Bilimsel Haberler Ve Gelişmeler

Scudo

lepidoptera

Forum Demirbaşı
Kayıt
6 Kasım 2007
Mesaj
458
Tepki
419
Şehir
Samsun
Kocaeli - AA- Kocaeli Üniversitesinde (KOÜ) 4 ay önce kurulan Kök Hücre ve Gen Tedavileri Araştırma ve Uygulama Merkezinde (KÖGEM) bilim adamları, Türkiye'de ilk kez dişten kök hücre elde edip, üretti.

Süt dişi, 20 yaş dişi ile çürük bir dişin sinirinin de içinde bulunduğu pulpa adı verilen bağ dokusu, ayrıca periodontal dokusu olmak üzere 2 ayrı bölgeden izole edilerek üretilen hücreler, gelecekte çürük bir dişin tedavisinde, hatta yeni bir dişin oluşumunda kullanılabilecek.

KÖGEM'in laboratuvarlarında 2 aydır üretimi yapılan bu kök hücrelerde, kıkırdak, kemik, sinir, karaciğer, kas hücresi yapmak üzere farklılaştırma çalışmalarına da başlandı.

KÖGEM Müdürü Prof. Dr. Erdal Karaöz, amaçlarının, modern tıbbın tedavi edemediği sağlık problemlerini gelecekte kök hücre, doku, organ mühendisliği teknolojilerini kullanılarak tedavi etmek için gerekli bilgi birikimine ulaşarak, evrensel bilime katkı sağlamak olduğunu söyledi.

KÖGEM'de insan ve hayvan hücre kültürü, hücre dondurma saklama, moleküler, Flow sitometri, immunohistokimya, mikroskopik görüntüleme olmak üzere 7 laboratuvar bulunuyor.
 

lepidoptera

Forum Demirbaşı
Kayıt
6 Kasım 2007
Mesaj
458
Tepki
419
Şehir
Samsun

Evrenin sırlarını çözmeyi hedefleyen insanlık tarihinin en büyük deneyi 10,09,2008De başlıyor. Ancak sorun şu ki, pek çok kişi bu deneyi çok da kavrayabilmiş değil. Bu deney tam olarak ne? Nasıl yapılacak, ne işe yarayacak? İşte bu sorulara da yanıt veren en yalın ve kapsamlı haber...


Türk Fizik Derneği Genel Başkanı İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü Nükleer Fizik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Baki Akkuş, İsviçre’de bulunan CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) yapılacak insanlık tarihinin en büyük deneyi hakkında sorularımızı yanıtladı. Evrenin sırlarını çözmeye yönelik deney bugün başlayacak.

Deneyin amacı nedir?
CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) projesinin amacı, “büyük patlama” sonrasında yaşanan yüksek enerji ve yüksek yoğunluğu yaratmaktır.

NE ELDE EDİLECEK?
Bu yaratılınca ne elde edilecek?
Bu deney 3 soruya yanıt arayacak:
Birincisi, maddeye kütle kazandıran parçacık olan “Higgs parçacığı”nı bulmak, “Büyük Patlama” teorisini ispatlamak.
İkincisi “karanlık madde”nin ne olduğunu anlayabilmek. Evrenin yaklaşık yüzde 30’unun “karanlık madde”den oluştuğunu biliyoruz. Fakat ne olduğunu, içeriğini bilmiyoruz. Buradaki amaç yüksek enerjiye ulaşıp “karanlık madde”yi deneylerde ortaya çıkarıp özelliklerini ölçmek.
Üçüncü olarak da, fizik kanunlarına göre evrenin yarısının anti maddeden oluşması gerekiyor. Ama evrende anti madde yok denecek kadar az. Çünkü her parçacığın bir anti maddesi var. Evren bu kanunun üzerine kurulmuş. “Büyük patlama”dan sonra bu anti maddeye ne oldu? Bu sorunun yanıtı aranacak. Maddenin ve evrenin nasıl oluştuğu anlaşılacak.
Parçacıkların neden kütlesi olduğu, bu kütlenin varlığının sağladığı düşünülen “Higgs parçacığı”nın keşfedilmesi ve evrenin yüzde 96’lık bilinmeyen kısmının ne olduğu gibi sorular cevabını bulacak.

BAŞKA YARARI VAR MI?
Deneyin başka nelere, örneğin teknolojiye katkısı ne olacak?
Fizik kanunları değişebilir, gelişebilir veya yeni kanunlar ortaya çıkabilir. Hatta birçok yeni parçacıkların da ortaya çıkması bekleniyor. Önce en küçük parça olarak atomları biliyorduk. Sonra çekirdeği bulundu. Sonra çekirdeğin içinde nötron, protonların var olduğunu öğrendik.
Bilimsel merak bu kez de proton ve nötronların içinde kuarklar ve gluonların var olduğunu buldu. Şimdi onların içinde de neler olduğu ortaya çıkabilir. Bilgisayar, elektronik, nanoteknoloji, süperiletkenler, yeni malzemelerin geliştirilmesi, enerji teknolojisi, savunma ve uzay sanayiinde çok büyük teknolojik gelişmelere yol açacak. Bilindiği gibi internetin de çıkış yeri CERN’dir. Hatta şimdiden bilgisayar teknolojisinde çok yeni gelişmeler oldu bile.

DENEY DÜNYAYI YUTMAZ
Deneyin maliyeti ne olacak?
10 milyar doları bulması bekleniyor.

Bu deney hangi aşamada?
Yarın LHC’nin içine 100 milyar civarında proton içeren bir paket verilecek ve hızlandırılmaya başlanacak.
Bu protonlar saat ibresi yönünde döndürülerek hızlandırılmaya başlanacak. 1 veya 2 ay sonra eğer şartlar uygunsa bu sefer, başka bir proton paketi bu kez saat ibresinin tam tersi yönde LHC’ye verilecek ve hızlandırma işlemi devam edecek. Teknik olarak şartlar uygunsa çarpışma işlemi gerçekleştirilecek. Yani çarpışma olayı tahminlere göre önümüzdeki ekim veya kasım ayında gerçekleşecek. Hem saat yönünde, hem aksi yöndeki protonlar, LHC’nin hızı 7 trilyon elektron volta ulaştığı zaman çarpışma gerçekleştirilecek. Bu çarpışma sonucunda açığa çıkacak enerji yoğunluğuyla, “büyük patlama”dan sonraki enerji yoğunluğu yaratılmış olacak.

Bulgulara ulaşmak ne kadar sürer?
Maddeye kütle kazandıran “Higgs parçacığı”nın bulunmasının 2 yıllık bir süre alacağı tahmin ediliyor. Toplam deneylerin süresi ise 10 yıl olarak planlanıyor. LHC’nin üzerinde farklı yerlerde 4 adet dedektör bulunuyor. ATLAS ve CMS dedektörleri, “Higgs parçacığı”nı bulmaya çalışacak. LHCb dedektörü, “büyük patlama” anında madde ile eşit miktarda olduğu düşünülen anti maddeyi bulmaya çalışacak. ALICE dedektörü ise, “büyük patlama”dan hemen sonra evrenin ilk mikro saniyelerinde daha protonlar oluşmadan ortaya çıkan kuark ve gluonları dedekte edecek. Çarpışmalar bu dedektörlerin içinde olacak.

