Mert N. Kök
Üye
- Kayıt
- 18 Haziran 2013
- Mesaj
- 81
- Tepki
- 54
- Şehir
- Manisa - İzmir
- Bisiklet
- Salcano
Ön Bilgi: Bu turu, Ağustos 2014 başında yapıp; bu yazıya da turdan hemen sonra başlayıp; bir kaç paragraf sonra sıkılıp bırakmıştım. Turun üzerinden aylar geçtikten sonra ise, yeni ve daha uzun tur planlarımı gerçekleştirebilmek için yazın gelmesini zor beklediğimin farkına vardım. Havaların nasıl davranacağı kestirilemeyen şu günlerde tura çıkmaya cesaret edemediğimden, tur bana gelsin dedim ve yazarak o anları tekrar yaşadım. Umarım ilk turumun heyecanını sizlere de bir nebze olsun yansıtabilirim.
Uzun süredir şehirlerarası tur hayaliyle yanıp tutuşan ben, suya düşen birkaç tur planım sonrası, ilk şehirlerarası turumu gerçekleştirmenin zamanının çoktan geldiğinin farkındaydım artık. Yılmayıp; Gökova ve Çeşme planlarımdan sonra bir tur planı daha yapmaya koyuldum. Assos turu planı. Bu plan, diğerlerinden farklıydı. Her ne olursa olsun çıkacaktım bu tura artık.
Hedefim, Assos'a ulaşmaktı. İzmir’den 260 kilometre. Günlük turlar yapan ve bu turlarında da 50 km yi geçmemiş biri için ideal bi uzun yol denemesi gibiydi. Yine de kendimi zorlamak istemeyip, İzmir'den Aliağa'ya kadar giden İzban'a bisikletimle binip, hem şehir trafiğini atlatmış olacaktım, hem de yolumu 50 km civarı kısaltıp, turumu tatil havasında, yorulmadan, geze geze tamamlayacaktım. Konaklamam muhtemel merkezler arası mesafeleri de listeleyip, günlük yapabileceğim kilometreye göre konaklayacağım yeri belirleyecektim.
Tur hazırlıklarına başladığımı öğrenen bisiklet gezilerine başlama vesilem olan arkadaşım da(Yasin) hemen planıma dahil olunca, turun daha eğlenceli bir hal alacağı ortaya çıkmaya başladı.
Her neyse; günümüzü belirledik, planımda ufak revizyonlar yaptık ve eksiklerimizi tamamladık. Bir tanesi hariç; çadır. Onu da yola çıkış günümüzün sabahına kargodan alacak ve ardından Halkapınar’dan banliyöye binip Aliağa'da sıcağın geçmesini bekleyip, akşama doğru Çandarlı, hava kararmamış olursa da Dikili'ye ulaşacaktık.
Olmadı Evet Dikili'ye ulaştık, ama akşam 10'da. Sebebiyse; turumuzu kıskanan gizli güçlerin, çadırımızı kargo aracının en derinlerine saklamasıydı. Aynı gizli güçler, İzban'ın 11'den sonra akşama kadar bisiklet kabul etmediğini de biliyordular elbette. Biz çadırımıza ulaşıp Halkapınar Aktarma Merkezi'ne varasıya saat 11.30 olmuştu bile. Ya gişenin önüne çadırımızı kurup akşam 8'i bekleyecektik ya da o sıcakta ama ilk günün dinlenikliğiyle günlük km sınırımız neymiş öğrenecektik.
Tabii ki de mantıksız olanı seçip, öğle sıcağını umursamayıp(evde denemeyiniz) bastık pedalımızı Alsancak iskeleye. Karşıyaka’da kervanı yolda düzmemiz gerektiğini anımsayıp, Seda Bisiklet’te bi kaç eksiğimizi de giderdikten sonra turun en keyifsiz kısmına başladık. Aliağa’ya dek pek yokuş görmesek de, trafik yoğunluğu yüzünden; turumuzun bi şehiriçi turu olmadığını hatırlamamız ve keyif almaya başlamamız, Menemen ve ardından Aliağa’yı da aşmamızla başladı.
Hangi turcu gördüğü her benzinliğe girer ki? Evet, biz. Gördüğümüz hemen her benzinlikte zorunlu su ve gölge molası veriyorduk. Menemen – Aliağa arasındaki her benzinlikte “bu sıcakta beyniniz kaynar, geçin oturun şöyle” diyen birileri vardı, sanırım. Ya da beynim gerçekten sulanmıştı ve hepsi yalnızca, buharlaşmak üzere olan beynimin o anlarda kendi varlığını koruma içgüdüsüyle icat ettiği bi hayaldi. Bilemiyorum, Yasin’e sordum, o da emin değil.
