerin girişlerindeki demirlerin üzerinde topluca sohbet etmek mümkündü.Had’lerin bilindiği yıllardı:Annemiz eve gelmemiz için pencereden bağırmak zorunda kalmazdı.
Hemen karşımızdaki elektrikçide çok vakit geçirirdim.Bisiklete binmeyi bilmiyor olmanın sıkıntısını üzerimden atmıştım zira hangi yaşıtımın bisikleti vardı ki…Birkaç kez ,bisikleti askısından indirip,selesine oturmadan iki ayağımı sıkça yere basarak sürme girişimim olmuş ancak bisikletin o inanılmaz ağırlığını hissedip,bir yana devrilirsem doğrultmaya gücümün yetmeyeceğini anladığımdan,şansımı fazla zorlamamıştım.O yazın sonunda,bisikleti tüm cadde boyunca süreceğimi söyleselerdi asla inanmazdım ancak öyle oldu.
İstemenin ayıp olduğu zamanlarda yetiştiğimizden,büyüklere karşı gösterdiğimiz sevgi ve saygının karşılığını hep almışızdır.Benim de durumum öyleydi.O aşık olduğum,rüyalarıma giren bisikleti bir kez bile istemedim,yaşıtlarım da öyleydi o zamanlar.
“Haydi bakalım delikanlı” dedi elektrikçi ağabey (Adamın adını nasıl unuturum,ayıp bana)…İşte…Bisikletin üzerindeyim.Seleye oturduğumda pedallara basamıyorsam da,ayaklarım yerde değil.Varsın biri arkada bisikleti tutsun. “Yüksek kişilik” sergilemenin zamanı değil.Bırak ağır abiliği,kahkahalarla gül.O anı yıllarca bekledin.İşte şimdi bisikletin üstündesin.
Kural şu:”Sağa doğru düşeyazarsan (Ağabey öyle derdi) sağa dönzer (Aynen yazıyorum) öbür yannı düşeyazarsan, o yannı dönzer.Söylemesi basit,nereden baksan 20 kilo rahat çeken bisikletle,sağa yada sola eğilme averajındaki o kritik noktayı aşarsan,ayakta kalman zordu.Kısacası o bisiklet,düşe kalka öğreneceğin bir bisiklet değildi.
Ancak korktuğum olmadı,çok meraklı insanların öğrenme süreci ne kadar kısa ise benim de öğrenmem oldukça kısa sürdü.
Bağlamanın kırılıp kullanılamayacak hale gelmesine dair sürmekte olan can sıkıntımı sürekli hissediyordum.O aşk,ihanet edebileceğimiunutabileceğim ya da erteleyebileceğim bir aşk değildi.İşte o sebeple babamın “Bisiklet mi bağlama mı” sorusuna “Bağlama” demiştim.Ötesi malum.
Bizim kuşak için her mataryel değerlidir.Bir kurşun kalem,silgi,bir spor ayakkabı,bir meşin top (hiç olmadı)kırık dökük bile olsa bir bisikletin ne kadar değerli olduğunu,yaşıtlarımız çok iyi bilir.Hurdaya atılacak kadar bitik bir bisikleti,günlerce mesai harcayarak baştan yaratmanın,hatta o bisikletle kilometrelerce yol yapmanın keyfini başka ne verebilir ki?
Kendimize ait bir otomobilimiz var,yüzüne bakmam.Eşim kullanır.Zaman zaman kullanmak zorunda olmak bile bana zulüm gelir.İşte bisiklet böyle bir şeydir.
Bugün forumda 4.5-5 kg lık bisikletler konuşuluyor.Küresel yer belirleme cihazlarından,yaktığında otomobil farı gibi önünü ardını aydınlatan bilmem kaç lümen ledlere,al beni diye çığlık atan lastiklerden,saatlerce sanal gezinti yaptığımız bisiklet kıyafeti satan sitelere kadar geldik.
Şimdi ne mi oldu?
Şimdi aynı Kamil amca gibi oldum.Ayakkabımı iste bisikletimi isteme.Arabayı al götür,istediğin zaman getir.Bizim,uğruna milyonlarca garibanın katledildiği petrol zıkkımıyla çalışan otomobille ne işimiz olur.Biz her pedalda kadraja giren görüntünün ve her nefeste yaşanan inanılmaz hazzın tutsağıyız.
Yollarda bizimle kedi fare oynayan deyyuslarla,önümüze ardımıza bira şişesi fırlatan soysuzlarla,bütün gün bisiklete binmemizi anlayamayan tanıdıklarımızla (nasıl tanıdıklarsa bizi asla tanımayan) neden tayt giydiğimizi merak eden “Meraklı” yurttaşlarımızla,uyuz uyuz yatarken bizi gördüğünde arslan kesilip “Yok abi,seni düşürmeden rahat etmeyeceğim” dercesine saldıran köpeklerle ve daha neler nelerle uğraşan;kimseye zerre kadar zarar vermediğimiz halde çoğu zaman “Uzaylı” muamelesi gören ve aslında yanlış zaman ve yanlış yerde olan bir avuç “İnsanız”.