TÜRKİYE’NİN KATKISIDeney tehlikeli mi?
Bu deneyde çarpışma sonucunda açığa çıkacak enerji, “büyük patlama” anından sonraki kısa bir zaman dilimindeki enerji yoğunluğuna karşılık gelecek. Bu enerjinin dünyayı içine alacak bir kara delik oluşturması ve dünyayı yutması mümkün değil. Bunun gerçekleşebilmesi için kabaca 10 üzeri 48 elektronvoltluk (trilyon kere trilyon kere trilyonluk) bir enerji gerekmektedir. Bu da mümkün değil.

Deneye hangi ülkeler destek veriyor?
Bu deneye Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD, Rusya, Çin, Hindistan, Japonya da katılıyor. Ciddi paralar harcanıyor. Bu deneyler sırasında bilinmeyenler elde edilirken, kullanılan alet ve cihazlar da yeni deneniyor.
Deneye katkı veren ülkeler, teknolojik gelişmelerden büyük yararlar sağlayacak. Buradaki gelişmeleri kendi ülkelerine transfer edecekler. Ülkeler ileri teknolojiyi kullanabilmek ve refah düzeylerini artırmak için de bu deneylere destek veriyorlar. Bu çalışmalara destek vermeyen, ileri teknoloji üretmeyen ülkelerin varlıklarını sürdürmeleri mümkün değil.

Türkiye bu deneyin neresinde?
CERN’e tam üye olmadığımız için biz bu deneyde söz sahibi değiliz. Fakat deneye Türk fizikçileri de katkı sağlıyor.
 

Faik BİLGİN

Forum Demirbaşı
Kayıt
15 Şubat 2008
Mesaj
406
Tepki
170
Şehir
Amasya/Merzifon
Paylaşım için çok teşekkürler.Eminimki birçok kişi bunları bilmiyordur.Etrafımda ki insanlar bile birçok şey söylüyor ama hiçbirisi doğru değil.Emeğine sağlık.
 
  • Beğen
Tepkiler: lepidoptera

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
Oregon State Üniversitesi’nden bir ekip, bu soruya cevap bulabilmek için dünyanın en yüksek ağaçlarından biri olan Douglas Köknarı (Pseudotsuga menziesii) üzerinde yaptığı araştırma ile bu devlerin en fazla 138 mt yükselebileceğini ortaya koydu. Aynı soruya cevap arayan farklı araştırma sonuçlarını destekler nitelikteki bu bulgunun tüm ağaçlar için geçerli olabileceği belirtiliyor. Bunu tespit etmek için farklı türler üzerinde araştırmalar devam edecek.
Ağacın hücre yapısının, suyu taşıyan damarlarına hava kabarcıklarının girmesini engelleyecek şekilde olması gerektiğini belirten Prof.Barb Lachenbruch ekliyor: “Eğer 1 mt uzunluğunda bir samanınız olsaydı ve içine su çektikten sonra dilinizin altına iliştirseydiniz, suyun ağırlığı nedeniyle diliniz hafifçe samanın içine çekilirdi. Eğer bunu 100 mt uzunluğunda bir su sütunu ile yaparsanız, çekim kuvveti inanılmaz sert olacaktır. İşte bu durum, ağaçların içindeki hücre çeperlerine uygulanan yüksek kuvveti ve hava kabarcıklarının içeriye nasıl girdiklerini açıklıyor.”
5 farklı kümedeki, boyları 6 metreden 85.5 metreye kadar değişen 16 farklı Douglas köknarı üzerinde çalışan ekip, yükseklik arttıkça hücre yapısının da değişikliğe uğradığını tespit etti. Köknarların odunu temel olarak traheid olarak adlandırılan ölü hücrelerden oluşur ve hücrelerin kenarlarında valf gibi çalışan geçitler vardır. Bunlar sayesinde su bir hücreden diğerine geçebilir. Yükseklik arttıkça –hava kabarcıklarının girerek tıkanmaya yol açmasını engellemek için- bu geçitler küçülüyor, böylece üst gövde ve yapraklara daha az su ulaşıyor. Ve bir noktada su iletimi artık imkansız hale geliyor. Ekip bu sınırı 138 mt olarak hesaplamış. Ama hata payı olabileceğini de ekleyerek, 131 mt ile 145 mt arasında değişebileceğini belirtiyorlar.
Günümüzde bilinen en yüksek Douglas Köknarı Oregon’da bulunuyor ve bu ünvanı 100.3 mt ile elinde tutuyor. Tüm ağaçların rekortmeni ise 115.55 mt yüksekliğindeki bir sekoya (Sequoia sempervirens).

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Eylül.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
İnsan, şempanze, goril, orangutan ve babun gibi bazı primatların, ayrıca yunus ve fil gibi diğer bazı yüksek memelilerin aynada kendilerini tanıyabildikleri zaten biliniyordu. İlk defa olarak memeliler dışındaki bir hayvanın da bu beceriye sahip olduğu kanıtlandı. Bu şeref, memelilerden çok farklı bir beyin yapısına sahip olan kuşların en zeki üyelerinden saksağana ait.
Frankfurt’taki Goethe Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü’nden Dr.Helmut Prior ve ekibinin 5 saksağan üzerinde yaptığı deneylerden ilkinde, araştırmacılar kuşların vücutlarının farklı yerlerine -sadece aynada görebilecekleri şekilde- sarı ve kırmızı etiketler yapıştırdılar. Aynada bu etiketleri gören saksağanlar, hemen gagalarıyla ve pençeleriyle çıkarmaya çalıştılar.
Kontrol amacıyla yapılan bir diğer deneyde yapıştırılan siyah etiketler ise kuşlar tarafından görülemediği için aynı tepkiye neden olmadı. Ayrıca aynanın olmadığı durumlarda da hiçbir etiketi fark etmiyorlardı.
Yalnızca bu bulgulardan yola çıkarak saksağanlarda bilincin varlığının iddia edilemeyeceğini vurgulayan araştırmacılar devam ediyorlar: “Yine de sonuçlar, daha önce sadece bazı zeki memelilerin sahip olduğu düşünülen bir özelliğe bazı kuşların da sahip olabileceğini göstermesi açısından ilginçtir. Dikkate değer olan bu yetenek, en azından bilincin bir önkoşulunu oluşturuyor.”
Diğer bazı kuşlar da aynada kendilerini gördüklerinde bir tepki gösterirler ama kendi görüntülerinin farkında olup olmadıkları net değildir. Papağanların da nispeten yüksek zihinsel yetenekleri vardır fakat saksağanların da dahil olduğu kargaların en zeki kuş ailesi olduğu biliniyor. Kargalar farklı amaçlar için alet kullanabiliyorlar, ayrıca kendi aletlerini yapabiliyorlar. Örneğin düz bir teli büküp kanca haline getiriyor ve bunu uzun bir tüp içindeki küçük yemek kovasını çıkarmak için kullanabiliyorlar.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Eylül.08
 