İlk günün akşamüzerine vardığımızda, tatlı ancak (bi acemi için)uzun bir yokuşun tepesinde bi karar almamız gerekiyordu. Ya Çandarlı sapağından ayrılıp, yokuşun acısını çandarlı inişiyle çıkaracaktık ve Çandarlı – Dikili arasındaki inişli çıkışlı virajlı ve dar, ama keyifli olduğunu tahmin ettiğimiz yolu sabaha saklayacaktık; ya da düz devam edip, hedef Dikili deyip, birinci günde 120 km yi zorlayacaktık. Işıklarımıza ve ilk günün verdiği dinlenikliğimize güvenip, çevirdik pedallarımızı Dikili’ye. Son 15 km kadar karanlıkta yol aldık ve muhtemelen turun en tedirgin olup da en çaktırmamaya çalıştığım anlarıydı. Vardığımızda, merkezde bulduğumuz kamp alanı 40 tl isteyince, hemen arkasındaki sahile kurduk çadırımızı. Ki sabah; sahilde uyanmanın çok daha keyifli olduğunu anımsadık zaten. Gece tek sorunumuz ve tedirginliğimiz; bisikletlerimizi çadırın dışında bırakıp uyumaktı. Bunu da ilk günün heyecanıyla gözümüze uyku girmemesinden dolayı nöbetleşe uyumayla çözdük. Ne zor bi uykuya dalma süreciydi o. Unutamam. Dalga köpüklerinin kum tanelerini kendilerine çekme çabalarının fısıltılarını duyamayacaktım uyursam, düşünsenize. Belki de ben bi anlık uykuya dalıverirsem, fısıltılar sessizce uğultu ve ardından çığlığa dönüşüp kum tanelerinden ziyade heybelerinde hayallerimiz yüklü olan bisikletlerimize göz dikecektiler. Elbette izin vermedik buna. Önce Yasin bisikletlerimizin başında facebook'un da yardımıyla nöbet tuttu; ardından ben çadırımızla bisikletlerimizin arasında pusu kurup hayallere daldım. Muhtemelen hayallerime tam olarak konsantre olamadığımı düşünen bi güzel insan, gecenin 3ünde buz gibi bira ikram edip konsantrasyonumu arttırmama vesile oldu. Sağolsun.
Sabah çadırımızı toplayıp eşyalarımızı yerleştirip sahilden asfalta çıktığımız anda Yasin’in görece eski lastiği “Neden beni zorluyorsunuz? Ben ki, Yasin’e bisiklet almaya çıktığınızda size “kaç yaşındaki çocuğa alcanız?” diye soran bisikletçinin sattığı lastiğim. Patlamak benim hakkım!” dediğinde; lastiğe sabah sabah “ haklısın abi” çekmekten başka bi şansımız yoktu. Saygı duyduk. Bizi yolun ortasında bırakmadığı için teşekkür bekler gibi de gelmedi değil aslında. Ama ileride bahsedeceğim yine; gerçekten karakter sahibi bi lastikmiş. Halden anlayıp, elinden gelenin en iyisini yaptığı konusunda hemfikirdik.
Her neyse; ikinci günün hedefi Akçay’dı. Yasin yamayla uğraşırken, ben de Ayvalık asfaltına paralel, nerdeyse Altınova’ya kadar giden bi sahil yolu olduğunu gördüm haritayı incelerken. Salihleraltı’ndan geçiyordu. Tamam dedim hem sakin hem keyiflidir bu yol. Öyleydi de. Bi yere kadar tabi. An geldi, kafamızı bi kaldırdık; yol bitmiş. Haritaya baktık. “İyi bakın!” diyordu. “Orda yol var. İyi bakın!” Baktık. Evet ufak patikamsı şeyden bahsediyordu sanırım. Böylece haritada her gördüğümüz yolun, yol olmama ihtimali olduğunu da öğrendik. Yine de o gri asfalttan daha keyifiydi elbette. İri ve sivri taşlara sahip patika, çok uzun olmamasına rağmen; tahminimizden daha çok zaman kaybettirdi bize. Ayvalık’a uğramama kararı almamıza sebep oldu bu da. Sınırlarımızı bilmediğimizden; bugün ağır aksak, kendimizi zorlamadan yol aldığımızdan sıcak basmaya başladığında ancak Gömeç’e yaklaşabilmiştik. Bu sefer kaçırdığımız bir tren de olmadığından, sıcakta yol almaya gerek de yoktu. Gömeç’ten sahile doğru saptık. Bahçelerinde meyve ağaçlarınla uğraşan insanlar olmasaydı, terk edilmiş bir yere geldiğimizi düşünecektik. Sahile vardığımızda da pek fark yoktu. Kendi halinde, insanı huzurlu hissettirebilecek kadar salaş ve şezlongları ücretsiz bi işletme bulduk kimsesizliğin ortasında. Muhtemelen, “ücretsiz şezlonglarımıza uzanan müşterilerimize, birer bomonti de müessesemizin ikramıdır!” deseler bile kimse gelmeyeceğini bildiklerinden ücretsizdi şezlong, duş vs. Bi ara işletme sahibi abla “Tostlar da bizden” diyecek sandım.
Demedi.
Güneş, sıcağını da alıp “yavaş yavaş gideyim artık” deyince, bastık pedala yine. Sahilden ana asfalta çıkarken, stabilize yolun da etkisiyle, ilk günün kilometresinin bana birazcık fazla geldiğini anladım. Neyse ki asfaltın akıcılığı, yol lastiğimle birleşince unuttum ilk günün yorgunluğunu ve Gömeç’in dibi yosunlu denizini. Yokuş performansımın pek de iyi olmamasından, Karaağaç ve Pelitköy yokuşlarından korktum biraz. Ama yolun akıcılığı onları da aşmamıza yardımcı oldu.
Akşamüzeri Akçay’a varıp bi kahvede emekli amcalardan Akçay’ın geçmişini ve geçmişteki güzelliğini dinledik. Çaylar ve muhabbet bitince, o sıralar Akçay’da bulunan arkadaş da ancak gelebildi bizi karşılamaya. Biraz dinlendikten sonra denize girdik; ama dalgalı deniz, daha da yordu.