Şimdilerde önceliğim bisikletle ilgili “Farkındalık yaratmak” Yakın bir zaman sonra gerçekleştirmeyi planladığım bazı etkinlikler olacak ancak bunun için aylar öncesinden “Konu” başlatıp sulandırmayı uygun bulmadığımdan,yeri ve zamanı geldiğinde paylaşacağım.
Sevgiyle kalın.
Hikaye “Yıl 1972” diye başlamıştı.Yer de değişti zaman da:1974 ‘e geldik.
Ankara zordu bizim için.Biz orta halli bir memur ailesi olarak bile haftada iki gün açık hava sinemasına gider;kaynamış mısırından midye dolmasına kadar envai çeşit yiyecek ve içeceğin satıldığı uzun sahil boyunca yürürdük.O yıllarda sahil yolunun hemen başında vapur iskelesi,daha batısında kocataş gazoz fabrikası onun da hemen yanında “gezi” çay bahçesi ve açıkhava sineması vardı.Delikanlıların uluorta sigara ve içki içmeleri çok ayıp karşılandığından muhtemelen daha farklı bir yerlerde olur,buna karşın ,sahilde çoğunlukla orta yaşlı ve yaşlı çiftler gözüme çarpardı.O yıllara özgü kocaman tekerlekli bebek arabalarını,saçları özenle mizampili yapılmış,kalemle çizilmişçesine ince kara kaşlı ve yanağında “Belgin Doruk “ beni olan kadınlar sürer;bugün çoğumuzun dalga geçtiği o eski türk filmlerindeki gibi “Çok mutluyum kocacığım,oh…Allahım ,mutluluğumuz ömür boyu sürsün” Dercesine kocalarının kollarına girer,başlarını da omuzlarına yaslarlardı.Yosun yeşil ve deniz henüz maviydi.
Az ötede,tahta direklerinin üzerindeki iki karışlık alanda saatlerce nöbet tutulan “Dalyan” vardı.Bazı günler,uzun ve çok daha eskilerden kalma “Alamana” larla,dalyana giren orkinosların sahile taşınmasını izlerdik.Herkes her zaman yiyebildiğine göre Lüferin tanesi 1-2 lira olmalıydı.Çinekop’un satılmasının ayıp sayıldığı yıllardı.
…ve şimdi Ankaradaydık.Babam yenimahalle 6.durakta bir ev tutmuş akabinde biz de gelmiştik.Artık alışageldiğimiz pek çok şey uzun bir süre için rafa kalkacaktı..(Ta ki ,babamın tayininin yine İstanbul’a boğazın diğer yakasına çıkıncaya kadar)
Ankarada yaşadığım en mutlu an,ilk bisiklete binişimdi.Birinci bölümde o kısmı detaylı anlatmamıştım,şimdi anlatmanın tam zamanı.
Ankarada yaşıtlarım arasında değişik alışkanlıklar vardı.Top oynamak her yerde popüleritesini koruyordu elbette ancak rekabet acımasız değildi.Yukarı mahalle aşağı mahalle çekişmeleri yaşanmıyor,yaşıtlarımız arasında bile,o devre göre entelektüel sayılabilecek sohbetler yapılıyordu.
Bisikletin haricinde,Ankarada tanıştığım yeni bir iki teker vardı: Tornet…Anlatalım:
Şayet bulabilirsen iki tane orta büyüklükteki rulmanın birini,tahtadan yapılmış ilkel bir maşa’ya,diğerini de 25x50 cm ölçülerindeki tahtanın arka kısmına monte ederek günümüzün scooter’ine benzeyen oldukça ilkel bir araç yapar,tek ayağımız tornette,diğer ayağımızla da yoldan kuvvet alarak zaman zaman oldukça tehlikeli hızlara bile ulaşırdık.
Günlerin uzun olduğu yaz aylarında hem mahalleler arası bir maç yapmak,hem topluca tornet’e binmek ve henüz hava kararmadan evlerin girişlerindeki demirlerin üzerinde topluca sohbet etmek mümkündü.Had’lerin bilindiği yıllardı:Annemiz eve gelmemiz için pencereden bağırmak zorunda kalmazdı.
Hemen karşımızdaki elektrikçide çok vakit geçirirdim.Bisiklete binmeyi bilmiyor olmanın sıkıntısını üzerimden atmıştım zira hangi yaşıtımın bisikleti vardı ki…Birkaç kez ,bisikleti askısından indirip,selesine oturmadan iki ayağımı sıkça yere basarak sürme girişimim olmuş ancak bisikletin o inanılmaz ağırlığını hissedip,bir yana devrilirsem doğrultmaya gücümün yetmeyeceğini anladığımdan,şansımı fazla zorlamamıştım.O yazın sonunda,bisikleti tüm cadde boyunca süreceğimi söyleselerdi asla inanmazdım ancak öyle oldu.