  • Beğen
Tepkiler: lepidoptera

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
Sadece eğitimli yunusların yaptığı bir numara olan kuyruk yürüyüşü, vahşi doğadaki yunuslar tarafından da gerçekleştiriliyor ise bu ne anlama gelir? Avustralya’nın güneyindeki Adelaide kenti yakınlarındaki bir şişe burunlu yunus grubunda gözlemlenen bu davranışın kaynağı, 20 yıl önce bir akvaryumda birkaç hafta tedavi görmüş olan Billie isimli bir dişi. Aslında Billie bu akvaryumda sadece hastalığı nedeniyle kalmış ve hiç eğitim almamış. Ama yine de birlikte olduğu yunuslardan bu numarayı görerek öğrenmiş olduğu düşünülüyor. Ve okyanustaki arkadaşlarının yanına döndüğünde ilk işi yeni numarası ile hava atmak olmuş. Diğer dişiler de yeni numarayı hemen kapmışlar.
Grubu uzun zamandır incelemekte olan bilim insanları, daha önce gözlemedikleri bu davranışı grupta yeni bir kültür oluşumu olarak açıklıyorlar. Balina ve Yunusları Koruma Derneği(WDCS)’nden Dr.Mike Bossley, “Bunu tam olarak ne amaçla yaptıklarını bilemiyoruz” diyor ve ekliyor: “Bu davranışın sadece bir oyun mu olduğu, yoksa bir iletişim şekli mi olduğunu anlamak için sistemli gözlemler yapıyoruz.”
Aslında bu gözlem, yunuslarda yeni bir kültürün oluşumu ve iletimine ait ilk örnek değil. Yunusların, -özellikle de şişe burunlu yunusların- çok zeki ve sosyal canlılar oldukları, yeni öğrendikleri davranışları birbirlerine aktardıkları zaten biliniyor. Daha önce Batı Avustralya’da yine bir şişe burunlu yunus grubunun burunlarına bir sünger parçası takıp bunu eldiven olarak kullandıkları gözlenmişti. Böylece, besin ararken okyanusun dibindeki keskin kabuklardan ve zehirli balıklardan korunuyorlar. Bu davranışın sadece küçük bir grupta gözlenmiş olması, bir dişi yunus tarafından keşfedildikten sonra yavrularına da öğretilmiş olduğu anlamına geliyor. Böylece türün genelinde olmayan bir kültür edinmiş oluyorlar.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Eylül.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
Canlılar dünyasındaki davranışlara bencilliğin hakim olduğu düşünülür. Fakat bunun istisnaları olan özgeci (toplum yanlısı) davranışlar da fazlasıyla mevcut ve araştırmalar devam ettikçe doğa bizi şaşırtmaya devam ediyor. Örneğin kahverengi kapuçin maymunları (Cebus apella) öyle görünüyor ki belirli koşullar altında paylaşmayı sadece almaya tercih ediyorlar.
Atlanta’daki Emory Ün. Yerkes Ulusal Primat Araştırmaları Merkezi tarafından gerçekleştirilen deneylerde maymunlara yiyecek alabilecekleri iki farklı türde jetonlar verildi. Bencil jetonu kullandıklarında sadece kendileri bir elma dilimi alırken, özgeci jetonu kullandıklarında hem kendileri hem de o deneydeki eşleri birer elma dilimi ile ödüllendirildiler.
Farklı deneylerde maymunların şu üç kritere göre tercihlerini şekillendirdikleri görüldü: Yakınlık, görünürlük ve eşit değerde ödül almak. Yakınları, yani akraba veya arkadaşları ile eşleştirildiklerinde özgeci jetonu tercih ettikleri, yani onlara da elma dilimi kazandırdıkları gözlendi. Yabancı maymunlara karşı ise o kadar cömert değiller ki, onlarla eşleştirildiklerinde bencil jetonu tercih ettiler.
Partnerin daha iyi bir yemekle ödüllendirildiği eşitsiz durumlarda özgeci davranışta azalma görülürken, maymunların birbirlerini görmelerinin mümkün olmadığı durumlarda ise dikkat çekici şekilde yine bencil jeton seçildi.
“Jetonu kullananın kendi ödülü değişmediği halde, kapuçinlerin yakınları için baskın olarak özgeci davranışı tercih etmelerinin nedeni başka bir maymunun yiyecek almasının kendilerini manevi yönden tatmin etmesi olmalı” diyen ekip lideri Frans de Waal şu sözleriyle devam ediyor: “Özgeci davranışın temelinde empati olduğuna inanıyoruz. Empati, insan dahil tüm hayvanlarda yakınlık ile birlikte yükselir. Çalışmamızda da, yakın olan eşler daha çok özgeci davranış gösterdiler. Tanıdıklarının refahını umursuyor gibi görünüyorlardı.”

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Ekim.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
Türümüz, yani modern insan (Homo Sapiens) tarafından geliştirilen ilk taş aletlerin, nesli tükenmiş akrabalarımız Neandertaller’inkinden daha ileri olmadığı ortaya çıktı. Bu bulgu ile modern insanın daha gelişmiş taş teknolojisi sayesinde Neandertal’e karşı üstünlük kazandığı fikrine şüphe düştü.
Bilim insanları, sadece modern insan tarafından kullanılmış olan taş dilgilerin gelişimini ve etkinliğini sıklıkla türümüzün üstün zihinsel yeteneklerinin delili olarak gösterirler. Bunu test etmek için araştırmacılar, hem Neandertaller hem de ilk modern insanlar tarafından kullanılmış olan ve “yonga” olarak tanımlanan geniş taş aletleri yeniden ürettiler. Ayrıca, daha sonra H.Sapiens tarafından geliştirilmiş daha dar bir taş olan “dilgi”ler de üretildi.
Araştırmacı ekip kıyaslamayı yapabilmek için, üretilen aletlerin sayısı, kesici kenarların sayısı, hammadde tüketimindeki verimlilik ve aletlerin dayanıklılığı gibi verileri analiz etti. Sonuçta iki türün taş teknolojisi arasında istatistiki bir fark olmadığı tespit edildi. Hatta bazı yönleri ile, Neandertaller tarafından kullanılmış olan yongalar, modern insan tarafından kullanılmış olan dilgilerden daha etkin görünüyordu.
İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nden araştırmaya liderlik eden Türk bilim insanı Metin Eren, “İki türün kullandığı aletler arasında net bir avantaj olmadığı görülüyor. Artık Neandertaller’den bahsederken ‘aptal’ veya ‘az gelişmiş’ olduklarını değil sadece ‘farklı’ olduklarını düşünmemiz gerekiyor. Bizim atalarımız varlığını sürdürürken Nenadertaller’in yok olmalarının farklı nedenleri olmalı ve bilim insanlarının şimdi bunu araştırmaları gerekiyor” diye konuştu.
Neandertaller (Homo neanderthalensis) tarih sahnesine 400.000 yıl önce çıktılar. Bu bodur ve güçlü avcılar, zirveye ulaştıklarında batıda Britanya ile İber Yarımadası’ndan, güneyde İsrail’e ve kuzeyde Sibirya’ya kadar yayılan geniş bir alana hükmettiler. Bu arada H.Sapiens Afrika’da evrimleşti ve 40.000 yıl önce Avrupa’ya yerleşerek Neandertaller’i yerlerinden etti. 10-15 bin yıl kadar atalarımızla aynı toprakları paylaşan Neandertaller’in son kalıntıları ise 28.000 ile 24.000 yılları öncesine aittir.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Ekim.08
 