Akşam güzel bir yemek, ardından tıklım tıklım sokaklarda biraz gezinti, Sarıkız heykelinin önünde bi kaç fotoğraf ve şu anda hatırlamadığım Sarıkız Efsaneleri üzerine konuşma..
Akçay, çok bunaltıcı geldi bana. Kahvehanedeki amcalar haklıydılar. 15-16 yıl önce, çocukluğumda geldiğim ve zihnimde bölük pörçük kalan Akçay’la uzaktan yakından alakası olmayan, insan yığını bi şehircik olmuş. Ah nerde azizim o eski Akçay. Takım elbiseyle güneşlendiğimiz sahiller, nerede..
Bir de akşamları ortaya çıkan trafiği var ki; iş çıkışı köprü trafiği halt etmiş yanında. Bi kaç ağaç kesseler hallolurdu aslında. Belediye çalışmıyorsa demek.
Sabah 8 civarı Akçay’dan çıktık. Üçüncü gün hedefe varacağımız son gün ve en inişli çıkışlı yol da burada. Küçükkuyu’dan sonra 20 km kadar. Asfalt da gayet kötü tabi. Ancak Altınoluk ve ardından Küçükkuyu’ya kadar yol 3 şeride çıkıp, emniyet şeridi 10cm ye iniyor. Sağ şeridin sağ çizgisinin üzerinde gidebiliyorsunuz en fazla. Ki onda da slalomlar çizmeniz gerekiyor. Çünkü her 50-60 metrede bir tam da çizgiyi bölen mazgallar koymuşlar kilometrelerce. Adamlar yememiş içmemiş mazgal koymuş yola. Neyse ki bir süre sonra fark ediyoruz ki, en sağ şeridi kullanan sürücü yok. İşin ilginci; diğer iki şeridi kullanan araç da fazla yoktu. Yöre halkı zaman zaman sağ şeritte yürüyor, zaman zaman araçlarını park ediyordu. Alıştık rahatlığa ve sakinliğe. İnsanın en kolay alıştığı şey; rahatlık. Tabi söylememe gerek var mı bilmiyorum ama; o rahatlık, acısını çıkartır tez zamanda. İnanmayan Akçay’dan Küçükkuyu’yu geçip, Behramkale levhasından sola sapsın.
Biz saptık. Sonra da 25 kilometreyi 4buçuk saatte aldık. Şöyle anlatayım; yolda Assos’a yürüyerek gitmeye çalışan iki kıza, iki kez geçildik. Her yokuşu tırmandıktan sonra dinlenmek zorunda olmayan bir atlıkarınca da geçebilirdi bizi elbet. Yokuş kondisyonu mühim şey. Manzara da olmasa, hiç bi güç tırmandırtamazdı bana o yokuşları.
Molanın birinde, son 80-100 km dir 80-100 tane gördüğümüz karadut suyu satıcılarından birine giriyoruz. O yorgunluğun üzerine olağanüstü güzel geliyor tabi tadı.
Yola devam. Behramkale yokuşlarında bir araca Ayvacık yolu tarifi veriyoruz. Karşılığında da zorla şeftali ikram ediyorlar. Böylece son suyumuzu da yapış yapış olan ellerimizi temizlemek için harcamak zorunda kalıyoruz. Neyse. Yolu da yanlış tarif ettiğimi anlıyorum o yapışkanlıktan kurtulurken. Ödeşmiş olduk sanırım. Her iki taraf da iyi niyetle yaklaşmış olsa da ikimiz de zararlı çıkıyoruz. Birimiz benzinini tüketirken bir diğerimiz o an için petrolden daha değerli olan suyu tüketiyor.
Kadırga Koyu’nu geçtikten sonra, turumuzun en uzun ve en dik yokuşuna geliyoruz. Turdan sonra harita üzerinde baktığım zaman, pek de uzun olmadığını görüyorum o son yokuşun aslında. Uzun mu, kısa mı; dik mi, değil mi? şu an bu konuda kafam çok karışık olmasına rağmen; bir gerçek vardı ki, o da; çıkarken -molalarıyla birlikte- 40 dakikada çıkıp; konaklamak için Kadırga Koyu’na dönerken 3buçuk dakikada indiğimiz o yokuşun ortasında, bizim Akçay’dan çıkışımızdan tam 6 saat sonra çıkan arkadaşın, dört lastikli bi cisimle dört nala bize doğru sırıtarak yaklaşmasıydı. Yokuş çıkıyordu, hemde bizden üç milyon kat hızlı; ancak bir tane ter damlası yoktu yüzünde. Kliması, bizimkinin aksine sadece inişlerde çalışmıyordu anlaşılan. Zorlu yokuşlarda bile kusursuz çalışabilen bir teknolojiye sahip olduğu aşikardı altındaki 156 tane beygirin. İnsan şaşırıyor bazen böyle şeylere. Bu şaşkınlıkla, son suyumuzla ellerimizi yıkadığımızı ve su takviyesine ihtiyacımız olduğunu söylemeyi unuttuk tabi ona. Aklıma geldiğindeyse, arka plakanın diğerlerine nazaran daha kalın yazılmış olan son iki hanesini ancak okuyabiliyordum. Bağırdım. Duymadı. Aramaya da gerek yoktu.