İstemenin ayıp olduğu zamanlarda yetiştiğimizden,büyüklere karşı gösterdiğimiz sevgi ve saygının karşılığını hep almışızdır.Benim de durumum öyleydi.O aşık olduğum,rüyalarıma giren bisikleti bir kez bile istemedim,yaşıtlarım da öyleydi o zamanlar.
“Haydi bakalım delikanlı” dedi elektrikçi ağabey (Adamın adını nasıl unuturum,ayıp bana)…İşte…Bisikletin üzerindeyim.Seleye oturduğumda pedallara basamıyorsam da,ayaklarım yerde değil.Varsın biri arkada bisikleti tutsun. “Yüksek kişilik” sergilemenin zamanı değil.Bırak ağır abiliği,kahkahalarla gül.O anı yıllarca bekledin.İşte şimdi bisikletin üstündesin.
Kural şu:”Sağa doğru düşeyazarsan (Ağabey öyle derdi) sağa dönzer (Aynen yazıyorum) öbür yannı düşeyazarsan, o yannı dönzer.Söylemesi basit,nereden baksan 20 kilo rahat çeken bisikletle,sağa yada sola eğilme averajındaki o kritik noktayı aşarsan,ayakta kalman zordu.Kısacası o bisiklet,düşe kalka öğreneceğin bir bisiklet değildi.
Ancak korktuğum olmadı,çok meraklı insanların öğrenme süreci ne kadar kısa ise benim de öğrenmem oldukça kısa sürdü.
Bağlamanın kırılıp kullanılamayacak hale gelmesine dair sürmekte olan can sıkıntımı sürekli hissediyordum.O aşk,ihanet edebileceğimiunutabileceğim ya da erteleyebileceğim bir aşk değildi.İşte o sebeple babamın “Bisiklet mi bağlama mı” sorusuna “Bağlama” demiştim.Ötesi malum.
Bizim kuşak için her mataryel değerlidir.Bir kurşun kalem,silgi,bir spor ayakkabı,bir meşin top (hiç olmadı)kırık dökük bile olsa bir bisikletin ne kadar değerli olduğunu,yaşıtlarımız çok iyi bilir.Hurdaya atılacak kadar bitik bir bisikleti,günlerce mesai harcayarak baştan yaratmanın,hatta o bisikletle kilometrelerce yol yapmanın keyfini başka ne verebilir ki?
Kendimize ait bir otomobilimiz var,yüzüne bakmam.Eşim kullanır.Zaman zaman kullanmak zorunda olmak bile bana zulüm gelir.İşte bisiklet böyle bir şeydir.
Bugün forumda 4.5-5 kg lık bisikletler konuşuluyor.Küresel yer belirleme cihazlarından,yaktığında otomobil farı gibi önünü ardını aydınlatan bilmem kaç lümen ledlere,al beni diye çığlık atan lastiklerden,saatlerce sanal gezinti yaptığımız bisiklet kıyafeti satan sitelere kadar geldik.
Şimdi ne mi oldu?
Şimdi aynı Kamil amca gibi oldum.Ayakkabımı iste bisikletimi isteme.Arabayı al götür,istediğin zaman getir.Bizim,uğruna milyonlarca garibanın katledildiği petrol zıkkımıyla çalışan otomobille ne işimiz olur.Biz her pedalda kadraja giren görüntünün ve her nefeste yaşanan inanılmaz hazzın tutsağıyız.
Yollarda bizimle kedi fare oynayan deyyuslarla,önümüze ardımıza bira şişesi fırlatan soysuzlarla,bütün gün bisiklete binmemizi anlayamayan tanıdıklarımızla (nasıl tanıdıklarsa bizi asla tanımayan) neden tayt giydiğimizi merak eden “Meraklı” yurttaşlarımızla,uyuz uyuz yatarken bizi gördüğünde arslan kesilip “Yok abi,seni düşürmeden rahat etmeyeceğim” dercesine saldıran köpeklerle ve daha neler nelerle uğraşan;kimseye zerre kadar zarar vermediğimiz halde çoğu zaman “Uzaylı” muamelesi gören ve aslında yanlış zaman ve yanlış yerde olan bir avuç “İnsanız”.
Şimdilerde önceliğim bisikletle ilgili “Farkındalık yaratmak” Yakın bir zaman sonra gerçekleştirmeyi planladığım bazı etkinlikler olacak ancak bunun için aylar öncesinden “Konu” başlatıp sulandırmayı uygun bulmadığımdan,yeri ve zamanı geldiğinde paylaşacağım.
Sevgiyle kalın.