  • Beğen
Tepkiler: tt2000 ve gezerfen

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
“atomaltı fizikte kendiliğinden simetri kırılmasının işleyişini keşfi için”

“doğada en az üç farklı kuark ailesi olduğunu öngören simetri kırılmasının kökenini keşifleri için”

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi bu yıl Nobel Fizik Ödülü’nü maddenin doğasına yeni bir kavrayış sağlayan iki ayrı keşfe paylaştırdı. Bu keşifler ile dünyanın kusursuz şekilde simetrik hareket etmemesinin nedeninin mikroskobik seviyedeki simetriden sapmalar olduğu ortaya konulmuştu.
Atomaltı fizikte “kendiliğinden simetri kırılması” (spontaneous broken symmetry) olarak tanımlanan mekanizmayı keşfinden dolayı Japon asıllı ABD vatandaşı Yoichiro Nambu ödüle layık görüldü. Nambu, 1960’lı yıllardaki bu keşfi ile evrenin dört temel kuvvetinden yerçekimi dışındaki üçünü birleştiren standart fizik modelinin oluşmasına yardımcı olmuştu. Standart Model (SM), gözlemlenen maddeyi oluşturan, şimdiye dek bulunmuş temel parçacıkları ve bunların etkileşmesinde önemli olan üç temel kuvveti açıklayan kuramdır. Sözü geçen bu kuvvetler, elektromanyetik kuvvet, zayıf nükleer kuvvet (elektro-zayıf kuvvet) ve güçlü nükleer kuvvettir. Şu anda 87 yaşında olan Nambu, Chicago Üniversitesi’ndeki Enrico Fermi Enstitüsü’nde görev yapıyor.
Ödülün kalan yarısı da yine Japon bilim insanlarına gitti. Makoto Kobayashi ve Toshihide Maskawa’yı ödüle götüren, doğada en az üç farklı kuark ailesinin varlığını öngören simetri kırılmasının kökenini keşifleri oldu. 2 aileli durum için ilk defa Nicola Cabibbo tarafından yazılan matris, 3 aileli duruma Makoto Kobayashi ve Toshihide Maskawa tarafından genelleştirildiği için onların isimlerinin baş harfleri ile anılır: CKM matrisi. Kobayaşi ile Maskava çalışmalarında kuarkın altı tipini öngördüler: yukarı, aşağı, olağan dışı, çekici, alt ve üst.
1940 doğumlu Maskawa, Kyoto Üniversitesi’nde ve Kyoto Sangyo Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapıyor. 1944 doğumlu olan Kobayaşi ise Japonya’daki Yüksek Enerji Hızlandırıcı Araştırma Örgütü’nde çalışıyor.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Kasım.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
“GFP (yeşil floresan proteini)’nin keşfi ve geliştirilmesi için”

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi bu yılki Nobel Kimya Ödülü’nü GFP’nin keşfi ve geliştirilmesine katkıda bulunan üç bilim insanı arasında paylaştırdı: Japon Osamu Shimomura, Amerikalı Martin Chalfie ve Roger Y. Tsien.
Fevkalade parlak bir şekilde ışıldayan yeşil floresan proteini (GFP) ilk olarak 1962 yılında Aequorea victoria isimli güzel bir denizanasında gözlenmişti. O andan itibaren bu protein modern biyolojinin en önemli araçlarından biri haline geldi. GFP’nin yardımı ile araştırmacılar -beyindeki sinir hücrelerinin gelişimi veya kanser hücrelerinin yayılması gibi- daha önce gözlem imkanı olmayan süreçleri izlemelerini sağlayan yollar geliştirdiler.
Canlı bir organizmada, önemli kimyasal süreçlerde etken olan onbinlerce farklı protein bulunur. Eğer bu protein makinesinde bir arıza olursa sonuç hastalık olacaktır. İşte bu nedenle biyoloji bilimi için bedendeki farklı proteinlerin işlevlerini belirlemek zorunlu olmuştur.
Bu yılın Nobel Kimya Ödülü, GFP’nin keşfine ve onun biyolojide bir araç olarak kullanılmasını sağlamış olan bir dizi önemli geliştirmeye verildi. DNA teknolojisini kullanarak, araştırmacılar GFP’yi diğer ilginç fakat normalde görünmez olan proteinlere bağlıyorlar. Bu parlayan işaretleyici sayesinde proteinlerin hareketleri, konumları ve etkileşimleri izlenebiliyor.
Araştırmacılar GFP’nin yardımı ile aynı zamanda bazı hücrelerin de akıbetini takip edebiliyorlar. Örneğin, Alzheimer hastalığı anında sinir hücrelerinde oluşan tahribatı veya gelişmekte olan embriyonun pankreasında insülin üreten beta hücrelerinin nasıl meydana geldiklerini izleyebiliyorlar. Muhteşem bir deneyde araştırmacılar bir farenin beynindeki farklı sinir hücrelerini bambaşka renklerle işaretlemişlerdi.
GFP’nin keşfinde aşağıdaki üç ödül sahibine ait aslında tek bir hikaye var:
Osamu Shimomura: A.victoria isimli denizanasından GFP’yi ilk defa izole eden bilim insanı oldu ve bu proteinin ültraviyole ışık altında yeşil renkle parladığını keşfetti. 1928 Tokyo doğumlu olan Shimomura, Princeton Üniversitesi’nde görev yapıyordu.
Martin Chalfie: GFP’nin değerini çeşitli biyolojik olgular için kullanılabilen ve ışık saçan bir genetik işaretleyici olarak kanıtladı. Deneylerinden birinde, GFP’nin yardımı ile saydam bir yuvarlak solucan olan Caenorhabditis elegans’ın 6 adet hücresini renklendirdi. 1947 doğumlu olan Martin Chalfie, Columbia Üniversitesi’nde görev yapıyor.
Roger Y. Tsien: GFP’nin nasıl ışık yaymakta olduğu sorusunun cevabına katkıda bulundu. Aynı zamanda, yeşilin ardındaki renk paletini genişleterek araştırmacıların çeşitli protein ve hücreleri farklı renklerle boyamalarına olanak sağladı. Bu sayede bilim insanları farklı biyolojik süreçleri aynı anda izleme imkanına sahip oldular. 1952 New York doğumlu olan Roger Y. Tsien, 1989 yılından beri California Üniversitesi’nde görevini sürdürüyor