Yaklaşık yarım saat sonra Behramkale’de bir bakkalda su, maden suyu ve snickers takviyesi yapıyorduk. Muhtemelen hedefimize ulaşıp, “Ee ne oldu şimdi? Geldik işte?” boşluğuna düştüğümüzden ve yorgunluktan olsa gerek ne yapacağımızı bilemeyip, antik kent ve civarında bi kaç fotoğraf çekilip köy kahvesinde manzaraya karşı çayımızı yudumlayıp dinleniyoruz. Fazla gezmiyoruz. Antik Liman’a inmeye cesaret edemiyoruz. Yorgunuz. Akşamüzerine doğru kalacak yer ayarlamak için Kadırga Koyu’na geri dönüyoruz. Hani şu Yasin’in karakter sahibi, halden anlayan lastiği vardı ya; koya iner inmez, konaklamayı planladığımız kamp alanına 100 metre kala, “Benden bu kadar arkadaş!” deyip kendini bırakıveriyor. “Zaten incektim ki ben, hıh!” deyip bisikletini elinde taşımaya başlayan Yasin’e, ben de eşlik ederek kendi çadırımızla konaklamaya 30 tl, onların kocaman ve yataklı çadırlarında kalırsak 50 tl fiyat veren adını hatırlamadığım bir kamp alanında iki gün konaklamaya karar veriyoruz.
Olağanüstü bir yer burası. Doğayla iç içe. Tıklım tıklım olmayan caddeye ve kocaman bir sahile sahip. Denizin zaman zaman dalgalı olduğunu söyleyenler oldu. Fakat bizim dalgasız ve huzur kokulu bir denizi hak ettiğimizi düşünen güçler; bize iki gün boyunca kusursuz mavilikte bir deniz armağan ettiler. Bana ömrümde gördüğüm en büyüleyici maviyi gösterdiler. (İnsan, sırf mavinin o tonunu görebilmek için bu koya kadar gelip deniz bisikleti kiralar ve yeterince açıldıktan sonra dalıp, mavilikten sarhoş olmanın tadını çıkarır.)
Ancak her ne olduysa o yüce güçler sonradan yine fikir değiştirip; son bir oyun daha oynamak istediler bize. Son gece, telefonumla çektiğim fotoğrafların büyük çoğunluğunun silindiğinin farkına vardım. İnanmak istemedim, anlam veremedim. Gözlerimi gökyüzüne dikip; on binlerce noktacığın içinde en sönük, belli belirsiz olanını aradım. Buldum. Gözlerimi kıstım. Sesime hafif güceniklik ve biraz da hüzün yüklemeye çalışarak dedim ki;
“Neden?”
Hiç beklemiyordum. Öylesine sorulmuş, sorulması gerektiği için sorulmuş bir soruydu benimkisi.
Ama cevap geldi. Diyordu ki; “Oğlum canını sıktığın şeye bak. Nolcak lan. Bi dahaki yaz, daha güzellerine gideriz, daha güzel fotoğraflar çekeriz. Siktir et. Hem ben makine alcam kışa. Onla çekeriz.”
Yasinmiş. Ortamın ve dalga seslerinin de büyüsüyle gökyüzüne dalıp gittiğim sırada yanıma gelmiş. Fark etmemişim.
“Yatsak iyi” dedi.
Sabah 7 gibi kalkıp, Otobüse binip İzmir’e döneceğimiz Küçükkuyu’ya doğru yola çıktık. Dinlenik kaslarımız bir çırpıda Küçükkuyu otogarına ulaştırdı bizi. Orada bizi ufak bir pürüz bekliyodu. Kamil Koç yazıhanesindeki görevli, klasik alamayız edemeyiz muhabbeti yaptı. Uzatmadık. (Sonradan şikayet ettik öyleyken böyle dedik. Sallamadılar.) Pamukkale’ye gittik. Yandaki kafamagöreyasakkardeşim amcadan sonra burada çözüm odaklı ve güleryüzle karşılanınca; “Bu bizim yasal hakkımız! Siz pis cahiller açın da kestiğiniz biletin arkasını okuyun, kültürlenin!” deyip de otogarın ortasında dayak yemekten kurtulmuş olduk. Bunu da Pamukkale Turizm’e ilettik elbette. “Küçükkuyu yazıhanenizde, hakkımızı aramamızı gerektirmeyecek kadar görev bilinciyle çalışan, gayet güleryüzlü bir çalışanınız olduğu için gurur duymalısınız” dedik.
Biletlerimizi aldıktan sonra, Assos’a giderken içine girmediğimiz bu şirin yeri dolaşma fırsatı yakaladığımız iyi oldu. Ara sokaklarında biraz turlayıp, sahile geçip kahvaltımızı yaptık. “Burda bi evin olcak” geyiği yaptık. Kesmedi, internetten buradaki ev piyasası hakkında fikir edindik. Gayet uygundu fiyatlar. Sonra kalktık. Doyamadık, bi tur daha attık. Vakit geldi. Bİndik otobüse. Bitti tur.