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Kasım.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
“rahim ağzı kanserine yol açan insan papilloma virüsünü keşfi için”

“H.I.V.’i keşfettikleri için”

Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü bu yıl Karolin Enstitüsü tarafından iki ayrı virüs keşfine paylaştırıldı. Harald zur Hausen, rahim ağzı kanserine yol açan papilloma virüsünü keşfi ile ödüle hak kazandı. Françoise Barré-Sinoussi ve Luc Montagnier ise, bağışıklık sistemini zayıflatan AIDS’e neden olan H.I.V. virüsünün keşfi ile ödüle ortak oldular.
Harald zur Hausen, yaygın kanıya karşı çıktı ve insan papilloma virüsü (HPV - Human Papilloma Virus)’nün rahim ağzı kanserine yol açtığı fikrini ortaya attı. Rahim ağzı kanseri kadınlar arasında en yaygın ikinci kanser türüdür. Sadece bazı HPV türleri kansere yol açıyor. Bu keşif ile, HPV enfeksiyonunun doğasının nitelendirilmesi, HPV kaynaklı kanser oluşumunun mekanizmasının anlaşılması ve koruyucu aşıların geliştirilmesi sağlanmış oldu. 1936 doğumlu Alman bilim insanı Harald zur Hausen, Düsseldorf Üniversitesi’nde tıp eğitimini aldı. Virüsü 1980’lerin başında keşfetmişti. Şimdi ise Alman Kanser Araştırma Merkezi’nin kurucu başkanı ve bilim direktörü.
Ödülün diğer ortakları olan Françoise Barre-Sinoussi ve Luc Montagnier ise bu başarıya H.I.V. (Human Immunodeficiency Virus) keşifleri ile ulaştılar. H.I.V. hızla yayılır ve bağışıklık sistemini zayıflatır. AIDS hastalığı ilk olarak 1981 yılında ortaya çıkmıştı ve Françoise Barre-Sinoussi ile Luc Montagnier Françoise tarafından 1983 yılında keşfedilmişti. Bu keşif, hastalık biyolojisini anlamamızda ve tedavisinde ön koşullardan birini yerine getirdi. Fakat, keşfi yapan bilim insanlarının hiç beklemediği bir şekilde, hastalığın tedavisi için gerekli aşı geliştirme çalışmaları halen sonuçlandırılamadı. Bu konuda çok daha erken bir çözüm beklemekle yanılmış olduklarını itiraf eden bilim insanları önümüzdeki yıllarda da ekonomik kriz nedeniyle hastalıkla mücadelenin sekteye uğramasından endişe duyduklarını belirttiler
Barré-Sinoussi, 1947 yılı Fransa doğumlu. Pastör Enstitüsü’nde viroloji (virüs bilimi) eğitimini aldı. Halen aynı enstitüde profesör ve yönetici olarak görev yapıyor. 1932 Fransa doğumlu olan Luc Montagnier ise Paris Üniversitesi’nde viroloji eğitimi aldı. Şimdi ise Paris’teki Dünya Aids Araştırma ve Önleme Vakfı’nda yöneticilik yapıyor.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Kasım.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
“uluslararası çatışmaları önlemek adına birkaç kıtada ve otuz yıldan uzun bir süre boyunca göstermiş olduğu değerli çabaları için”

Norveç Nobel Komitesi, 2008 Nobel Barış Ödülü’ne 197 aday arasından Finlandiya’nın eski cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari’yi layık gördü. Gerek Finlandiya’nın eski bir kamu görevlisi ve cumhurbaşkanı olarak, gerekse uluslararası boyutta -çoğunlukla Birleşmiş Milletler’e bağlı olarak- üstlendiği görevler ile Ahtisaari bütün yetişkin hayatı boyunca barış ve uzlaşma için çalıştı. 1937’de -bugün Rusya sınırları içinde kalan- Viipuri’de dünyaya gelen Martti Ahtisaari, 1965 yılında adım attığı diplomatik hayatı boyunca pek çok uluslararası arabuluculuk görevini yerine getirdi. Çabaları, daha barışçıl bir dünyaya ve uluslararası kardeşliğe önemli katkılarda bulundu.
· 1989-90 yıllarında Namibya’nın Güney Afrika’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmasında önemli bir pay sahibi oldu. O yıllarda Birleşmiş Milletler’de Namibya özel temsilcisi olarak görevli idi. Bunu en büyük başarısı olarak görüyor.
· 2005 yılında kendisi ve organizasyonu Kriz Yönetim Girişimi (Crisis Management Initiative – CMI), Endonezya’nın Açe eyaletindeki zor problemin çözümünde merkez haline geldi.
· Önce 1999’da ve sonra tekrar 2005-07 yıllarında, Kosova’daki savaşa bir çözüm bulabilmek için zor koşullar altında çabaladı. Sırp lider Miloşeviç’in ikna edilmesinde başrolü üstlendi.
· 2008’de CMI aracılığıyla ve diğer kurumlarla işbirliği halinde Irak’taki sorunlar için barışçıl çözüm çabalarına destek verdi.
· Kuzey İrlanda’daki (Katolik-Protestan sorunu), Orta Asya’daki ve Afrika Boynuzu’ndaki çatışmaların çözüme ulaştırılması için yapıcı katkılarda bulundu.

Her ne kadar savaş ve çatışmaları önlemek arabulucuların temel sorumluluğu olsa da, Norveç Nobel Komitesi barış ödülünü birkaç defa uluslararası politikadaki arabuluculara verdi. Ahtisaari yorulmak bilmez çabaları ve ortaya çıkardığı iyi sonuçlar ile, uluslararası çatışmalarda nasıl arabuluculuk yapılabileceğini herkese gösterdi. Norveç Nobel Komitesi, diğerlerinin de bu çaba ve başarılardan ilham alması umudunu özellikle vurgulamak istiyor.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Kasım.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
“yeniklerin, şiirsel maceranın ve duygusal coşkunun yazarı, aynı zamanda mevcut medeniyetin altında ve ötesinde insanlığın kaşifi olduğu için”