https://i0.wp.com/i.imgur.com/YPYPtmc.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/WiN8yFA.jpg
https://i0.wp.com/photos-d.ak.instagram.com/hphotos-ak-xpa1/924440_431565150315147_484154566_n.jpg
https://i0.wp.com/photos-a.ak.instagram.com/hphotos-ak-xpf1/10547333_1515138338699328_574193347_n.jpg
https://i0.wp.com/photos-c.ak.instagram.com/hphotos-ak-xpa1/10387865_756952784351602_479476266_n.jpg
http://i.imgur.com/eGtcJ1t.jpg
https://i0.wp.com/photos-c.ak.instagram.com/hphotos-ak-xfa1/10561139_554952131294482_2121896460_n.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/n1GPRWK.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/OrdAkYO.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/VcPv7ld.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/uszfi1E.png
https://i0.wp.com/i.imgur.com/pwmj5eo.png
Uzun süredir şehirlerarası tur hayaliyle yanıp tutuşan ben, suya düşen birkaç tur planım sonrası, ilk şehirlerarası turumu gerçekleştirmenin zamanının çoktan geldiğinin farkındaydım artık. Yılmayıp; Gökova ve Çeşme planlarımdan sonra bir tur planı daha yapmaya koyuldum. Assos turu planı. Bu plan, diğerlerinden farklıydı. Her ne olursa olsun çıkacaktım bu tura artık.
Hedefim, Assos'a ulaşmaktı. İzmir’den 260 kilometre. Günlük turlar yapan ve bu turlarında da 50 km yi geçmemiş biri için ideal bi uzun yol denemesi gibiydi. Yine de kendimi zorlamak istemeyip, İzmir'den Aliağa'ya kadar giden İzban'a bisikletimle binip, hem şehir trafiğini atlatmış olacaktım, hem de yolumu 50 km civarı kısaltıp, turumu tatil havasında, yorulmadan, geze geze tamamlayacaktım. Konaklamam muhtemel merkezler arası mesafeleri de listeleyip, günlük yapabileceğim kilometreye göre konaklayacağım yeri belirleyecektim.
Tur hazırlıklarına başladığımı öğrenen bisiklet gezilerine başlama vesilem olan arkadaşım da(Yasin) hemen planıma dahil olunca, turun daha eğlenceli bir hal alacağı ortaya çıkmaya başladı.
Her neyse; günümüzü belirledik, planımda ufak revizyonlar yaptık ve eksiklerimizi tamamladık. Bir tanesi hariç; çadır. Onu da yola çıkış günümüzün sabahına kargodan alacak ve ardından Halkapınar’dan banliyöye binip Aliağa'da sıcağın geçmesini bekleyip, akşama doğru Çandarlı, hava kararmamış olursa da Dikili'ye ulaşacaktık.
Olmadı Evet Dikili'ye ulaştık, ama akşam 10'da. Sebebiyse; turumuzu kıskanan gizli güçlerin, çadırımızı kargo aracının en derinlerine saklamasıydı. Aynı gizli güçler, İzban'ın 11'den sonra akşama kadar bisiklet kabul etmediğini de biliyordular elbette. Biz çadırımıza ulaşıp Halkapınar Aktarma Merkezi'ne varasıya saat 11.30 olmuştu bile. Ya gişenin önüne çadırımızı kurup akşam 8'i bekleyecektik ya da o sıcakta ama ilk günün dinlenikliğiyle günlük km sınırımız neymiş öğrenecektik.
Tabii ki de mantıksız olanı seçip, öğle sıcağını umursamayıp(evde denemeyiniz) bastık pedalımızı Alsancak iskeleye. Karşıyaka’da kervanı yolda düzmemiz gerektiğini anımsayıp, Seda Bisiklet’te bi kaç eksiğimizi de giderdikten sonra turun en keyifsiz kısmına başladık. Aliağa’ya dek pek yokuş görmesek de, trafik yoğunluğu yüzünden; turumuzun bi şehiriçi turu olmadığını hatırlamamız ve keyif almaya başlamamız, Menemen ve ardından Aliağa’yı da aşmamızla başladı.
Hangi turcu gördüğü her benzinliğe girer ki? Evet, biz. Gördüğümüz hemen her benzinlikte zorunlu su ve gölge molası veriyorduk. Menemen – Aliağa arasındaki her benzinlikte “bu sıcakta beyniniz kaynar, geçin oturun şöyle” diyen birileri vardı, sanırım. Ya da beynim gerçekten sulanmıştı ve hepsi yalnızca, buharlaşmak üzere olan beynimin o anlarda kendi varlığını koruma içgüdüsüyle icat ettiği bi hayaldi. Bilemiyorum, Yasin’e sordum, o da emin değil.
İlk günün akşamüzerine vardığımızda, tatlı ancak (bi acemi için)uzun bir yokuşun tepesinde bi karar almamız gerekiyordu. Ya Çandarlı sapağından ayrılıp, yokuşun acısını çandarlı inişiyle çıkaracaktık ve Çandarlı – Dikili arasındaki inişli çıkışlı virajlı ve dar, ama keyifli olduğunu tahmin ettiğimiz yolu sabaha saklayacaktık; ya da düz devam edip, hedef Dikili deyip, birinci günde 120 km yi zorlayacaktık. Işıklarımıza ve ilk günün verdiği dinlenikliğimize güvenip, çevirdik pedallarımızı Dikili’ye. Son 15 km kadar karanlıkta yol aldık ve muhtemelen turun en tedirgin olup da en çaktırmamaya çalıştığım anlarıydı. Vardığımızda, merkezde bulduğumuz kamp alanı 40 tl isteyince, hemen arkasındaki sahile kurduk çadırımızı. Ki sabah; sahilde uyanmanın çok daha keyifli olduğunu anımsadık zaten. Gece tek sorunumuz ve tedirginliğimiz; bisikletlerimizi çadırın dışında bırakıp uyumaktı. Bunu da ilk günün heyecanıyla gözümüze uyku girmemesinden dolayı nöbetleşe uyumayla çözdük. Ne zor bi uykuya dalma süreciydi o. Unutamam. Dalga köpüklerinin kum tanelerini kendilerine çekme çabalarının fısıltılarını duyamayacaktım uyursam, düşünsenize. Belki de ben bi anlık uykuya dalıverirsem, fısıltılar sessizce uğultu ve ardından çığlığa dönüşüp kum tanelerinden ziyade heybelerinde hayallerimiz yüklü olan bisikletlerimize göz dikecektiler. Elbette izin vermedik buna. Önce Yasin bisikletlerimizin başında facebook'un da yardımıyla nöbet tuttu; ardından ben çadırımızla bisikletlerimizin arasında pusu kurup hayallere daldım. Muhtemelen hayallerime tam olarak konsantre olamadığımı düşünen bi güzel insan, gecenin 3ünde buz gibi bira ikram edip konsantrasyonumu arttırmama vesile oldu. Sağolsun.
Sabah çadırımızı toplayıp eşyalarımızı yerleştirip sahilden asfalta çıktığımız anda Yasin’in görece eski lastiği “Neden beni zorluyorsunuz? Ben ki, Yasin’e bisiklet almaya çıktığınızda size “kaç yaşındaki çocuğa alcanız?” diye soran bisikletçinin sattığı lastiğim. Patlamak benim hakkım!” dediğinde; lastiğe sabah sabah “ haklısın abi” çekmekten başka bi şansımız yoktu. Saygı duyduk. Bizi yolun ortasında bırakmadığı için teşekkür bekler gibi de gelmedi değil aslında. Ama ileride bahsedeceğim yine; gerçekten karakter sahibi bi lastikmiş. Halden anlayıp, elinden gelenin en iyisini yaptığı konusunda hemfikirdik.
Her neyse; ikinci günün hedefi Akçay’dı. Yasin yamayla uğraşırken, ben de Ayvalık asfaltına paralel, nerdeyse Altınova’ya kadar giden bi sahil yolu olduğunu gördüm haritayı incelerken. Salihleraltı’ndan geçiyordu. Tamam dedim hem sakin hem keyiflidir bu yol. Öyleydi de. Bi yere kadar tabi. An geldi, kafamızı bi kaldırdık; yol bitmiş. Haritaya baktık. “İyi bakın!” diyordu. “Orda yol var. İyi bakın!” Baktık. Evet ufak patikamsı şeyden bahsediyordu sanırım. Böylece haritada her gördüğümüz yolun, yol olmama ihtimali olduğunu da öğrendik. Yine de o gri asfalttan daha keyifiydi elbette. İri ve sivri taşlara sahip patika, çok uzun olmamasına rağmen; tahminimizden daha çok zaman kaybettirdi bize. Ayvalık’a uğramama kararı almamıza sebep oldu bu da. Sınırlarımızı bilmediğimizden; bugün ağır aksak, kendimizi zorlamadan yol aldığımızdan sıcak basmaya başladığında ancak Gömeç’e yaklaşabilmiştik. Bu sefer kaçırdığımız bir tren de olmadığından, sıcakta yol almaya gerek de yoktu. Gömeç’ten sahile doğru saptık. Bahçelerinde meyve ağaçlarınla uğraşan insanlar olmasaydı, terk edilmiş bir yere geldiğimizi düşünecektik. Sahile vardığımızda da pek fark yoktu. Kendi halinde, insanı huzurlu hissettirebilecek kadar salaş ve şezlongları ücretsiz bi işletme bulduk kimsesizliğin ortasında. Muhtemelen, “ücretsiz şezlonglarımıza uzanan müşterilerimize, birer bomonti de müessesemizin ikramıdır!” deseler bile kimse gelmeyeceğini bildiklerinden ücretsizdi şezlong, duş vs. Bi ara işletme sahibi abla “Tostlar da bizden” diyecek sandım.
Demedi.
Güneş, sıcağını da alıp “yavaş yavaş gideyim artık” deyince, bastık pedala yine. Sahilden ana asfalta çıkarken, stabilize yolun da etkisiyle, ilk günün kilometresinin bana birazcık fazla geldiğini anladım. Neyse ki asfaltın akıcılığı, yol lastiğimle birleşince unuttum ilk günün yorgunluğunu ve Gömeç’in dibi yosunlu denizini. Yokuş performansımın pek de iyi olmamasından, Karaağaç ve Pelitköy yokuşlarından korktum biraz. Ama yolun akıcılığı onları da aşmamıza yardımcı oldu.
Akşamüzeri Akçay’a varıp bi kahvede emekli amcalardan Akçay’ın geçmişini ve geçmişteki güzelliğini dinledik. Çaylar ve muhabbet bitince, o sıralar Akçay’da bulunan arkadaş da ancak gelebildi bizi karşılamaya. Biraz dinlendikten sonra denize girdik; ama dalgalı deniz, daha da yordu.
Akşam güzel bir yemek, ardından tıklım tıklım sokaklarda biraz gezinti, Sarıkız heykelinin önünde bi kaç fotoğraf ve şu anda hatırlamadığım Sarıkız Efsaneleri üzerine konuşma..