2008 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’ne Fransız yazar ve çevirmen Jean-Marie Gustave Le Clezio uzandı. Böylece Fransa, Nobel edebiyat ödüllerinin sayısını 14’e çıkarmış oldu. Akademi, Le Clezio’nun Avrupa dışındaki kıtaların uygarlıklarına nüfuz etmeyi başardığını vurguladı. Ödülün diğer adayları arasında Thomas Pynchon, Don DeLillo ve Suriyeli şair Adonis de vardı. Ülkemizden ise Yaşar Kemal, Leyla Erbil ve İlhan Berk aday gösterilmişlerdi.
Nobel Edebiyat ödülleri Alfred Nobel'in belirttiği şekilde her yıl bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara verilmektedir. Alfred Nobel’in bu sözü aslında başta tartışmalara neden olmuştu. İsveç dilinde 'idealisk' kelimesi 'idealistik' veya 'ideal' olarak çevrilmektedir. Bu nedenle Lev Tolstoy ve Henrik İbsen gibi dünyaca tanınmış yazarlar başlarda yazdıkları yeterince idealistik bulunmadığından ötürü bu ödülü alamamışlardır.
1940 yılında Nice kentinde dünyaya gelen Le Clezio, Nice Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimini ve doktorasını tamamladı. Halen Bristol ve Londra üniversitelerinde öğretim üyeliği görevine devam ediyor. Çok sık seyahat etmek zorunda kalan Le Clezio yedi yaşında başladığı yazma sevdasından hiç vazgeçmedi. Eserleri daha ziyade Meksika, Büyük Sahra, Paris ve Londra’da geçmektedir. 1963 yılında yazmış olduğu Tutanak isimli ilk kitabı ile Renaudot Ödülü’nü almıştı. Asıl ününü ise Fransız Akademisi tarafından Paul-Morand ödülüne layık görülen 1980 tarihli Çöl isimli eseri ile kazandı. Bu romanında, Sahra’da yok olan bir kültürü ve istenmeyen göçmenlerin gözünden Avrupa’yı anlatmıştı. 1994’te “Yaşayan En Büyük Fransız Yazar” seçilen Le Clezio’nun Çöl, Ournia, Göçmen Yıldız, Okyanus Kokusu ve Angoli Mala, Altın Balık, Tutanak gibi eserleri Türkçe’ye çevrilmişti.
Hatırlanacağı üzere yazarımız Orhan Pamuk 2006 yılında bu ödülü ilk defa olarak ülkemize kazandırmıştı.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Kasım.08
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
“ticaretin yapısı ve ekonomik etkinliklerin lokasyonu konularındaki analizleri nedeniyle”

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi bu yılın Nobel Ekonomi Ödülü’ne yukarıda belirttiği nedenden dolayı ünlü ABD’li ekonomist Paul Krugman’ı layık gördü. Princeton Üniversitesi’nde Ekonomi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde profesör olan 1953 doğumlu Krugman, aynı zamanda New York Times gazetesinde köşe yazarlığı da yapıyor.
Ticaretin yapısı ve lokasyon her zaman için ekonomik tartışmaların kilit konularından olmuştur. Serbest ticaretin ve küreselleşmenin etkileri nelerdir? Dünya çapındaki kentleşmenin itici güçleri nelerdir? Paul Krugman bu sorulara yanıt bulmak için yeni bir teori geliştirdi. Böylece, uluslararası ticaretin ve ekonomik coğrafyanın farklı araştırma alanlarını bütünleştirdi.
Krugman’ın yaklaşımı, “ölçek ekonomisi” kavramına, yani mal ve hizmetlerin yüksek miktarlarda daha ucuza üretilebileceği ilkesine dayanıyor. Tüketiciler sürekli olarak çeşitli ürünlerin arzını talep ederler. Bunun sonucunda, yerel bir pazar için düşük ölçekli üretimin yerini tüm dünya pazarı için büyük ölçekli üretim alır. Böylece benzer ürüne sahip firmalar arasında rekabet oluşur.
Geleneksel ticaret teorisi ülkelerin farklı olduklarını varsayar ve neden bazı ülkelerin tarım ürünleri ihraç ederken diğerlerinin sanayi ürünleri ihraç ettiklerini açıklar. Yeni teori, dünya ticaretinin neden benzer koşullara sahip olan ve –otomobilde hem ithalatçı hem ihracatçı olan İsveç gibi- benzer ürünlerin ticaretini yapan belirli ülkelerin egemenliğinde olduğunu açıklıyor. Bu türdeki ticaret uzmanlaşmayı ve büyük ölçekli üretimi sağlıyor, böylece daha düşük fiyatlar ve ürün çeşitliliği oluşuyor.
Azalan nakliye maliyetleri ile birleşen ölçek ekonomisi, aynı zamanda neden giderek daha fazla insanın şehirlerde yaşamaya başladığı sorusunun cevabını da veriyor. Düşük nakliye maliyetleri, kendi kendini güçlendirip ivmelendiren bir sistemi tetikleyebilir. Böylece, büyümekte olan metropoller sayesinde büyük ölçekli üretimde, maaşlarda ve ürün çeşitliliğinde artış görülür. Bu ivme ile şehirlere göçte artış olur.

Kaynak: Bilim ve Gelecek dergisi - Kasım.08
 

Nevzat KÖSEOĞLU

Forum Bağımlısı
Kayıt
11 Kasım 2006
Mesaj
1.470
Tepki
593
Şehir
Samsun
http://img.sabah.com.tr/im/2008/12/11/4B46FAA02D6E1642BED193AEr.jpg


Amerikalıların başını çektiği uluslararası bir bilim adamı ekibi, ilk kez Dünya kabuğunu şekillendiren bir jeolojik olayı kaydetti.

Amerikan basınına göre, Purdue Üniversitesi'nden Profesör Eric Calais başkanlığındaki araştırmacılar, birbirinden ayrılan ve yüzeye doğru erimiş kayaları püskürten iki Afrika tektonik plakasının hareketini ölçtüler.

"Bent hareketi" verdikleri bu yeryüzü kabuğu hareketini ilk kez ölçümleyerek kaydeden bilim adamları, bu jeolojik olay sonucu iki plaka arasında en az 10 km uzunluğunda ve 1,5 metre genişliğinde bir magma duvarı oluştuğunu belirttiler.

Bu tip bent hareketlerinin ince okyanus kabuğunda daha önce oluştukları bilinirken, bilim adamları ilk yeryüzü kabuğunun bu ince tabakasındaki jeolojik hareketi doğrudan gözlemleme ve rakamlarla ölçme imkanı buldular.

Bu jeolojik hareketin, Dünya'nın nazik dış kabuğu "litosfer"in nasıl kırılarak ayrıldığı ve hareket ettiğini gösteren önemli bir olay olduğunu belirten araştırmacılar, kıtaları iten ve çeken güçlerin kabuğu kıracak kadar güçlü olmadıklarını, ancak sürekli bent hareketinin litosferi zayıflattığını ve böylece daha az güçle kırılgan hale getirdiğini kaydettiler.

Çalışmanın ayrıntıları Nature dergisinin bu haftaki sayısında yayımlanacak.

Kaynak:(link)
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
Evrim kuramının sistematiğini ilk kez doğru olarak açıklamış olan Charles Darwin'in doğumunun 200. yıldönümü ve aynı zamanda "Türlerin Kökeni" isimli eserinin 150. yıldönümü nedeniyle 2009 yılı Darwin yılı ilan edildi ve pek çok etkinlik yapılacak.