Akçay, çok bunaltıcı geldi bana. Kahvehanedeki amcalar haklıydılar. 15-16 yıl önce, çocukluğumda geldiğim ve zihnimde bölük pörçük kalan Akçay’la uzaktan yakından alakası olmayan, insan yığını bi şehircik olmuş. Ah nerde azizim o eski Akçay. Takım elbiseyle güneşlendiğimiz sahiller, nerede..
Bir de akşamları ortaya çıkan trafiği var ki; iş çıkışı köprü trafiği halt etmiş yanında. Bi kaç ağaç kesseler hallolurdu aslında. Belediye çalışmıyorsa demek.
Sabah 8 civarı Akçay’dan çıktık. Üçüncü gün hedefe varacağımız son gün ve en inişli çıkışlı yol da burada. Küçükkuyu’dan sonra 20 km kadar. Asfalt da gayet kötü tabi. Ancak Altınoluk ve ardından Küçükkuyu’ya kadar yol 3 şeride çıkıp, emniyet şeridi 10cm ye iniyor. Sağ şeridin sağ çizgisinin üzerinde gidebiliyorsunuz en fazla. Ki onda da slalomlar çizmeniz gerekiyor. Çünkü her 50-60 metrede bir tam da çizgiyi bölen mazgallar koymuşlar kilometrelerce. Adamlar yememiş içmemiş mazgal koymuş yola. Neyse ki bir süre sonra fark ediyoruz ki, en sağ şeridi kullanan sürücü yok. İşin ilginci; diğer iki şeridi kullanan araç da fazla yoktu. Yöre halkı zaman zaman sağ şeritte yürüyor, zaman zaman araçlarını park ediyordu. Alıştık rahatlığa ve sakinliğe. İnsanın en kolay alıştığı şey; rahatlık. Tabi söylememe gerek var mı bilmiyorum ama; o rahatlık, acısını çıkartır tez zamanda. İnanmayan Akçay’dan Küçükkuyu’yu geçip, Behramkale levhasından sola sapsın.
Biz saptık. Sonra da 25 kilometreyi 4buçuk saatte aldık. Şöyle anlatayım; yolda Assos’a yürüyerek gitmeye çalışan iki kıza, iki kez geçildik. Her yokuşu tırmandıktan sonra dinlenmek zorunda olmayan bir atlıkarınca da geçebilirdi bizi elbet. Yokuş kondisyonu mühim şey. Manzara da olmasa, hiç bi güç tırmandırtamazdı bana o yokuşları.
Molanın birinde, son 80-100 km dir 80-100 tane gördüğümüz karadut suyu satıcılarından birine giriyoruz. O yorgunluğun üzerine olağanüstü güzel geliyor tabi tadı.
Yola devam. Behramkale yokuşlarında bir araca Ayvacık yolu tarifi veriyoruz. Karşılığında da zorla şeftali ikram ediyorlar. Böylece son suyumuzu da yapış yapış olan ellerimizi temizlemek için harcamak zorunda kalıyoruz. Neyse. Yolu da yanlış tarif ettiğimi anlıyorum o yapışkanlıktan kurtulurken. Ödeşmiş olduk sanırım. Her iki taraf da iyi niyetle yaklaşmış olsa da ikimiz de zararlı çıkıyoruz. Birimiz benzinini tüketirken bir diğerimiz o an için petrolden daha değerli olan suyu tüketiyor.
Kadırga Koyu’nu geçtikten sonra, turumuzun en uzun ve en dik yokuşuna geliyoruz. Turdan sonra harita üzerinde baktığım zaman, pek de uzun olmadığını görüyorum o son yokuşun aslında. Uzun mu, kısa mı; dik mi, değil mi? şu an bu konuda kafam çok karışık olmasına rağmen; bir gerçek vardı ki, o da; çıkarken -molalarıyla birlikte- 40 dakikada çıkıp; konaklamak için Kadırga Koyu’na dönerken 3buçuk dakikada indiğimiz o yokuşun ortasında, bizim Akçay’dan çıkışımızdan tam 6 saat sonra çıkan arkadaşın, dört lastikli bi cisimle dört nala bize doğru sırıtarak yaklaşmasıydı. Yokuş çıkıyordu, hemde bizden üç milyon kat hızlı; ancak bir tane ter damlası yoktu yüzünde. Kliması, bizimkinin aksine sadece inişlerde çalışmıyordu anlaşılan. Zorlu yokuşlarda bile kusursuz çalışabilen bir teknolojiye sahip olduğu aşikardı altındaki 156 tane beygirin. İnsan şaşırıyor bazen böyle şeylere. Bu şaşkınlıkla, son suyumuzla ellerimizi yıkadığımızı ve su takviyesine ihtiyacımız olduğunu söylemeyi unuttuk tabi ona. Aklıma geldiğindeyse, arka plakanın diğerlerine nazaran daha kalın yazılmış olan son iki hanesini ancak okuyabiliyordum. Bağırdım. Duymadı. Aramaya da gerek yoktu.