2009 yılı şu iki kurum tarafından Darwin yılı olarak kabul edildi:
1) UNESCO
2) IUBS (Uluslararası Biyolojik Bilimler Birliği)
(link)

Türkiye'de yapılmış ve yapılacak etkinliklere örnekler:
(link)
(link)

Charles Darwin 1831 yılında Beagle isimli gemi ile İngiltere'den yola çıktı ve Güney Amerika'yı dolaştı. Özellikle Galapagos Adaları'ndaki canlılar üzerinde yapmış olduğu gözlemler neticesinde elde ettiği bulguları 1859 yılında "Türlerin Kökeni" isimli eseri ile yayımladı. Bu eserinde canlıların evrim geçirerek farklı türlere dönüştüğünü, bu sürecin temel mekanizmasının da doğal seçilim olduğunu söylüyordu.
Doğal seçilim şu anlama geliyor: çevreye daha uyumlu olan (daha güçlü değil) hayatta kalır ve daha çok üreme şansına sahip olur, bir sonraki nesile genlerini aktarma şansı daha yüksek olur ve böylece türler o anda içinde bulundukları çevreye uyumlu olacak şekilde evrim geçirirler. Yani uyumlu olanın -mesela uzun kuyruklu olanın- ömrü boyunca 20 yavrusu olurken, yeterince uyumlu olamayanın -mesela kısa kuyruklu olanın- ömrü boyunca 3 yavrusu olur. Çünkü eşler, özellikle de dişiler çiftleşmek için daha uyumlu olanı tercih ederler; ayrıca yeterince uyumlu olamayan birey daha kısa bir ömür sürecektir. Böylece bir sonraki nesilde uzun kuyruklu sayısı daha çok olacaktır. Bunun gibi değişimler arttıkça türün karmaşıklığına göre uzun vadede yeni türler ortaya çıkar. Bakteriler gibi basit canlılarda evrim süresi elbet daha kısadır ve tıpta bundan yararlanılmaktadır.

İlk andan itibaren büyük yankı uyandıran bu bulgular daha sonra başta genetik alanında yapılan çalışmalar ve fosil bulguları olmak üzere farklı bilimsel yöntemlerle kanıtlandı. Özellikle 20. yy. başında Gregor Mendel'in kalıtım yasalarını ortaya koyması o yıllar için en büyük kanıt olmuştu. Daha sonra DNA'nın yapısının, canlı DNA'larındaki benzerliklerin, ara türlere ait fosillerin keşfedilmesi ile evrim hipotezi bir teori haline geldi ve bilim dünyası tarafından genel kabul gördü.

Darwin'in bir diğer önemli eseri ise İnsanın Türeyişi'dir.
Evrim teorisi canlıların nasıl oluştuğunu açıklamaz, sadece yeni türlerin nasıl oluştuklarını açıklar. Canlılardaki tür çeşitliliğin nasıl oluştuğuna dair tek bilimsel teori evrim teorisidir, bu konuda başka bir bilimsel teori yoktur. Ama evrim teorisi denince akla sadece Darwin gelmemeli. Canlıların evrim ile yeni türler oluşturduğu bilim dünyası tarafından kabul görmekle birlikte, mekanizmanın işleyişi konusunda detaylarda farklı görüşler bulunmaktadır. Örneğin artık kabul görmüyor olsa bile Lamarck, Darwin'den önce farklı bir evrim teorisi ortaya atmıştır. Günümüzde de detaylar konusunda farklı görüşler mevcuttur.

Konu hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler şu kaynaklardan faydalanabilirler:

TÜBA'nın (Türkiye Bilimler Akademisi) bildirileri:
(link)
(link)

Tübitak yayınlarından çıkmış olan çok sayıda kitap...

Bilim ve Gelecek dergisi ve bu derginin yayınları...

Ali Demirsoy'un kitapları (Kalıtım ve Evrim)

(ilk aklıma gelenler bunlar)
 

gatila

Forum Bağımlısı
Kayıt
9 Mayıs 2008
Mesaj
615
Tepki
812
Şehir
çerkezköy
Galileo Galilei'nin kendi yaptığı teleskobu gökyüzüne çevirip gezegenleri incelemeye başlamasının 400. yıldönümü olması nedeniyle 2009 yılı UNESCO ve IAU (Uluslararası Astronomi Birliği) tarafından Dünya Astronomi Yılı ilan edildi..

Türkiye'de çok güzel etkinlikler yapılmakta.
(link)

Çok önceleri dünyanın düz olduğuna inanılıyordu. Thales (MÖ 624-545) gibi bazı filozoflar dünyanın küresel olduğunu biliyor olsalar da, insanların geneli dünyanın düz olduğunu inanırdı. (Çünkü üstünde durmaktaydılar. İnsan yuvarlak bir şeyin nasıl üstünde durabilir ki!) :)

Ayrıca yerin ve göğün katlar halinde olduğunu inanılırdı. Katların sayısı hakkında 52'ye kadar çıkan farklı görüşler olmakla birlikte, genel kanı 7 yer ve 7 gök katı olduğu şeklindeydi. Ki malum, 7 sayısı inançlarda kutsaldır. Bu katlara her inanç kendince anlamlar yükledi. Mesela cehennem yer katlarından birindeydi, yıldızlar ise gök katlarından birindeydi. Yani düz dünyanın üzerinde üste üste kristal küreler düşünün (fanus gibi); her bir kürede farklı bir amaç, farklı bir kullanım var. Alttakilerde güneş, yıldızlar, gezegenler var; üsttekilerde ise ilahi varlıklar var. (o zamanlar güneşin yıldız olduğu bilinmiyordu, bu nedenle farklı katmanlarda olduklarına inanılırdı) Yıldızların tek bir küre üzerinde, yani dünyaya eşit uzaklıkta, o kürede asılı duran fenerler olduğuna inanılırdı. Bu inançlardan gelen "yerler ve gökler" ifadesini dini metinlerde hala sıklıkla görebiliriz.
Dediğim gibi farklı inançlar vardı, ben sadece örnekler veriyorum. Mesela bazılarına göre 7 göğün hepsinde güneş, ay ve her birinde bir tane olmak üzere 5 gezegen vardı. O zamanlarda sadece 5 gezegenin varlığı bilinirdi.

Batlamyus (Ptolemeus), MS 2. yyda Roma hakimiyetindeki İskenderiye'de yaşadı. Almagest ve Coğrafya isimli eserleri kendi alanlarında yüzlerce yıl başvuru kaynağı oldu. Coğrafya'da dünyanın küre olduğu tartışmasız bir gerçekti. Ama bu eserin Latincesi ancak 1472'de basıldı. Bu dönemde Avrupa halen düz dünyaya inanıyordu. Batlamyus bu modeli (çemberler üzerine çemberler ekleyerek) geliştirdi. Yani Batlamyus aslında dünyanın düz değil küre olduğunu ortaya koymuştu ama hala gök katlarına inanıyordu. Batlamyus'un sisteminde ay dahil 7 gezegen vardı.

Dünyanın düz olduğu inancı son bulmuştu ama hala evrenin merkezinde olduğumuza inanıyorduk. Cisimlerin yere düşmesinin nedeni olarak da bu gösterilirdi. İnsan kendini özel bir varlık olarak gördüğü için "merkezde olmak" fikrinden kopması çok güç olmuştu. Tabi farklı görüşler de vardı, mesela Samoslu (sisamlı) Aristarkus (MÖ 310-230), evrenin merkezinde güneşin olduğunu söylemişti.

Batlamyus'tan sonra Ortaçağ boyunca bilimsel gelişim İslam Medeniyeti'nde sürdü. Al Battani, Al Fargani, Harizmi, İbn Yunus, İbn-i Sina (Hamedan Gözlemevi), Ömer Hayyam (Melikşah Gözlemevi), Meraga Gözlemevi'nde Nasırettin Tusi ve nihayet Semerkant Gözlemevi'nde Uluğ Bey, Kadızade Rumi ve Ali Kuşçu ile İslam astronomisi yer merkezli sistemi geliştirmeye çalıştı. İslam Medeniyeti'nin astronomları, matematiğe ve gözlem aletlerinin gelişimine çok önemli katkılarda bulundular. İslam Medeniyeti'ndeki çalışmalar, büyük gözlemci Tycho Brahe'nin (1546-1630) çağdaşı Takuyiddin'e (1521-1585) yani İstanbul Rasathanesi'ne kadar sürdü. Ama önerilen evren modellerinin öngörüleri gözlemle doğrulanamıyor, gezegenler gökyüzünde öngörüldükleri konumda gözlenemiyordu.

Kopernik (1473-1543) "Gök Kürelerinin Dönmesi Üzerine" isimli kitabında, kitaptakilerin evrenin bir gerçekliği değil sadece matematiksek modeli olduğunu söyleyerek, Aristarkus'un Güneş merkezli evren modelini yeniden öne sürdü. Batı biliminin başladığı nokta olarak kabul edilen Kopernik'in modeli, o günkü hristiyan anlayışının yanısıra Aristo'nun ortaçağ boyunca geçerliliğini koruyan yer merkezli Dünya görüşü ve fiziği ile çeliştiği için benimsenmedi. Kopernik zamanında 6 gezegenin varlığı bilinmekte idi. Uranüs 1781'de, Neptün 1846'da ve Pluton 1930'da keşfedildiler. Ki hatırlayacağınız üzere Pluton 2006 yılında gezegen statüsünü kaybetti ve yoluna "cüce gezegen" olarak devam ediyor. Yani artık 8 gezegenliyiz.

Galileo Galilei (1564-1642), Copernicus'tan yaklaşık bir asır sonra onu ciddi biçimde savunan tek kişidir. Galileo, 1609 yılında kendi yaptığı teleskopu kullanıp Ay'daki kraterleri, Güneş'teki lekeleri ve Jüpiter'in Galileo uyduları adıyla anılan 4 büyük uydusunu ilk gören insandır. Gözlemlerini 1610'da "Yıldız Habercisi" isimli kitabında yayımlamıştır. Fakat Ay-altı alemin varlık ve bozulma alemi, Ay-üstü alemin ise ebedi ve kusursuz olduğu öğretisi ile yetişen çağdaşı bilim adamlarını bir türlü ikna edememiştir. Venüs ve Merkür'ün Ay gibi evre göstermeleri, Jüpiter ve uydularının Copernicus modelini temsil etmesi Gaileo'yu Güneş merkezli evren modeline ikna etmeye yetmiştir. Ama elindeki kanıtlar ne engizisyon mahkemesini ne de çağdaşı bilim adamlarını inandıracak derecede kuvvetliydi. Dialoghi adlı yapıtındaki sözleri nedeniyle 70 yaşında dizleri üzerine çöktürülüp İncil'e el basarak buluşlarını yadsımaya zorlandı.

Dünya'ın kendi etrafında ve Güneş etrafında döndüğü, Copernicus'tan 300 yıl sonra, sırasıyla B.L. Foucault'un (1819-1868) sarkaç deneyi ve 1838 yılında F.W.Bessel'in (1714-1846) paralask ölçüm ile kanıtlandı. Şüphesiz bu keşifler teleskopun kullanılmasından sonra mümkün olabilmiştir. Astronomi ve astrofiziğin gelişmesi 1609 yılında dürbünün teleskop olarak kullanılması ile doğrudan ilintilidir.

Öte yandan Kepler'in 1609'da yayımladığı "Astronomia Nova" (Yeni Astronomi) kitabının astronomi ve astrofiziğin gelişimindeki rolü de teleskoptan hiç aşağı değildir. Kepler bu kitapta hocası Tycho Brahe'nin gözlemlerini, özellikle Mars gözlemlerini incelemesinden sonra o meşhur yasalarından birinci ve ikincisini ilan etmiştir. Birinci yasada Kepler, gezegenlerin Güneş etrafında dairesel değil elips yörüngelerde dolandıklarını, elipsin odaklarından birinde Güneş'in olduğunu söylemektedir. Kepler'in ikinci yasası ise, Güneş ile gezegeni birleştiren doğrunun eşit zamanlarda eşit alanlar süpürdüğünü ifade eder. 1619'da yayımlanan üçüncü yasa, elips yörüngenin yarı büyük eksen uzunluğunun küpünün, yörünge periyodunun karesine bölümünün sabit olduğunu belirtir.


Aslında Astronomi yılı ile Darwin yılının aynı anda kutlanıyor olması çok güzel bir tesadüf. Çünkü bu iki bilimsel olay insanın çok özel bir varlık olduğu görüşüne indirilmiş en büyük darbelerdir. Kopernik ve Galileo bize evrenin merkezinde olmadığımızı göstermişlerdir, ki bunu kabul etmek çok zor olmuştur. Darwin ile -o zamana kadar- en doğru şekilde açıklanmış olan ve sonrasindaki bulgularla kanıtlanmış ve geliştirilmiş olan evrim teorisi ise bırakın evrende özel olmayı dünyada bile özel olmadığımız, doğanın sıradan bir parçası olduğumuz gerçeğini yüzümüze vurmuştur. Tabii ki sıradan olmayı kabullenmek yine zor olmaktadır. Son sözü Ömer Hayyam'a bırakırsak belki bu işi kolaylaştırır :)

Bilge, yüce varlığın seyrine dalar;
Gafil ise onda dostluk düşmanlık arar.
Deniz, deniz olduğu için dalgalanır,
Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar.


Yazının bilimsel bilgi içeren bölümleri Prof.Dr. Zeki Eker'in yazısından alınmıştır. Fesefi yorumlar ise bana ait :)