Yaklaşık yarım saat sonra Behramkale’de bir bakkalda su, maden suyu ve snickers takviyesi yapıyorduk. Muhtemelen hedefimize ulaşıp, “Ee ne oldu şimdi? Geldik işte?” boşluğuna düştüğümüzden ve yorgunluktan olsa gerek ne yapacağımızı bilemeyip, antik kent ve civarında bi kaç fotoğraf çekilip köy kahvesinde manzaraya karşı çayımızı yudumlayıp dinleniyoruz. Fazla gezmiyoruz. Antik Liman’a inmeye cesaret edemiyoruz. Yorgunuz. Akşamüzerine doğru kalacak yer ayarlamak için Kadırga Koyu’na geri dönüyoruz. Hani şu Yasin’in karakter sahibi, halden anlayan lastiği vardı ya; koya iner inmez, konaklamayı planladığımız kamp alanına 100 metre kala, “Benden bu kadar arkadaş!” deyip kendini bırakıveriyor. “Zaten incektim ki ben, hıh!” deyip bisikletini elinde taşımaya başlayan Yasin’e, ben de eşlik ederek kendi çadırımızla konaklamaya 30 tl, onların kocaman ve yataklı çadırlarında kalırsak 50 tl fiyat veren adını hatırlamadığım bir kamp alanında iki gün konaklamaya karar veriyoruz.
Olağanüstü bir yer burası. Doğayla iç içe. Tıklım tıklım olmayan caddeye ve kocaman bir sahile sahip. Denizin zaman zaman dalgalı olduğunu söyleyenler oldu. Fakat bizim dalgasız ve huzur kokulu bir denizi hak ettiğimizi düşünen güçler; bize iki gün boyunca kusursuz mavilikte bir deniz armağan ettiler. Bana ömrümde gördüğüm en büyüleyici maviyi gösterdiler. (İnsan, sırf mavinin o tonunu görebilmek için bu koya kadar gelip deniz bisikleti kiralar ve yeterince açıldıktan sonra dalıp, mavilikten sarhoş olmanın tadını çıkarır.)
Ancak her ne olduysa o yüce güçler sonradan yine fikir değiştirip; son bir oyun daha oynamak istediler bize. Son gece, telefonumla çektiğim fotoğrafların büyük çoğunluğunun silindiğinin farkına vardım. İnanmak istemedim, anlam veremedim. Gözlerimi gökyüzüne dikip; on binlerce noktacığın içinde en sönük, belli belirsiz olanını aradım. Buldum. Gözlerimi kıstım. Sesime hafif güceniklik ve biraz da hüzün yüklemeye çalışarak dedim ki;
“Neden?”
Hiç beklemiyordum. Öylesine sorulmuş, sorulması gerektiği için sorulmuş bir soruydu benimkisi.
Ama cevap geldi. Diyordu ki; “Oğlum canını sıktığın şeye bak. Nolcak lan. Bi dahaki yaz, daha güzellerine gideriz, daha güzel fotoğraflar çekeriz. Siktir et. Hem ben makine alcam kışa. Onla çekeriz.”
Yasinmiş. Ortamın ve dalga seslerinin de büyüsüyle gökyüzüne dalıp gittiğim sırada yanıma gelmiş. Fark etmemişim.
“Yatsak iyi” dedi.
Sabah 7 gibi kalkıp, Otobüse binip İzmir’e döneceğimiz Küçükkuyu’ya doğru yola çıktık. Dinlenik kaslarımız bir çırpıda Küçükkuyu otogarına ulaştırdı bizi. Orada bizi ufak bir pürüz bekliyodu. Kamil Koç yazıhanesindeki görevli, klasik alamayız edemeyiz muhabbeti yaptı. Uzatmadık. (Sonradan şikayet ettik öyleyken böyle dedik. Sallamadılar.) Pamukkale’ye gittik. Yandaki kafamagöreyasakkardeşim amcadan sonra burada çözüm odaklı ve güleryüzle karşılanınca; “Bu bizim yasal hakkımız! Siz pis cahiller açın da kestiğiniz biletin arkasını okuyun, kültürlenin!” deyip de otogarın ortasında dayak yemekten kurtulmuş olduk. Bunu da Pamukkale Turizm’e ilettik elbette. “Küçükkuyu yazıhanenizde, hakkımızı aramamızı gerektirmeyecek kadar görev bilinciyle çalışan, gayet güleryüzlü bir çalışanınız olduğu için gurur duymalısınız” dedik.
Biletlerimizi aldıktan sonra, Assos’a giderken içine girmediğimiz bu şirin yeri dolaşma fırsatı yakaladığımız iyi oldu. Ara sokaklarında biraz turlayıp, sahile geçip kahvaltımızı yaptık. “Burda bi evin olcak” geyiği yaptık. Kesmedi, internetten buradaki ev piyasası hakkında fikir edindik. Gayet uygundu fiyatlar. Sonra kalktık. Doyamadık, bi tur daha attık. Vakit geldi. Bİndik otobüse. Bitti tur.
https://i0.wp.com/i.imgur.com/YPYPtmc.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/WiN8yFA.jpg
https://i0.wp.com/photos-d.ak.instagram.com/hphotos-ak-xpa1/924440_431565150315147_484154566_n.jpg
https://i0.wp.com/photos-a.ak.instagram.com/hphotos-ak-xpf1/10547333_1515138338699328_574193347_n.jpg
https://i0.wp.com/photos-c.ak.instagram.com/hphotos-ak-xpa1/10387865_756952784351602_479476266_n.jpg
http://i.imgur.com/eGtcJ1t.jpg
https://i0.wp.com/photos-c.ak.instagram.com/hphotos-ak-xfa1/10561139_554952131294482_2121896460_n.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/n1GPRWK.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/OrdAkYO.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/VcPv7ld.jpg
https://i0.wp.com/i.imgur.com/uszfi1E.png
https://i0.wp.com/i.imgur.com/pwmj5eo.png